İsmail AKSOY
Kur’ân'dan Ehl-i Kitaba çağrı
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَىٰ كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ ۚ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِأَنَّا مُسْلِمُونَ
“De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit olun biz müslümanlarız" Âl-i İmrân, 3/64)
Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmeden önceki âyetlerde ehl-i kitabın bâtıl dâvalarını, itikat ve düşüncelerini dört mertebede çürütüp, en sonunda da bu âyetle onları şirkten vaz geçmeye dâvet ederek bütün peygamberlerin ve semâvî kitapların birleştikleri nokta olan “bir kelime” yi kabul ve tasdîke, yani “tevhîd” e imân etmeye çağırıyor.
Bu dâvette diyor ki:” Ey Resûlüm! De ki: Ey kitap ehli denilen Yahûdî ve Hıristiyanlar! Bizimle sizin aranızda müşterek olanbir kelimeye, yani benimle bütün peygamberlerin ortak dâvası olan İslâm’a ve İslâm’ın şiârı olan اللّهِ رَسُولُ مُحَمَّدٌ اِلاّاللَّهُ لاَإلَهَ kelime-i tevhîdine gelin! O kelime-i tevhîdin anlamı da şudur: Allah’dan başkasına ibâdet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi şerîk koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmesin.’ Eğer onlar (yahûdîler ve Hıristiyanlar) İslâm dînini kabul etmekten ve İslâm’ın şiârı olan kelime-i tevhîdi tasdîk etmekten yüz çevirirlerse, işte o zaman onlara deyiniz ki: ‘ Şâhid olun, bizler Müslümanlarız! Sizler ise Müslüman değilsiniz, müşriksiniz. Çünkü sizler Vahiy yoluyla size indirilen kendi kitaplarınızı ve peygamberlerinizi değil, ahbâr ve ruhbânlarınızı dinleyip onlara itâat ediyorsunuz.“
Müfessirlerin bu âyetin nüzûl sebebiyle alakalı olarak beyan ettikleri gibi; Necran Hıristiyanlarından bir heyet Medine’ye geldiler, orada Yahûdîlerle karşılaştılar. Her iki grup Hz.İbrâhîm (as) hakkında ihtilâfa düştüler. Hıristiyanlar Hz.İbrâhîm’in Hıristiyan olduğunu, kendilerinin İbrâhîm (as)’ın dîni üzerinde bulunduklarını iddia ettiler.
Yahûdîler de Hz.İbrâhîm’in Yahûdî olduğunu, kendilerinin O’nun dîni üzerinde bulunduklarını ve O’na en yakın kendileri olduklarını iddia ettiler.
Hz.Peygamber (ASM) de her iki grubun Hz. İbrâhîm (as)’dan ve O’nun dîninden uzak olduklarını bildirdi. Ve “ben O’nun dînindeyim. Ey Yahûdî ve Hıristiyanlar! Siz ise ahbâr ve ruhbânlarınızın ihdas ettikleri muharref (bozulmuş, tahrif edilmiş) Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dînleri üzerindesiniz. Gelin bu bâtıl dînleri terk edip hak dîn olan İslâmiyeti kabul edin. Zîrâ Hz. İbrâhîm ne Yahûdî ve ne de Hıristiyan idi. Belki hâlis Müslüman idi. Hem benim risâletimi kabûl etmekle ve bana indirilen Kur’âna tâbi’ olmakla, Onun dînine de uymuş olursunuz.”
Bunun üzerine Yahûdîler dediler ki:” Yâ Muhammed! Hıristiyanlar, Hz.Îsâ (as)’ı Rab edindikleri gibi; sen de bu dâvetinle rubûbiyyet dâvasında bulunuyorsun.”
Hıristiyanlar ise şöyle dediler: “ Yâ Muhammed! Yahûdîler Hz.Üzeyr (as)’ı Rab edindikleri gibi; sen de bu dâvetinle rubûbiyyet dâva ediyorsun.”
Bunun üzerine Âl-i İmrân Sûresinin 64. Âyeti nâzil oldu. Resûl-i Ekrem (asm) bu âyet-i kerîme ile onları hakîkî tevhîd dîni olan İslâmiyete dâvet etti. “ Ey ehl-i kitap! Yahûdîlik ve Hıristiyanlığı bırakın. Gelin, Müslüman olun, İslâm’a teslîm olun. Tâki Müslümanlara tanınan haklar, size de tanınsın, onlara gösterilen davranış size de gösterilsin” buyurdu.
Necrân ahâlisi Müslüman olmak istemeyince, Hz. Peygamber (asm) onlara harp îlân etti. Yapılan görüşmeler sonucunda cizyede anlaştılar ve savaştan kurtuldular.
Demek bu âyet-i kerîmenim nüzûl sebebinden anlaşılıyor ki, Resûl-i Ekrem (sav) dîn nâmına ehl-i kitâba üç şey teklîf etmiştir:
1) Ahbâr ve ruhbânların uydurdukları Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dinlerini terk edip bütün peygamberlerin dîni olan İslâmiyeti kabul edin.
2) İslâmiyeti kabul etmediğiniz takdirde cizye vermeye mecbur olacaksınız.
3) Cizye vermekten de çekinirseniz, size karşı savaş îlân ederiz.
Demek ki, âhir zaman Nebîsi (asm), dîn noktasında ehl-i kitabı serbest bırakmamış, dîn adına onlara hoşgörülü davranmamış ve tâvîz vermemiştir.
Dünyevî işler açısından ise, başta peygamberimiz (sav) olmak üzere sâir Müslümanlar, ehl-i kitap denilen Yahûdî ve Hıristiyanlarla dînin tayin ettiği ölçüler dahilinde, münâsebetlerini sürdürmüşlerdir.
Biz mü’minler, Kalû Belâ’dan beri mü’min ve muvahhidiz. Bezm-i Elest’te ruhlarımız rubûbiyet-i İlâhiyeye ve onun gereği olan bütün peygamberlerin nübüvvetine, özlellikle Risâlet-i Muhammediyeye îmân edip söz verdiler. Çünkü Rubûbiyetin anlaşılması ve kabûlü, bütün peygamberlere îmân ile ortaya çıkar.
Bediüzzaman Said Nursî (ra) Hazretleri, Elest Bezminde ruhların Risâlet-i Muhammediye (asm)’ı kabul ettiğine dâir vermiş oldukları ahd ü peymânı şöyle ifâde etmektedir:
“ Biz Kalû Belâ’dan Cem’iyyet-i Muhammedî’de dâhiliz. Cihetü’l-Vahdet-i ittihâdımız tevhîddir. Peyman ve yemînimiz îmândır. Mâdem ki muvahhidiz, müttehîdiz.” (âsâr-ı Bedîiyye)
Yani ehl-i kitap, kendi sû-i iradeleriyle tevhîdden uzaklaşarak Risâleti Muhammediyeyi inkâr etmeleri sebebiyle fıtratlarına aykırı bir durum içerisine girdiler ve müşrik oldular. Ve mevcûdâtla da muhâlif bir vaziyet aldılar.
Tefsîr-i Kebîr’de beyân edildiği üzere: Peygamberimizin risâletini inkâr eden herkes müşriktir.
Hıristiyan olan Necrân heyeti Resûl-i Ekrem (sav)’in yanına geldiklerinde, Yahûdîlerden bir grup orada hazır bulunuyordu.
Cenâb-ı Hak üç dereceli bir beyânla onları ilzam ediyordu:
1.Hazret-i Îsâ (as)’ın beşerî özelliklerini sayarak, bunların ulûhiyete aykırı olduğunu beyanla Hz. Îsâ (as)’ın Allah olamayacağını bildiriyordu.
2.Bu konuda onların şüphe ve tereddütlerini giderecek delilleri ortaya koyuyordu.
3.Onlar bu delilleri kabul etmeyince, Onları Kur’ândaki i’câzın bir çeşidi olan “Mübâhele” ye (Bir meselede haklı olanın ortaya çıkması için “karşılıklı la’netleşmeye) çağırırıyordu.
Resûl-i Ekrem (sav) onları bir araya toplayarak, “kim yalancı ise, Allah’ın ona la’net etmesi” için dua etmeye çağırdı. Fakat Necrân heyeti buna yanaşmadı. Bu hareketleriyle az da olsa acziyet ve teslîmiyetlerini göstermiş oldular.
4.Allah (c.c) ehl-i kitâbı tekrar irşâd etmek için daha kolay ve daha susturucu olan dördüncü bir metotla Necrân heyetini ve orada hazır bulunan Yahûdîleri ( Ve kıyâmete kadar gelecek bütün ehl-i kitap ve ehl-i mektebi), bütün peygamberlerin ve semâvî kitapların üzerinde ittifak ettikleri bir kelimeye, yani اللّهِ رَسُولُ مُحَمَّدٌ اِلاّاللَّهُ لاَإلَهَ kelime-i kudsiyesine dâvet etti. Buna da olumlu cevap vermeyince, bütün zamanların ve mekânların Müslümanlarına şu şekilde söylemelerini emrediyordu:
“ Şâhîd olun ki, bizler müslümanız. Sizler ise müslüman değilsiniz, müşriksiniz. Çünkü sizler, kendi kitaplarınızı ve peygamberlerinizi değil, ahbâr ve ruhbânlarınızı dinleyerek, semâvî vahye yüz çevirdiniz, mağdûbîn (gazaba uğramışlardan) ve dâllîn (sapıtmışlar) gürûhundan oldunuz. Peygamberlik müessesesini sâdece kendi peygamberlerinize hâs kılmak sûretiyle, Âhir zaman Nebîsini inkâr etmiş oldunuz. Böylece “Vücûb-i Vücûdu” yani Allah’ın varlığını da inkar etmiş oldunuz. Çünkü Risâletsiz ulûhiyet mümkün değildir. Kur’ânı inkâr etmekle Cenâb-ı Hakk’ın “Kelam” sıfatını inkâr etmiş oldunuz. Kelâm sıfâtı, Allah’ın varlığının en açık ve en zâhir delilidir.
Bedîüzzaman Hazretleri, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Bir zâtın vücûdunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır.” (Şuâlar)
Böylece “Tevhîd-i sıfât”, “Tevhîd-i Esmâ” ve “Tevhîd-i Ef’âl”de Zât-ı Zülcelâl’e şerîk koştunuz.
Bu emri onlara teblîğ eden bir elçidir. O’nu kabul etmekle mükelef kılınmışız…Elçinin kabûl edilmemesi, pâdişâh emrinin kabul edilmemesi, dolayısıyla pâdişâhın saltanat ve hükümrânlığının kabul edilmemesi anlamına gelir. Elçi kabul edilse, pâdişâh kabul edilmese, o emir yine geçersiz olur. Pâdişâhın varlığına inanıp elçinin mevcûdiyetine inanılmazsa, o emrin teblîğ edilmesi yine boşunadır. Demek Sultanın kabûlü, öncelikle elçinin kabûlüne bağlıdır.
Bediüzzaman Hazretleri İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsîrinde, besmelenin başında mukadder bir “Kul= söyle,de) emri bulunduğunu ifâde ederek, “ ..Demek besmelede İlâhî ve zımnî bir emir var. Binânaleyh, bu mukadder olan “Kul” emri , risâlet ve nübüvvete işârettir. Çünkü Resûl olmasaydı, teblîğ ve ta’lîme me’mûr olmazdı.” Buyurmaktadır.
Yine Cenâb-ı Hakk’ın bu hitabı zamanımıza da bakmakta, ehl-i kitapla birlikte, ehl-i kalem, okur/yazar/çizer ve düşünürlere de hitap etmektedir.
İşte Üstad Nursî’nin mânîdâr tesbîti : “Fakat, Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyâde kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyâde kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur’ân يَا أَهْلَ الْكِتَاب * يَا أَهْلَ الْكِتَابِ hitâb-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güyâ o hitâb, doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve يَا أَهْلَ الْكِتَابِ (Ey ehl-i kitap ‘Âl-i İmrân Sûresi,64,65,70,71,98,99 ; Nisâ Sûresi, 171 ; Mâide Sûresi, 15,19 ; v.d) lâfzı, الْمَكْتَبْ ياَاَهْلَ (Ey mektepliler !) mânâsını dahi tazammun eder. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebâbetiyle, قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَىٰ كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ (Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahûdîler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin.’’Âl-i İmrân,64) sayhasını âlemin aktârına savuruyor.” (Sözler, 25. Söz)
Yani, ey mektep ehli, okur/yazarlar, ey fen bilimlerini tahsil edenler! Siz Hz.Muhammed (asm)’ın son peygamber olduğunu biliyorsunuz. Tarih kitaplarında okumuşsunuz ki, Hz.Mûsâ ve Hz.Îsâ (as) birer peygamber oldukları gibi, Hz. Fahr-ı Kâinat (sav) dahi Âlemlerin Rabbi tarafından sizlere gönderilen ve risâleti hadsiz mu’cizelerle desteklenen en son peygamberdir.
Okuduğunuz fenlere dikkat ederseniz, hepsi bir sistemden, düzenden bahsetmektedir. Âlemin bu düzeni ise tevhîdi ifade ediyor. Yani her şeyin tek elden idâre edildiğini gösteriyor.
İşte bütün bunlar gösteriyor ki, “ Kelime-i Şehâdetin iki kelâmı biribirinden ayrılmaz, biribirini isbât eder, biribirini tazammun eder, biribirisiz olmaz. Mâdem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyâdır, bütün enbiyânın vârisidir; elbette bütün vüsûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hâriç, hakîkat ve necât yolu olamaz.” (Mektûbât, 26. Mektup, 4. Mebhas)
Öyle ise tek kurtuluş, huzûr, saadet ve Cennet yolu hakîkî mânasıyla kelime-i kudsiye olan “Kelime-i Tevhîd” den geçer.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.