Kur’an’la tehdit edenlere hodri meydan!
Ünal taraf yazarı Ayşe Hür’e açık davetiye gönderdi…
Risale Haber-Haber Merkezi
Taraf yazarı Ayşe Hür’ün “Hangi Kur’ân” diye sorarak başladığı yazısı medyada köşe yazarları arasında tartışmalara neden oldu. Ünal “yanlış hikâye”nin doğrusunu Haberx sitesinden Hülya Okur’a anlattı.
Sunuş
Taraf yazarı Ayşe Hür’ün Hangi Kur’ân diye sorarak başladığı yazısı, bir tartışmayı da beraberinde getirdi. İngilizcesiyle birlikte, Allah Kelâmı Kur’ân-ı Kerim’in Açıklamalı Meali isimli geniş bir meal çalışması da yapmış olan Ünal, Ayşe Hür’ün yazısındaki iddialarla ilgili olarak 31 Ağustos 2011 tarihli Zaman gazetesinde bir yazı yayınladı. Ali Ünal, Ayşe Hür’ün yazısının bilimsel olmadığına, yanlışlar ve çelişkilerle dolu olduğuna dikkat çekiyor, böyle bir yazıdaki iddiaların hiçbir geçerliliği olamayacağına vurgu yapıyordu. Ayşe Hür’ün başlattığı tartışmaya daha sonra Zaman Gazetesi’nde Ahmet Turan Alkan ironik bir yazıyla katıldı. Ayrıca, Mustafa Akyol ve Nasuhi Güngör gibi gazeteci yazarlar da tartışmaya dahil oldular. Daha sonra, Ayşe Hür, Taraf’ta aynı konuyla ilgili ve bu yazarlara yanıt niteliğinde, yeni iddialar da içeren uzun bir yazı yazdı. Biz, bu yazı üzerine Ünal’dan bilgi istedik ve kendisine yazılı olarak bazı sorular ilettik. Ayşe Hür, kendisinin “yanlış hikâye” anlatmakla eleştirildiğini, Ünal’ın yazısında ise bu “yanlış hikâye”nin doğrusu bulamadığını ileri sürüyordu. İşte biz, Ünal’dan bu “yanlış hikâye”nin doğrusu istedik. Ali Ünal da, bunun üzerine sorularımıza hem yanıt verdi, hem de “yanlış hikâyenin doğrusu”nu kaynaklara dayanarak anlattı.
“ŞEYTAN ÂYETLERİ” (!)
Ayşe Hür’ün “Hangi Kur’an?” yazısında vahiy kâtipleri olarak zikrettiği isimlerin hiçbirisi vahiy kâtibi olmadığı gibi, evet Selman-ı Farisî’nin vahiy kâtibi olduğu da bir uydurmadır. En basit bir gerçekle ilgili olarak verdiği bilgiler ve isimler bile uydurma olan, hatasını savunurken başka skandal bir hataya daha imza atan bir yazara acaba nasıl güvenilebilir?
Öyle anlaşılıyor ki, asıl kaynağı Salman Rüşti ve Turan Dursun gibiler olduğu için bir diğer çok büyük skandal hataya daha imza atan Ayşe Hür, “Hangi Kur’an?” diye sorduğu yazısında “Şeytan âyetlerinin Kur’an’dan çıkarıldığını, Peygamber’e unutturulduğunu” iddia ediyor. “Şeytan âyetleri” uydurması, Salman Rüşti’ye aittir; hiçbir zaman Allah Rasûlü’ne “şeytan âyetleri” diye âyetler inmemiş ve hiçbir zaman Kur’ân’da böyle âyetler yer almamıştır. Salman Rüşti tarafından ileri sürülen iddia Hacc Sûresi 52. ve Necm Sûresi 19–20. âyetleri etrafında olup, bu âyetler ilk günden beri eksiksiz bütün Kur’ân nüshalarında yer almıştır ve elbette halâ vardır. Bu mevzu, aslında Kur’ân’ın Allah Kelâmı olduğunun en açık delillerindendir, fakat burada konumuz değildir.
HASSAN B. THABİT VE ZÜBEYR
Ayşe Hür, İslâmî kaynaklarda ilk siyerin Hassan b. Thabit (yazılışa dikkat) ve Zübeyr (kimdir bu Zübeyr?) tarafından yazıldığının ileri sürüldüğünü belirtiyor. Önceki yazımda, Ayşe Hür’ün iddia ettiği gibi, Islamic-awareness.org adlı güzel ve faydalı siteye dayalı olarak yazmasının mümkün olmadığını, çünkü İngilizce transkripsiyonlu Arapça kelimeleri doğru okuyamayacağını belirtmiştim. Ayrıca, Ayşe Hür bu siteye dayalı olarak yazmış olsaydı, yazısındaki skandal hatalara yer vermez, bu siteyi gerçekten çalışmış olsaydı, yazılarını yazmaktan utanırdı. Ayşe Hür’ün Hassan ibn Sabit’i İngilizce yazılışla Thabit olarak yazması, Ayşe Hür tarafından da yalanlanmayan, İngilizce transkripsiyonlu Arapça isimleri doğru okumasının mümkün olmadığı düşüncemin doğruluğunu gösteriyor.
Önceki yazısında Arapça isimleri genellikle doğru yazarken (çünkü, kaynağı Türkçe idi, meselâ Turan Dursun), bu defa, Türkçe’de Sabit olarak yazdığımız ismi İngilizce transkripsiyonla Thabit şeklinde yazıyor. Bunun yanısıra, Hassan ibn Sabit’in ilk siyer yazarı olduğu iddiasının kaynağını da doğrusu bilmek istiyorum. Hassan ibn Sabit, Peygamberimiz’in şairlerindendi. İslâm’ı kabul ettiğinde hayli yaşlıydı ve Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra gözlerini kaybetmişti. Ayşe Hür, ilk siyer yazarlarındanmış diye kaydettiği Zübeyr’in doğrusu kim ve hangi Zübeyr olduğunu da herhalde kaynağıyla bize açıklar. Ayşe Hür, İbn İshak’ın siyerinin sadece İbn Hişam gibi siyer yazarları tarafından üzerinde çalışılarak yayınlandığını sanıyor. Çok büyük bir iddia ile ortaya çıkan Ayşe Hür, ilgili literatürü de takip etmiyor. İbn İshak’ın siyeri İbn Hişam’ınkinden ayrı olarak yayınlandı. Ayrıca, bu siyerin aslının bazı bölümleri Karaviyyîn (Fas) kütüphanesinde bulunduğu gibi, İbn İshak’ın arkadaşı Musa ibn Ukbe’ye ait çalışmanın birkaç parçası da Berlin’de muhafaza edilmektedir.
HADİS KAYNAKLARI VE BESMELE
Ayşe Hür, sahih hadis kaynaklarına da dil uzatıyor ki, zikrettiği Buharî ve Müslim gibi kaynaklardaki hangi hadis veya hadislerin mevzu olduğunun ispatlandığını da bize bildirirse doğrusu memnun oluruz. Ayşe Hür’ün Suyûtî’nin el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’ân adlı eserini de hadis kaynakları arasında zikretmesi, doğrusu konuyla ilgili bilgisinin hangi seviyede olduğunu göstermeye yetiyor.
Ayşe Hür’ün bir diğer bilgisizliği de Besmele ile ilgili. Şöyle yazıyor Hür: “Tek satırlık ‘Besmele’nin (Bismillahirahmanirrahim) Kuran’ın bir âyeti olup olmadığı konusunda Dört Sünnî İmam farklı düşünmüş.”
1.Besmele, tek satır değildir, yarım satır ya tutar, ya tutmaz. Kur’ân’da satır olarak en kısa sûre olan Kevser Sûresi, sayfa olarak da, en uzun âyet ve borçlanma ile ilgili olan Bakara Sûresi: 282’nci âyet esas alınmıştır. Kur’ân ve yazılmasıyla ilgili büyük büyük iddialarda bulunan birinin bu gerçeği bilmesi gerekir.
2.Besmele’nin Kur’ân’dan âyet olduğu konusunda en küçük bir şüphe yoktur. Çünkü, Bismi’llâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm olarak Neml Sûresi (27) 30’uncu âyette geçmektedir. Her sahada her şeyi biliyormuş gibi yazan Ayşe Hür, en azından bir tefsire bakabilir ve meselâ Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinde Besmele bahsindeki şu ifadesini okuyabilirdi: “Besmele sûre-i Neml’in bu âyetinin bir cüz’ü olduğu kemâl-i sarâhatle malûmdur. Binaenaleyh bu haysiyetle besmelenin Kur’âniyeti’nde şüphe yoktur.” Görüş ayrılığı, Besmele’nin her sûrenin başında da bir âyet olarak inip inmediği konusundadır. Fakat bu görüş ayrılığı bir şey ifade etmez. Çünkü Besmele, bütün mezheplerde namaza başlarken Fatiha’dan önce okunur ve 9. sûre olan Tevbe Sûresi hariç, bütün sûrelerin başına en azından teberrüken yazılır.
HZ. ALİ VE EBU’L-ESVED ED-DÜELÎ
Ayşe Hür’ün yanlışları sıralamakla bitmez. Bir tanesi de şu: “Kur’ân’ı harekeleme işini… okurlarımdan birine göre Dördüncü Halife Ali yapmış ama bu konudaki İslâmî literatüre bakılırsa, bu konudaki ilk çalışmalar Ebu’l- Esved ed-Düeli’ye ait. (ö.69/688).” Tarihçi Ayşe Hür’ün Hz. Ali’den de, tarihten de, Ebu’l-Esved ed-Düelî’den de haberi yok gibi. İnsan, çok büyük bir iddia ile ortaya çıkar da, en azından bilgilerini ve kaynaklarını kontrol etmez mi? Ebu’l-Esved ed-Düelî, Hicrî 69, Miladî 688’de, Hz. Ali ise, Hicrî 40, Milâdi 661’de vefat etmiştir. Ebu’l-Esved ed-Düelî, Hz. Ali’nin talebesi ve yakın arkadaşlarındandı. O’nun yanında Cemel ve Sıffîn savaşlarında bulundu. Yani, Kur’ân’da ilk harekelemeyi Hz. Ali’nin yapmış (veya yaptırmış) olmasıyla Ebu’l-Esved ed-Düelî’nin yapmış olması arasında bir çelişki değil, bir bütünlük vardır. Okuyucusu, konuyu Ayşe Hür’den daha iyi biliyor.
YANLIŞ HİKÂYENİN DOĞRUSU
Ayşe Hür, “Ali Ünal’ın yazısından benim ‘yanlış’ anlattığım hikâyenin ‘doğrusunu’ öğrenebildiniz mi?” diye soruyor. Nedir bu yanlış hikâyenin doğrusu?
“Yanlış hikâyenin doğrusu Kur’ân olarak ortada duruyor. 1400 yıldır ve dünyanın her tarafında değil farklı bir Kur’ân’ın bulunması, bütün Kur’ân nüshalarında tek bir farklılığın olmaması, doğruyu en küçük bir şüphe taşımayacak kesinlikte göstermektedir.”
MUSHAFLAR KARŞILAŞTIRILDI MI?
Bütün Kur’ân nüshalarında hiçbir farklılığın olmamasını ve ikinci, üçüncü bir Kur’ân’ın hiçbir zaman bulunmadığını kanıtlamak için Ayşe Hür’ün “Mushaflar karşılaştırıldı mı?
Ayşe Hür, bir iddia ile ortaya çıkıyor: Asırlardır okunan, üzerinde çalışma yapılan, milyonlarca yazma ve basma nüshaları bulunan Kur’ân’ın Peygamberimiz’e ait Kur’ân’ın tıpkısı olamayabileceğini ileri sürüyor. Müslümanlar olarak biz de soruyor ve hodri meydan diyoruz: Kur’an’ın orijinalliği ve sıhhati konusunda aykırı iddia taşıyan kim varsa, bir araya gelsinler veya ayrı ayrı çalışsınlar, bütün imkânlarını seferber ederek 14 asırdan bu yana tek bir farklı Kur’an nüshasının varlığını göstersinler.
Ayşe Hür, bizim teklifimizi bize yöneltiyor ve “Mushaflar karşılaştırıldı mı?” diyor. Bizim içten kabûl ettiğimiz, inandığımız, doğruluğu asırlarca ortada ve aykırı tek bir delil ortaya konamamış bir gerçekten şüphemiz ve bu gerçeğe aykırı bir iddiamız yok ki, bu soruya muhatap olalım. Bu sorunun muhatabı Ayşe Hür’dür; ispat, iddia edene düşer. Siz, mushafları karşılaştırdınız veya karşılaştıranların ortaya koyduğu bir delile mi rastladınız da böyle bir iddiada bulunuyorsunuz? Hodri meydan! Karşılaştırmanızı yapın ve 14 asırdan bu yana tek bir farklı Kur’an nüshasının varlığını gösterin.
TARTIŞMAYA KONU BAZI RİVAYETLER
Ayşe Hür’ün yanlışlarına işaret ediyorsunuz. Fakat onun iddiasına paralel olarak ileri sürdüğü bazı olgular var. Örneğin, Hür’ün Hz. Ömer ve Hz Ayşe’den nakledildiğini, Müslim gibi hadis kaynağında geçtiğini, Süyûtî’nin el-İtkan adlı kitabında yer aldığını ileri sürdüğü rivayetler: Recm âyeti Kur’ân’da yer alırken şimdi yer almadığı, Ahzab Sûresi’nin aslında 200 âyet olduğu, Abdullah ibn Mes’ud’un Kur’ân’ın son iki sûresini (Felak ve Nâs) Kur’ân’dan kabul etmediği gibi hususlar. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında hakikat adına zerre kadar samimiyet taşıyan ve zerre kadar muhakeme sahibi olan, zerre kadar ilmîlik kaygısı güden bir insan, bu hikâyeleri anlatmaz. Çünkü:
1-Bütün bu rivayetleri ilk nakledenler, Hıristiyanlar, Yahudiler, müşrikler, ateistler, oryantalistler ve tabiî ki Ayşe Hür değil. Bütün rivayetler, Müslim gibi önemli ve güvenilir bir Müslüman hadisçi tarafından naklediliyor ve Süyûtî gibi müceddit kabûl edilen bir âlim tarafından el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’an isimli eserinde zikrediliyor. Bu rivayetler Kur’ân’ın sıhhatine halel getirecek olsaydı, ya adı geçen âlimler ve daha başkaları bunları rivayet etmez, gizler, eserlerine almaz ve körü körüne bir inançla Kur’ân’ın sıhhatine inanmaya devam ederlerdi veya Allah Rasûlü’ne inen Kur’ân ile sonraki nesillere aktarılan Kur’ân’ın aynı Kur’ân olmadığını kabûl ederlerdi. Fakat hem bu rivayetleri kaydedip, hem de Kur’ân’ın sıhhati konusunda tek bir şüphe taşımadıklarına göre, demek ki bu rivayetlerin Kur’ân’ın sıhhatine halel getirici rivayetler olmadığının farkındaydılar.
2-Bu rivayetler, tarih boyu hiçbir mezhepteki hiçbir Müslüman, hattâ gayr-ı Müslim tarafından Kur’ân’ın değiştirildiği gibi bir iddia adına kullanılmamış ve aklı başında, başka maksat taşımayan kimse tarafından Kur’ân’ın sıhhatine halel getirici olarak görülmemiştir.
3-Bu rivayetlerin kendilerinden nakledildiği Hz. Ömer (r.a.), Kur’ân’ın Hz. Ebu Bekir zamanında bir mushaf haline getirilmesine önayak olan sahâbîdir ve Hz. Ebu Bekir’den sonra 10 yıl halifelik yapmış, 10 yıl süreyle Medine’de ve seyahatte bulunduğu Filistin’de, Suriye’de günde 5 defa olmak üzere 18.000’den fazla namaz kılmış, halife ve emîrü’l-mü’minîn olarak bu namazlarda imamlık yapmıştır. Kendisinden bu kadar namazda elimizdeki Kur’ân’dan farklı âyetler ve sûreler okuduğuna dair tek bir nakil yoktur. Eğer farklı bir okuması olmuş olsaydı, en azından zahiren Müslüman görünen, dolayısıyla namazlarda yer alan münafıklar tarafından bu nakledilirdi. Hz. Ayşe (r.anhâ), Allah Rasûlü’nün pak zevcelerinden olarak, Allah Rasûlü’nden sonra 46 yıl daha yaşamıştır ve İslâm tefsir, hadis ve fıkhının temelindeki en önemli âlimlerdendir. Hz. Ayşe’nin de kendine ait mushafı vardı. Hz. Osman (r.a.), hilâfeti döneminde mushafı çoğaltmaya başlamadan önce Hz. Ayşe validemizden Peygamber Efendimiz tarafından yazdırılan ve yanında bulunan metinleri istedi ve mushaf çoğaltılırken bu metinler de kullanıldı. Çoğaltma işi bitince Hz. Osman bir nüshayı Hz. Ayşe’ye gönderip, onun tasdikini de aldı. (İbn Şebbe, Tarihü’l-Medine, s. 997; İbn Uşta, el-Mesahif, nakl. Süyûtî, el-İtkan, 2:272) Hz. Ömer’den de, Hz. Ayşe’den de ilk günden beri elimizde bulunan Kur’ân dışında farklı tek bir âyet okuduğu nakledilmiş değildir.
4-Abdullah ibn Mes’ud (r.a.), Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hilâfeti dönemlerinde Kûfe’de yıllarca kadılık yapmış, talebe yetiştirmiş, namaz kıldırmıştır. Hanefî fıkhının Sahabe’ye dayalı en önemli kaynaklarından olan İbn Mes’ud’dan da elimizdeki Kur’ân’dan farklı bir âyet veya sure okuduğu hiçbir kaynakta kayıtlı değildir. Onun Muavizeteyn’i (Felâk ve Nâs sûreleri) Kur’ân’dan saymadığı iddiası konusunda İmam Nevevî, İbn Hazm, Fahrüddin er-Razi, Bakıllânî gibi büyük âlimler, bunun Hz. İbn Mes’ud’a iftira olduğunu belirtmişlerdir. Bununla birlikte, bu sûreler Peygamber Efendimiz’e Medine’de büyü yapıldığında indiği için İbn Mes’ud’un bu sûreleri dua kabul ettiği ve Kur’an’a dahil görmediği İbn Hacer al-Askalânî gibi bazı âlimler tarafından kabul edilmiş de olsa, bu konuda İbn Mes’ud tek kalmış ve bu görüşü kesinlikle kabûl görmemiştir. İbn Hacer el-Askalânî de, “Bütün bu rivayetler, âhâd (tek kişiye dayanan) rivayetlerdir. Âhâd rivayetlerle Kur’an’dan bir şey sabit olmaz; çünkü Kur’an, tevatürle (Sahabîlerin ve sonraki âlimlerin icmaı ile) sabittir.” değerlendirmesinde bulunur ve anlayan için gerçeğin ta kendisini ifade eder. (Zerkanî, Menahilü’l-İrfan, 1:275; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 8:964)
5-İlk dönemde Şiîler içinde Hz. Ebu Bekir zamanında meydana getirilen ve Hz. Osman zamanında çoğaltılan mushaf konusunda bir–iki itiraz teşebbüsü olmuş, fakat Şia hadis ve fıkhının dayandığı en önemli âlimlerden Şeyhu’t-taife et-Tusi, “Elimizdeki ve bütün Müslümanlarca kabûl edilen Kur’ân’da değişiklik iddia eden kâfir olur. Çünkü böyle bir iddia, ‘Zikr’i (Kur’ân’ı) Biz indirdik ve O’nun koruyucusu Biz’iz.’ (Hicr Sûresi/15: 9) âyetine terstir. İkinci olarak, Hz. Ali’den sözkonusu mushaflarla ilgili olarak tek bir itiraz nakledilmemiştir.” hükmünü vermiştir. Şeyh Saduk olarak anılan bir başka önemli Şiî alim Ebu Cafer Muhammed ibn Ali de, “Allah Rasûlü’ne inen Kur’ân, bizim ve bütün Müslümanların elinde bulunan, iki kapak arasındaki yegâne Kur’ân’dır. Bizden farklı bir inanç nakleden yalancıdır.” diye yazar. (Muhammed Ebu Zehre, İmam Cafer es-Sadık; Ebu Cafer Muhammed ibn Ali (Seyh Saduk), el-İtikadatü’l-İmamiye, s. 77)
6-Ayşe Hür’ün zikrettiği rivayetler, nesihle alâkalıdır ve bütün âlimler tarafından bazısı hükmü bâki, okunuşu, lâfzı mensuh; bazısı da lâfzı da hükmü de mensuh âyetler kategorisinde ele alınmıştır.
Burada şu noktaya da temas etmem gerekiyor: Ayşe Hür, Zaman’da çıkan yazımla ilgili olarak “bol bol alaycı cümle, mugalâta, dogma vardı ama ‘gerçek’ ve/veya ‘doğru’ hikâye yoktu” diyor. İnsaf! Ben, yazımı Ayşe Hür’ün iddialarının bir değer ifade etmediğini belirtme sadedinde yanlışlarına ve çelişkilerine işaret etmek için yazdığımı ifade ettim; evet, Ayşe Hür’ün yazısı, sadece alayı hak ediyordu. Fakat yazımda hangi mugalâta, hangi dogma olduğunu göstermek de Ayşe Hür’e düşüyor.
KUR’ÂN’IN KORUNMASI
Bugün ve asırlardır elimizde bulunan Kur’ân’ın Peygamberimiz’e inen Kur’ân olduğunun kanıtları nelerdir?
Kur’ân metni, bizzat Hz. Peygamber aleyhissalâtü vesselâm zamanında çeşitli yollarla korunmuştur:
1-Allah Rasûlü (s.a.s.), Kur’ân’ı vahiy olarak Hz. Allah’tan kendisine getiren Hz. Cebrail’le Ramazan’da her gece bir araya gelir ve karşılıklı birbirlerine Kur’ân okurlardı. (Buharî, “Savm”, HN: 1803). Hz. Cebrail, Allah Rasûlü’nün son senesindeki Ramazan’da Kur’ân’ı Allah Rasûlü’ne iki defa okudu. Bu, kaynaklarda arza-i âhira (son arz) olarak zikredilmiştir. (Buhari, “Alâmatü’n-Nübüvve”, HN: 3426, İbn Hanbel, el-Müsned, 1:275)
2-Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), inen her bir âyeti vahiy kâtiplerine yazdırıyor ve Kur’ân’ın neresine konacaksa, oraya koyduruyordu. Allah Rasûlü, inen vahiyleri yazdırdıktan, yazılanları okutup dinledikten sonra onlarla halkın arasına çıkardı. (Taberani, Mucemü’l-Evsat, 2:257, HN. 1943) Bu yazma o kadar dikkatle oluyordu ki, bu konuda Kur’ân’ın aynen korunduğuna önemli bir delili İbn Mübarek, Abdülaziz ed-Debbağ’dan nakleder:
“Kur’ân’ın yazılmasına ve mushaflar hazırlanırken Allah Rasûlü zamanındaki yazılma şekline riayete o kadar dikkat edilmiştir ki, bazı kelimelerde farklı olmaması gerekir diye düşündüğümüz yazım farklıkları dahi ilk günden beri titizlikte ve aynen korunmuştur. Meselâ ilk günden bu yana bütün mushaflarda “mie” kelimesinde fazla bir “elif” varken, aynı şekilde yazılması gereken “fie”de bu “elif” yoktur (Enfal Sûresi/8: 65, 66, Bakara Sûresi/2: 249); “seav” kelimesinin sonunda bir yerde (Hacc Sûresi/22:51) “zâid elif” varken, bir başka yerde (Sebe’ Sûresi/34:5) aynı “seav” kelimesinde yoktur. Yine, “es-Salât, ez-Zekât, el-Hayât” ve “el-Mişkât” gibi kelimelerde çekerler üstüne ait olduğu ve dolayısıyla “elif”le yazılması gerektiği halde “vav” ile yazılmıştır. Yine, “Se-ürîküm, ülâike” gibi kelimelerde fazladan, okunmayan “vav” vardır. Bunlar, Allah Rasûlü’nden böyle sâdır olmuş, Sahabe böyle yazmıştır. Mevcut Kur’ân nüshalarında da böyledir. Çoğaltılabilecek bu örnekler, ancak ehlinin bilebileceği İlâhî birer sırdır ve Kur’ân’ın Peygamberimiz’e indiği ve O’nun tarafından yazdırıldığı şekilde aynen korunduğunu gösterir. (el-İbriz, 297; Zerkanî, Menahilü’l-İrfan, 1:382)
Abdülaziz ed-Debbağ hazretlerinin çok kıymetli tesbitlerine bir ilavede bulunacak olursak: Kur’ân’da, ispat-ı vücud hastası bazı akl-ı evvellerin “Kur’ân’da gramer hatası var” iddiasına sebep olan gramer farklılıkları da vardır. Meselâ, güneş müennes (dişil) bir kelime olduğu halde yanyana iki âyette (En’am Sûresi/6: 77–78) hem müzekker (eril), hem müennes kullanılır. Yusuf Sûresi’nde (âyet: 30) Hz. Yusuf zamanında Mısır başkentinde saray çevresindeki kadınlarla ilgili olarak müennes (dişil) değil, müzekker (eril) fiil kipi, Hucurât Sûresi’nde (âyet: 14) bazı erkek bedevîler için müzekker değil, müennes fiil kipi kullanılır. Bu kullanışlar, burada açıklanması konumuz olmayan çok önemli manâlar yüklüdür. Konumuzla alâkalı olarak ise, bu misaller, Kur’ân’ın Allah Rasûlü zamanında yazılmasına, daha sonra çoğaltılırken harf harf aynen korunmasına ne kadar önem verildiğini gösteren binlerce örnekten sadece birkaçını teşkil eder.
3-Vahyin gelişine Sahâbe şahit olurdu. Hz. Cebrail’in bazen bir yolcu, bazen Sahâbe’den Dıhye suretinde geldiği de vâkidir. Ayrıca, vahiy esnasında Allah Rasûlü’nün içine girdiği durumu herkes görürdü. (Buharî, “Bedu’ü’l-Vahy”, 2, 3; “İman”, 43) Peygamberlere gelen vahiylere onların sahabîlerinin şahit olduğu Kurân’da da açıktır. Meselâ, Hz. Musa ile Tur’a çıkan 70 kişi, Hz. Musa’nın Cenab-ı Allah ile konuştuğuna ikna olacak şekilde vahyin alâmetlerini bizzat görmüşlerdi. (A’râf Sûresi/7: 155; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İlgili âyetin tefsiri) Yani, bazılarının zannettiği gibi, peygamberlere, vahye, peygamberliğe inananlar, görmediklerine, şahit olmadıklarına inanmadılar; gördüklerine, şahit olduklarına, tecrübe ettiklerine, yaşadıklarına inandılar.
4-Rasûlüllah (s.a.s.), Kur’an’ı ashâbına okur, onların da bazısı yazar, bazısı ezberler, pek çokları, hem yazar, hem de ezberlerdi. (Müslim, “Fedail-i Kur’an”, HN: 794: Buhari, “Tefsir”, HN: 4360; “Fedailü’s-Sahabe”, HN: 3598) Kur’ân’dan okumak namazda farz olduğu için, bütün Sahabîler Kur’ân’dan mutlaka bazı yerleri ezberliyorlardı. Sahabe, hafıza dâhileriydi. Âyetler indikçe ezberlerler, yazarlar, manâları üzerinde çalışırlar, bu konuda birbirleriyle yarışırlardı; hattâ evlenirken Kur’an öğretme, mehir olarak kabul görürdü. Daha risaletin ilk yıllarında, meselâ Hz. Ömer, eniştesi Said ibn Zeyd’in evinde yazılı bulunan Tâ-Hâ Suresi’nin ilk sayfasını okuyunca Müslüman olmuştu. Allah Rasûlü, Kur’an öğretmek üzere etrafa muallimler gönderirdi; hicretten önce Mus’ab ibn Umeyr ve İbn Ümm Mektum Medine’ye gönderilmişti. Bi’r-i Maune faciasında aynı maksatla gönderilen bazı kaynaklara göre 70 (İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye), bazılarına göre 140 hafız şehid edilmişti (Menahilü’l-İrfan, 1:242; Dr. Muhsin Abdülhamid, Ulumü’l-Kur’an ve’t-Tefsir, 12–13). Sahabe’den Ubade ibn Samit, “Bir insan hicret edince, Müslüman olunca, Allah Rasûlü hemen ona Kur’ân öğretecek birini gönderirdi. İnsanlar, Mescid’de Kur’ân okur, onu mütalâa ederlerdi. Mescid, Kur’ân sesleriyle öyle çalkalanırdı ki, Allah Rasûlü, okumalar birbirine karışmasın diye alçak sesle okumalarını söylemek mecburiyeti duymuştu. (Ebu Nuaym el-İsbahanî, Hılyetü’l-Evliya, 1:107; Menahilü’l-İrfan, 1:241) Allah Rasûlü (s.a.s.), ashâbının evlerinin yanında geçerken Kur’ân seslerini duyardı (Buhari, “Gazavat”, 3991) Sahâbe, öğrendiklerini çocuklarına, torunlarına öğretir, bir-kaç gün geçmezdi ki, Kur’ân’dan ezberlediklerini Rasûlüllah’a arzederlerdi (Menahilü’l-İrfan, 1:247)
5-Okuma–yazma, Arabistan’da İslâm’dan önce de vardı ve Ayşe Hür’ün iddialarının aksine Araplar, yazı dili olarak da Arapça’yı kullanırlardı. M. 1. yüzyıl başlarından kalma Arapça yazma bazı metinler günümüze kadar gelmiştir. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi isimli eserinde bu konuda kıymetli bilgiler verir:
“Bugün elimizde, İslâm’dan önce, hattâ bazıları M. 1. yüzyıl başlarında Hicaz, Yemen, Necd ve Arap Yarımadası’nın diğer bölgelerindeki şairlerce kaleme alınmış çok sayıda şiir ya da küçük nazım parçaları bulunmaktadır. Bunların hepsinde aynı dil, aynı dil kuralları ve aynı ölçüler (vezin) göze çarpar. Aynı şekilde, elimizde İslâmî dönem öncesine ait atasözleri, meşhur kitabe ve nutuklardan cümleler, bazı kâhin ve hakemlerin söylemiş oldukları cümleler, çocuk ninnileri, kabilelerin yeni meralar ve su kaynakları aramak üzere gönderdikleri keşifçi ya da öncülerin (ra’îd) dolaştıkları bölgeleri tariflerinden ibaret anlatımlar ve daha birçok diğer konuyla ilgili düzyazı metinler içeren nesneler de bulunmaktadır. Bu düzyazı parçalarda kullanılan dil, şiir şeklinde yazılanlardan kesinlikle farklı değildir. İşin daha da ilginç yanı, Kur’ân’da karşılaştığımız dil özellikleri bunlardakiyle aynıdır. Arapça’nın bizâtihî sahip olduğu kurallar aslında o denli sabit ve yerleşik bir hal almıştır ki, Kur’ân’ın derlenmesinin üzerinden 14 yüzyıllık bir süre geçmesine rağmen, bu kurallarda hiçbir değişiklik olmamıştır.
“Ukâz panayırında okunan ve en mükemmel olarak kabul edilen şiirler (Muallâkat-ı seb’a / yedi askı) yapraklar üzerine yazılarak Mekke’deki Kâbe’nin içine asılırdı.
“El-Hâris ibn Kelede, Mekke’de hekimlik yapardı; hattâ halk sağlığı üzerine bir kitap yazdığı da söylenir ki, bu esere ait uzun parçalar günümüze kadar korunagelmiştir.
“Bugün elimizde Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından yazılmış Arapça şiir antolojileri de bulunmaktadır. Dil ve edebiyatla ilgili (filolojik) incelemeler, İslâm Öncesi Arapça’sında yazı sanatı ve yazıyla ilgili çok sayıda terim bulunduğunu bize açıkça göstermektedir. Sadece Kur’ân’da bile şu kelime ve terimlere rastlamaktayız: “Kırtâs” ve “karâtîs (karton gibi, üzerine yazı yazılan sert ve kalın düz şey veya papirüs); “rakk” (parşömen, üzerine yazı yazılan özel deri); “esfar, zübür, kütüb, suhuf vs. (kitaplar, yapraklar, sahifeler); “kalem, aklâm (kalemler), nûn (hokka), imlâ (yazdırma), sefere (kâtipler), ketebe (yazdı), kitap, nesaha (çoğalttı), nüsha, sicil, hâtem (mühür).”
İslâm ile birlikte okuma ve yazma daha da gelişti. Kur’ân, iniş sırasına göre 1’inci suresinde kalemle yazıp öğretmenin Allah’ın insanlara nimeti olduğunu beyan buyururken (Alâk Sûresi/96: 4), 2’nci sûresinde, kaleme, yazmaya, kalemle yazanlara yemin eder (Kalem Sûresi/68: 1) Dolayısıyla, Allah Rasûlü, yazmayı teşvik ediyordu. (Müslim, “Zühd ve Rakaik”, HN: 3004) Yazılan Kur’ân sayfaları Mekke’de Müslümanların elinde dolaşırdı. Yazma, pek çok sahada yaygındı (Buhari, “Lukata”, 2302; İbn Hanbel, el-Müsned, 5:158) Meselâ, Allah Rasûlü Medine’ye hicretinde yerli Arap ve Yahudi kabileleriyle yazılı anlaşma yapmıştı. Yine, Huzeyfe ibn Yeman’ın nakline göre, Hicret’i müteakip Peygamber Efendimiz, yetişkin erkek Müslümanların sayılarını tesbit için “İslam’ı telaffuz edenlerin isimlerini bana yazın getirin!” buyurmuştu ve “1500 kişinin ismi yazılmıştı”. (Buhari, “Cihad ve’s-Silm”, 2895) Kur’ân-ı Kerim, borçlanmaların yazılmasını emrediyordu (Bakara Sûresi/2: 282) Medine’de yalnız Kur’ân âyetleri yazıya geçirilmiyordu; Zübeyr ibn Avvam ve Cehm ibn Salt, zekâtları; Huzeyfe ibn Yeman, bal gibi bazı üretim maddelerini; Muğire ibn Şube ve Husayn ibn Nemir borçları, muameleleri; Şurahbil ibn Hasene, krallara gönderilecek tevkîleri yazardı. (Demirî, Hedyü ehli’l-İman ila Cemî’ı’l-Fukahai’r-Raşidini’l-Qur’an, 23) Sahabe içinde çokları Kur’ân âyetlerini yazıyordu; bir seriyyeye çıktıklarında yeni âyetler inerse, döndüklerinde bunları da yerine kaydeder ve ezberlerini buna göre yenilerlerdi. (Menahilü’l-İrfan, 1:247) Kısaca, Kur’ân, Rasulüllah’ın vefatından önce sadırlarda (hafızalarda) ve kaydedildiği malzemeler üzerinde yazılı olarak mevcuttu (İbn Abdilberr, el-İstiab fi Marifeti’s-Sahabe, 1:533); Kur’an’ın tamamı yazılmıştı ve âyet âyet, sûre sûre nihaî tertibini almış ve buna göre çok kişinin elinde kayda geçmiş olarak bulunuyordu. (Süyutî, el-İtkan, 1:136; İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, 9:15)
MUSHAFLAR
Peygamberimiz’den sonra oluşturulan mushaflar hakkında ne dersiniz?
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Yemame Savaşı’nda çok sayıda hafız şehit olunca Hz. Ömer’in telkinleriyle “resmî” bir Kur’ân nüshası hazırlanması işine girişildi. Zeyd ibn Sabit’in çalışmasıyla bu nüsha hazırlandı ve adına mushaf dendi. Elbette bu resmî Mushaf’tan başka Kur’ân nüshaları pek çok sahabînin elinde bulunuyordu. Çünkü onlar için Kur’ân’la meşguliyet en önemli, en şerefli işti, ibadetti; onu okuyorlar, öğreniyorlar ve öğretiyorlardı.
Kur’ân’da bazı kelimelerle ilgili olarak, manâyı değiştirmeyen önemsiz telâffuz farklılıkları vardır. Bizzat Hz. Peygamber’in hayatında Hz. Ömer (r.a.), Hişam ibn Hakim’in Furkan Sûresi’nden bazı kelimeleri farklı telâffuz ettiğini duyunca, onu yanına alarak Peygamber Efendimiz’e gelir ve meseleyi tahkik eder. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm, her ikisinin okuyuşunu da dinler ve her ikisine de, “İşte Kur’ân bana bu şekilde nâzil oldu!” buyururlar. (Buharî, “Husumet,” 4; Müslim, “Müsafirûn,” 270)
Hz. Osman (r.a.) zamanında, fetihlerin genişleyip yeni Müslüman olanların da çoğalmasıyla, bu telâffuz farklılıkları bir problem teşkil etme temayülünde görüldü. Hemen bir tedbir olarak, Hz. Ebû Bekir zamanında meydana getirilen resmî nüsha çoğaltıldı ve kıraat birliği sağlanması için Mekke, Şam, Kûfe, Basra, Yemen ve Bahreyn gibi eyaletlere dağıtıldı.
El-Kindi (öl. 236/850), Hz. Osman’ın çoğalttırdığı mushaflardan Şam’a gönderileni Malatya’da gördüğünü kaydeder. İbn Batuta ise (779-1377), Hz. Osman’ın hazırlattığı nüshalardan çoğaltılan mushafları ve o nüshaların bazı sayfalarını Gırnata, Marakeş, Basra ve daha başka şehirlerde gördüğünü belirtir.
Meşhur tarihçi, hadisçi ve müfessir İbn Kesir (öl. 774/1372), Osman Mushafı’nın Filistin’den getirilen bir nüshasını gördüğünü kaydeder. Kahire’de el-Hüseyin Camii’nde bulunan nüsha da Hz. Osman Mushafı’ndan çoğaltılmıştır.
İbn Cübeyr (öl. 614/1217), Medine’deki nüshayı 1184 yılında Mescid-i Nebevi’de gördüğünü anlatır. Bu nüsha 1915 yılına kadar orada kalmış, bu tarihte Türkler tarafından İstanbul’a götürülmüş, oradan da Birinci Dünya Savaşı’nda Berlin’e nakledilmiştir. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren Versay Anlaşması’nın 246. maddesi şöyledir:
“Bu anlaşmanın yürürlüğe gireceği tarihten itibaren altı ay içinde Almanya, Türk yetkililer tarafından Medine’den alınıp, sabık imparator William II’ye sunulduğu belirtilen Kur’ân’ın halife Osman’a ait orijinal nüshasını Hicaz Kralı majestelerine iade edecektir.” (Israel, Fred L. (ed.): Major Peace Treaties of Modern History, New York, Chelsea House Pub. s: 11: 1418)
Hz. Osman zamanında çoğaltılan nüshalardan biri veya bazılarına, meselâ meşhur seyyah İbn Batuta’ya göre, bizzat Hz. Osman’a ait Mushaf, Emevîler tarafından Endülüs’e götürüldü. Oradan Fas’a geçti. Hz. Osman şehid edildiği esnada o Mushaf’ı okumakta olduğu için, Mushaf’ta kan izleri vardı. İbn Batuta, bu Mushaf’ı üzerindeki kan izleriyle birlikte gördüğünü kaydeder.
Semerkant’ta bulunan nüsha, kuvvetli delillere göre sözkonusu Osman Mushafı, en azından, doğrudan bu Mushaf’tan çoğaltılmış olan bir nüshadır. Bu mushaf, 1485’te Fas’tan Semerkand’a getirilmiş ve 1869’da da Ruslar tarafından Petersburg’a nakledilmiştir. 1905’te S. Pisareff tarafından bu nüshanın 50 kopyesi çıkarılmış, biri Sultan Abdülhamid’e, biri İran Şahı’na, biri Buhara Emiri’ne, biri Afganistan’a, biri Fas’a ve daha bazıları da önemli Müslüman şahsiyetlere gönderilmiştir. Bir kopyası, günümüzde Amerika’da Kolombiya Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Petersburg’daki aslî nüsha 1924’te yeniden Özbekistan’a iade edilmiş olup, şu anda Taşkent’tedir. 1980’de ABD’deki nüsha çoğaltılmış ve merhum Muhammed Hamidullah buna 2 sayfalık bir önsöz yazmıştır.
Osman Mushafı’nın Tarihi’nin yazarı olan Raden Mahdum İbrahim, Taşkent’teki nüshanın ilk nüshalardan biri olduğunun bazı delillerini şöyle zikreder.
a-Mushaf’ın Hicrî 1. asrın ilk yarısında kullanılan el yazısıyla yazıldığı gayet açıktır.
b-Daha sonra çoğaltılan nüshalar kâğıda benzer malzeme üzerine yazılırken, bu nüsha, ceylan derisi üzerindedir.
c-Yazıldığı tarihten yaklaşık 80 yıl sonra Kur’ân’a konan noktalamalar, bu nüshada yoktur.
d-Hicrî 68’de vefat eden Ebu’l-Esved ed-Düelî tarafından Kur’ân’a konan harekeler de bu nüshada yer almamaktadır. (https://www.muhammad.net/quran/ulumulQuran/004.htm)
H.3. ve 4. asırda Kur’ân tarihine dair eser yazanlar, İbn Mes’ûd, Übeyy İbn Kâ’b gibi zâtların özel mushaflarını gördüklerini bilhassa belirtmektedirler. Elbette bu mushaflarla Osman Mushafı ve elimizdeki Kur’ân nüshaları arasında hiçbir fark yoktur.
Netice olarak, Hz. Osman tarafından çoğalttırılan Kur’ân nüshalarının en az ikisi elan elimizde bulunmaktadır. Bundan ayrı olarak, Hz. Ali’ye ait olduğu kaydedilen bir nüsha da Irak Necef’te Darü’l-Kütübi’l-Aleviye’de korunmaktadır. Bu nüshanın başında, “Ali ibn Ebî Talip, bunu Hicrî 40 yılında yazdı.” notu yer almaktadır (Attar, D., Mujaz ‘Ulum al-Qur’an, Beyrut 1399/1979, s: 116).
Tarih boyu bütün âlimler ve Müslümanlar, ilk günden bu yana elimizde bulunan Kur’ân nüshalarının Hz. Peygamber’e inen ve Hz. Osman tarafından nüshaları çoğaltılan Kur’ân olduğu konusunda müttefiktirler. Hz. Osman’ın bu hizmeti bütün Sahabe’nin takdirini, tasvibini ve teşekkürünü kazanmıştır. (Süyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 1:333; Ebu Abîdi’l-Kasim ibn Selâm, Fedailü’l-Kur’an, 2:102; Menahilü’l-İrfan, 1:216; İbn Ebî Davud, Kitabü’l-Mesahif, 1:188; Süyûtî, el-İtkan, 1:131) Kadı Iyaz, “Bütün Müslümanlar, her tarafta okunan Kur’ân ve yazılan mushafların Fâtiha’dan Nâs’a harf harf, kelime kelime olarak Allah’ın Kelâmı aynı Kur’ân olduğu konusundan tam ittifak halinde olmuşlardır. Bundan bir harf eksilten veya ona ilavede bulunan, bir harfi değiştiren kâfir olur ve yaptığı Kur’an’dan olmaz.” (Kitabü’ş-Şifa, 1102-1103) diye yazar ve bu hüküm, bütün Müslüman âlimlerin ilk günden beri paylaştığı hükümdür.
Burada şunu da ifade edelim ki, bugün elimizde meselâ Eflâtun’a ait olarak okuduğumuz ilk çağlardan bile kalma kitaplar vardır. Asırlar, asırlar öncesine ait kitaplar vardır. Herhalde bu kitapların hepsinin ilk, hattâ ilk asırlardaki nüshaları dahi yoktur. Fakat bu kitapların gerçek olması için illâ ilk nüshaların korunmuş olması gerekmez. Çünkü kitaplar çoğaltılarak, yeni baskıları yapılarak devreder. Kur’ân’ın ilk yazma nüshaları elde olsun olmasın, 1400 yıldır tek farklı bir Kur’ân’ın bulunmamış olması, değil farklı bir Kur’ân’ın bulunmaması, dünyanın her tarafındaki Kur’ân nüshalarının hep aynı olması, farklı bir Kur’ân ve Kur’ân’da farklılık iddiasında bulunulamaması, Kur’ân’ın ilk günden beri aynen korunduğunu ispata kâfidir.
PEYGAMBERİMİZ’İN MEKTUPLARI
Günümüze kadar sadece Kur’ân değil, bizzat asıllarıyla Peygamber Efendimiz’in bazı krallara gönderdiği mektuplar da gelmiştir. Habeşistan kralı Necaşî’ye, Mısır meliki Mukavkıs’a, İran Kisra’sına, ayrıca Umman’da birlikte hükümdarlık yapan Ceyfer ve Abd’e gönderilen mektupların asılları da mevcuttur. Muhammed Hamidullah, bu mektuplar, bulunmaları ve şu anda nerede oldukları konusunda etraflı bilgi verir. (İslâm Peygamberi, 516, 531, 702/3–5 no.lu paragraflar)
BİLİMSELLİK VE İMAN
Müslümanlık’ta bir şey “inandık” demekle bitiyor mu? İnanmanın dayandığı bilimsel deliller gerekmiyor mu?
Ayşe Hür, tartışılan konunun, yani Kur’ân’ın sıhhatinin ispat ve inkâr edilemeyeceğini, çünkü meselenin inanç meselesi olduğunu iddia ediyor ve “… herkes bilir ki, inancın bilimsel dayanağa ihtiyacı yoktur. ‘İnanıyorum’ dersiniz olur biter.” diyor. Her şeyden önce, üzerinde durduğumuz mesele, metafizik bir mesele değil; müşahhas bir vakıayı tartışıyoruz. Böyle bir vâkıada dogmalara yer olmaz. Ayrıca, Ayşe Hür, İslâm’da da ilim ve iman münasebetinin Hıristiyanlık’ta ve modern bilim anlayışındaki ile aynı olduğunu zannediyor. İnanmak kelimesinin Arapça karşılığı olan iman, “E-Mi-Ne” fiil kökünden gelir. Bu fiil, “emin olmak” manâsınadır. Fiilin dört harfli (rubâî) şekli Â-Me-Ne, “güven vermek” demektir. İman kelimesi, bu fiilin masdarıdır. Yani, kelimenin bizzat manâsında, karakterinde güven, kesinlik, şüpheden uzak olma vardır. İkinci olarak, daha Batı’da ampirik bilgiden, deney ve tecrübeden bahsedilmeden asırlarca önce Kur’ân-ı Kerim, hem ilmin, hem de imanın kesinlik derecelerini “ılme’l-yakîn (okumaya, duymaya dayalı kesinlik), ayne’l-yakîn (görmeye, gözleme dayalı kesinlik) ve hakka’l-yakîn (bizzat tecrübeye, yaşamaya dayalı kesinlik) olarak zikrediyordu. Dolayısıyla, bazı avam Müslümanların imanı taklide dayansa da, İslâm imanı öyle Hıristiyanlık’taki gibi, modern bilim anlayışının ileri sürdüğü gibi, “İnanırsın olup biter” imanı, yani dogma değildir. O, ilme, görmeye, müşahedeye, tecrübeye, yaşamaya, tahkike dayanır. Tahkik–taklit ayırımı İslâm tarihi boyunca hep yapılmıştır. Yukarıda vahye Sahâbe’nin de şahit olduğu ifade edildi. Peygamber’e, vahye, peygamberliğe inanan kimse, görmediğine, bilmediğine iman etmedi; tam tersine, gördüğüne, kesin bildiğine iman etti. İslâm’da ilim ile imanın ayrılmadığını ve sözünü ettiğim yakîn mertebelerini az–çok okumuş her Müslüman bilir. Ayşe Hür’ün “… herkes bilir ki, inancın bilimsel dayanağa ihtiyacı yoktur.” iddiasındaki herkese Müslümanlar dahil değildir. Din, ilimdir, tecrübedir, hayattır.
ERKEN DÖNEM İSLÂM TARİHİ VE BİLİMSEL ARAŞTIRMALAR
Erken dönem İslâm tarihi ve bilimsel araştırmalar konusunda ne dersiniz? İslâm’ın ilk yayıldığı coğrafyada arkeolojik kazı yapılamıyor mu? Bu sorunun yanıtını da aşağıda bulacaksınız.
Ayşe Hür’ün maalesef hiçbir kriteri yok. İddiaya bakın: “Erken dönem İslam tarihini ‘bilimsel’ kriterlere göre araştırmak isteyen birinin işi çok zordur. Çünkü o dönemde kaleme alınmış yazılı kaynak çok azdır. Suudi Arabistan yönetimi izin vermediği için, İslamiyet’in merkez coğrafyasında arkeolojik araştırma yapılamadığından, fiziki kanıtlar da çok azdır. Elde bulunan kanıtlar üzerine bilimsel araştırma yapmaya kalkanların önünde Salman Rüşti örneği durur…” Önce sormak isterim: Salman Rüşti, hangi bilimsel araştırmayı yapmış? Sonra, Selman Rüşti’ye Humeynî’nin uygulanmayan fetvası dışında ne yapılmış? İkinci olarak, erken dönem İslâm tarihi hangi yılları kapsıyor? Ayşe Hür, Kur’ân’ın mushaflar halinde çoğaltıldığı Hz. Osman zamanında İslâm’ın bütün Arabistan, Mısır, Filistin, Suriye, Güney–doğu Anadolu, Doğu Anadolu’nun bir kısmı, İran, Afganistan–Türkmenistan–Özbekistan bölgesinin bazı bölgeleri, İndüs vadisine kadar yayıldığını herhalde bilmiyor. Buralarda da mı arkeolojik kazı yasak? Yasak olmadığını ve hem de Arabistan’da dahi arkeolojik kazılar yapıldığını, kendisiyle çelişmesi âdeti olan Ayşe Hür’ün bizzat kendisinden, son yazısının sonlarındaki bir iddiasından öğreniyoruz.
ELDE NE VAR?
Ayşe Hür, erken dönem İslâm tarihinden elde var olduğunu iddia ettiği bazı şeyleri bir çırpıda sıralamış. Bir iddiası da şu: “692 yılında inşa edildiği sanılan Kubbet’üs Sahra’daki biri mozaik, diğeri bakır plaka üzerinde yine Kur’ân’dan alınma (ama bugünkü metinlerden farklı) alıntılar:”
Eğer Ayşe Hür, tarih boyu var olmuş Kur’ân’dan farklı böyle bir Kur’ânî alıntının varlığını ve farklılıkları ispatlayamazsa, sadece bir müfterî olacaktır.
Ayşe Hür’e bu ilk dönemlerden elde bulunanlardan bir tanesini söyleyivereyim: Meşhur sahabî Hz. Ebu Hüreyre’nin damadı ve talebesi Hemmam ibn Münebbih’in Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bazı hadisleri ihtiva eden es-Sahifetü’s-Sahiha’sı var. Muhammed Hamidullah, bu Sahife’yi neşretmiş bulunuyor.
AYŞE HÜR VE ORYANTALİZM
Ayşe Hür, gerçekten oryantalistlerden mi faydalanıyor?
Verdiği okuma listesine baktığımızda bunu görüyoruz; o, her ne kadar ek okuma listesi dese de. Ayşe Hür, iddiasına göre Islamic-awareness.org adlı siteden faydalanmış olmasını kendisine oryantalizm yaftası yapıştırılmasına sebep gibi görüyor. Oysa, önceki yazımda tam aksini söyledim. Ayşe Hür, iddialarını bu siteye dayandırmış olamaz. Eğer Ayşe Hür, bu İslâmî ve ilmî siteyi çalışmış olsaydı, ileri sürdüğü iddialarda bulunmaktan utanırdı. Ayşe Hür’ün kaynağı, Turan Dursun, Salman Rüşti ve onların da hocası olan oryantalistler.
YEMEN-SAN’A PARŞÜMENLERİ VE AYŞE HÜR’ÜN TEHDİDİ
Ayşe Hür, Gerd R. Puin adlı birinin Yemen–San’a’da 39 yıldır çalışmalar yaptığını belirtiyor ve onun bilimsel raporları yayınlandığında iddiasının doğruluğunun ortaya çıkacağı izlenimi veriyor. Bu çalışmanın mahiyeti nedir ve gerçekten farklı bir sonuç ortaya çıkacak mıdır?
Ayşe Hür’ün Turan Dursun, Salman Rüşti gibi hatırlatmalarla yaptığı ve “Bakın, daha başka konular da var ha! Yazdırmayın bana!” yollu tehditlerine ancak gülüp geçilir. Fakat, mevzumuzu doğrudan ilgilendiren bir tehdidi, yani Puin’in Yemen–San’a parşümenleri üzerinde çalışmalarına dayalı tehdidi var ki, Ayşe Hür, bu tehdidinin dayanağının mahiyetinden habersiz. Kendisi habersiz, başkalarını da habersiz sanıyor ve bu tehdidinin pek çoklarını tedirgin ettiğini iddia ediyor. Müslümanlar olarak 1400 yıldır her türlü dinden ve felsefeden gelen saldırılara rağmen İslâm da, Kur’ân da dimdik ayakta. O’nun kâinatı kaplayan muallâ sarayından hangi taşı söktüler ki, tedirgin olalım. Ayşe Hür hangi taşı sökebileceğini sanıyor ki, tedirgin olalım. Kur’ân, aleyhinde yazanları ters köşeye yatırır. İlhan Arsel, İslâm fıkhını küçümseyeceğim derken, ihtiyar manâsına gelen pîr kelimesini pire olarak okuyup, “İslâm hukuku böyledir; kadınla pireyi evlendirir” diye yazmıştı da, sonra utancından Türkiye’yi terk etmişti. Bilmiyorum Ayşe Hür de onca çelişkisinden ve dinî tahsile yeni başlamış birinin bile yapmayacağı hatalarından utanır mı? Aşağıda bir örneğine daha temas edeceğim üzere, iddialarının kendisini sürekli tekzip etmesinden utanır mı?
Şöyle yazıyor Ayşe Hür: “Birçok kişiyi çok tedirgin ettiğini anladığım Gerd R. Puin, Yemen-San’a’da bulunan Kuran üzerinde 39 yıldır yaptığı çalışmalarını bitirebilse ve bilimsel raporlarını yayımlansa da… (ifade ve gramer hatası ona ait!)” Hodri meydan, Puin’e de, ona dayanarak benzer iddiaları İslâm düşmanlığının nâşir-i efkârlarından Atlantic Monthly’nin Ocak 1999 sayısında dile getiren Toby Lester’a da, İslâm düşmanı oryantalist üstatlarına dayanarak bizi Kur’ân konusunda tehdit eden Ayşe Hür’e de hodri meydan.
Gerd R. Joseph Puin, Yemen–San’a’da İslâm’ın ilk bir–iki asrına ait Kur’ân parşümenleri ortaya çıkardı. 1999 Ocağında İslâm düşmanlığının yayın organlarından ve ilk defa 1991 yılında kapaktan Bernard Lewis imzasıyla İslâm ve terör edebiyatını gündeme sokan Atlantic Monthly’de Toby Lester, güya bu parşümenlere dayalı olarak “What is Qoran?” adlı bir makale yazdı. Bu makalesinde Puin’den iktibaslarda bulunan Lester, şu iddiayı seslendiriyor:
“Pek çok Müslüman, iki kapak arasındaki Kur’ân’ın Allah’ın değişmeyen sözü olduğuna inanıyor.” der Puin. Bu Müslümanlar, Kitab-ı Mukaddes’in bir tarihi olduğunu ve doğrudan gökten inmediğini gösteren metinleri iktibas etmeyi severler. Fakat şimdiye kadar Kur’ân, bu tartışmanın dışında kalmıştır. Bu duvarı delmenin tek yolu, Kur’ân’ın da bir tarihinin olduğunu ispat etmektir. San’a parşümenleri bu konuda bize yardım edecektir.”
Lester, daha sonra Puin’in bulduğu parşümenlerin o zamanki Kur’ân’la mevcut Kur’an’lar arasında küçük, fakat kışkırtıcı farklılıklar bulunduğunu gösterdiğini ileri sürüyor.
AYŞE HÜR’E ÜÇ KÖTÜ HABER
1.Demek ki, Kur’ân’ın da “bir tarihi olduğu”na dair şu ana kadar tek bir delil bulunamamış ve yok. Dolayısıyla, Puin’in çalışmalarından medet umuluyor.
2.Demek ki, Ayşe Hür’ün iddiasını yalanlayan bir gerçek olarak, Peygamberimiz dönemindeki Arabistan’da, İslâm’ın ilk merkezinde, bu Arabistan’a dahil olan ve İslâm’ın Peygamber Efendimiz zamanında girdiği Yemen’de arkeolojik kazı ve çalışma yapılabiliyormuş. Zaten Ayşe Hür’ün kendisiyle çelişmesi yazılarında çok görülen bir vakıa. Evet, Kur’ân, yanlış tartıp yanlış değerlendirenlerin ancak kaybını, hüsranını artırır. (İsrâ Sûresi/17: 82)
3.Lester, Ayşe Hür ve benzerleri, bu parşümenlere çok bel bağlıyorlar. Fakat araştırmaları yapan ve parşümenleri bulan Puin’in bizzat kendisi, Lester’ın sözkonusu yazısından sonra Kadı İsmail el-Akva’ya yazdığı ve Yemen’de çıkan es-Sevre isimli gazetede yayınlanan mektubunda aynen şöyle diyor:
“Önemli olan şu ki, bu San’a parşümenleriyle başka kütüphanelerde ve müzelerde bulunan diğer mushaflar arasında hiçbir fark yok. Sadece, Kur’ân’a dokunmayan ve yazılışla ilgili çok küçük farklılıklar var. Bunu da, meselâ Kahire’de yayınlanan Kur’ân gibi diğer Kur’ân nüshalarında da görmek mümkün. Örneğin: İbrahîm / İbrahim, Qur’ân / Kuran, Sîmâhüm / Sîmhüm. Çeker elif’in bu San’a parşümenlerinde bulunmaması, zaten çok rastlanan bir vakıa.”
Evet, günümüzde Suudî Arabistan’da basılan Kur’ân’larda da çeker elif yerine sadece çeker işareti konduğunu görürüz. Bu ise, ne okumaya, ne de manâ ve muhtevaya tesir eder ve kimse bunu Kur’ân’da farklılık olarak görmez.
“Onca yanlış hikâye”nin doğrusu bundan ibaret.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.