Lem’alar sadeleşmemiş tahrip edilmiş

Lem’alar sadeleşmemiş tahrip edilmiş

Bugün gazetesi yazarı Hüseyin Yılmaz, sadeleştirilen Lem'alar kitabını inceleyerek orjinal metinle karşılaştırdı

Abdurrahman Iraz’ın haberi:

 

RİSALEHABER-Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi ile başlayan tartışmaları uzmanlarına sorduk. Sadeleştirmeye bakışlarını, önerilerini aldık.

 

Bugün gazetesi yazarı Hüseyin Yılmaz, sadeleştirilen Lem'alar kitabını inceleyerek orjinal metinle karşılaştırdı.

 

Sadeleştirme değil, tahrib!

 

Risâle-i Nurlar’ın dilini muhâfazanın ehemmiyetine dâir kaç yazı yazdığımı, kaç yerde bağrına alevden bir mızrak saplanmış gibi, haykırış ve yalvarışlarla Nurlar’ın diline dokunmanın Nurlara dokunmak olduğunu anlatmaya çalıştığımı, hatırlamıyorum. Bu hayatî bahse, tekrardan ictinâb düşüncesi ile –hiç değilse şimdilik- dönmek istemiyorum. Bu uzunca tedkîkâtın maksadı,  sadeleştirilerek neşredildiği müjdelenen Lem’alar’ın  sebebiyet verdiği elîm neticeyi âmme efkârına ve târihin alnına sökülmesi imkânsız bir şekilde çakmaktır.


Mühim ve büyük bir eser vermeye azmedenlerin bütün dikkat ve gayretlerini eserin mukaddemâtında teşhir ve sarfettikleri, bedihidir. İlerleyen safhalarda dikkat dağılır, şevk kaybolur, sabır zayıflar, bıkkınlık baş gösterir. Kısacası her san’atkâr eserine şevk, gayret ve dikkatle başlar; ama bunu çoğu zaman sonuna kadar korumaya muvaffak olamaz. Onun için eserin başlarındaki bedîîlik ileri safhalarda sönükleşir ve kaybolmaya yüz tutar.

 

Bu hakikatten hareketle, sadeleştirilmiş Lem’alar’ın en mükemmel kısmı olması tabiî olan “Birinci Lem’a”sından başladık. Ama ondan da önce eserin ismine baktık. Sadeleştirilen eser “Lem’alar” diye neşredilmiş...


Bu işi yapanlardan beklediğimiz asgarî dürüstlük ve samimiyet, sadeleştirilmeye dâir kitabın ön kapağına bir ibâre koymaları olurdu.  “Risâle-i Nur Külliyatı’ndan –sadeleştirilmiş- Lem’alar” gibi küçücük bir dürüstlük alâmeti kâfi gelirdi. Ama daha da doğrusu, “anlamıyorlar” dedikleri gençler için soyundukları bu akîm ve abes teşebbüse kitabın ismini de dâhil etmeleri olurdu. Anlamıyor, dedikleri gençliğin “Risâle”, “külliyat” ve “lem’a” mefhumlarını anladıkları  kabulü ile başlarsanız dâvâyı baştan kaybedersiniz. Ama zararı yok, belki basit bir dalgınlık eseridir deyip devam edelim.


Birinci Lem’a’nın besmele ile başlayan mukaddemesinin besmelesini kâfi görmeyip büyük bir eksiklik veya Bediüzzaman’ın gafleti olarak telâkki etmiş olmalılar ki, aslında olmayan bir besmele ilâvesi ile metne giriş yapmışlar. Yersiz ve haksız tartışmaların önünü kesmek için asıl metin ile tercüme metni cümle cümle iktibas ve tahlil ile devam edeceğiz. İşte Birinci Cümle:

 

Asıl: Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm'ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.”

Sadeleştirilmiş: “Hazreti Yunus İbni Metta’nın (alâ Nebiyyinâ ve aleyhiselâtü vesselam) münücatı, çok büyük bir yakarış ve duaların kabulüne çok mühim bir vesiledir.”

 

Sadeleştirme sevdalısı kardeşlerimizin göz yaşartıcı iddiası, genç nesillerin Üstad’ın dilini anlamamalarının sebebiyet verdiği büyük kaybı telâfi etmektir. Dolayısı ile beklediğimiz ilk şey, şefkat ve merhamet kahramanı kardeşlerimizin aslî iddiaları istikametinde davranıp gençlerin anlamayacağı bütün kelimeleri bu günkü sefil ve murdar dile çevirmeleridir. Ama öyle yapmamışlar. Hadi genç nesillerin “Hazret” kelimesini bir şekilde anlayabileceklerine hükmedelim, ama “İbn-i Mettâ” da olduğu yerde duruyor. Yâni inkılâbların hışmına uğramış, dilleri kuş diline çevrilmiş bu gençlerin, “İbni Mettâ”nın ne olduğunu bildiklerine inanmamız mı gerekiyor? Sadeleştirme iddiasının samimiyeti en azından “ibn”in oğul, “Mettâ”ın da Hazreti Yunus’un annesinin ismi olduğu tasrihâtını gerektirirdi. Onu da geçtik, hiç değilse “Mettâ’ın oğlu” diye sadeleştirmeleri gerekmez miydi?..

 

Cümledeki birinci “münacat”a dokunmayıp ikincisini “yakarış” diye sadeleştirmenin mantığını anlaşılan sormadan anlayamayacağız. Kardeşlerimizin bildiği mühim bir sır vardır deyip geçelim ama “en azîm”i, “çok büyük” diye sadeleştirmelerine ne diyeceğiz? Mâdem “ibn” gibi çok daha meçhulleri olması gereken bir kelimeyi bildiklerine hükmetiniz, bırakınız “azîm”i de bilsin veya öğrensinler. Yok, şefkat ve merhametiniz bu gençlerin ilim tahsilinde gayret sarfetmelerine râzı değilse “en azîm”in “çok büyük” değil, “en büyük” olduğunu bari söyleseydiniz. Yanlış öğretmekteki maksadınızı doğrusu anlayamadık.

Sonra “vesile-i icabe-i dua”  “duaların kabulüne çok mühim bir vesile demek midir? “İcab” ile “kabul” arasındaki büyük farkı katleden bu fütursuzluğu hoş görebilir miyiz?..

 

Asıl: “Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın kıssa-i meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş.”

Sadeleştirilmiş: Onun meşhur kıssasının özeti: Hazreti Yunus (aleyhisselam) denize atılmış ve büyük bir balık onu yutmuş.”

 

Cümlenin yapısı ile oynayıp “Hazreti Yunus”u kaldırıp “Onun” diye ifâde etmekte nasıl bir maslahat olabilir? Bunun sadeleştirme ile ne alâkası var?

Kıssa” kelimesini, “anlamazlar” dediğiniz gençler biliyorlarsa yapmak istediğiniz nedir. Bilmiyorlarsa niçin iğrenç bir “olay” veya hiç değilse “hikâye” ile sadeleştirmediniz?

 

Asıl: “Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette (…..) münacatı, ona sür'aten vasıta-i necat olmuştur.”

Sadeleştirilmiş: “Deniz fırtınalı, gece dehşet verici ve karanlık, her şeyden ümit kesilmiş bir haldeyken (……) yakarışı, ona süratle kurtuluş vasıtası olmuştur.

 

Çok daha eski ve çok daha az kullanılan kelimelere dokunmayıp “vaziyet”i “hal” ile değiştirmek sadeleştirmek midir? “Lem’a, ibn, kıssa” gibi mefhumları bildikleri farzedilen gençler “vaziyet”i bilmiyor olabilirler mi? Sonra “dağdağalı” “dehşet verici” demek midir? Zahmet edip bir lügata da mı bakamadınız?  Lügatlerin aşağı yukarı mefhuma verdikleri karşılık şöyle: “Gürültü patırtı, karışıklık, kararsızlık, ızdırab..” Peki fütursuzca verdiğiniz karşılık nerede? Kıssanın tasvirinden hareketle “dağdağa”ya “dehşet verici” demek gençlere yardım etmek midir?

 

Asıl: “Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki:”

Sadeleştirilmişi: “Bu yakarışın büyük sırrı şudur:”

 

Hadi, “münacat”ı ecnebî telâkki ediyorsunuz; “dua” da mı yabancıdır, “yalvarma” da mı anlaşılmazdır ki onlardan geçip “yakarış” gibi tuhaf bir kelimeyi sade diye ortaya koyuyorsunuz? Sonra Üstad’ın cümle yapısı ile oynayarak rüçhaniyet mi kazanıyorsunuz? Bu tatsız tuzsuz cümlelerle Bediüzzaman’ın üstünde bir mevki ihraz ettiğinizi mi sanıyorsunuz?

 

Asıl: “O vaziyette esbâb bilkülliye sukut etti.”

Sadeleştirilmiş: “O vaziyette sebebler tamamen âciz kalmıştı.”

 

Az önce “vaziyet”i “hal” diye sadeleştirip gençlerinize büyük bir lütufda bulunmuşken niçin dönüp “vaziyet”te karar kıldınız? Diyelim ki, gençleriniz çok zekiler ve tek seferde “vaziyet”in “hal” demek olduğunu bir daha unutmamak üzere öğrenip hıfzettiler. El insaf be kardeşim, o zaman bu zeki gençlerin ihtiyacı bu hiçbir metoda dayanmayan “sadeleştirme” değil iyisinden bir lügat tavsiye etmektir. Yoksa maksadınız başka da biz mi anlamıyoruz?

Sukut etti”yi “âciz kalmıştı” diye sadeleştirirken hiç mi tereddüd etmediniz? “Sukut etme”nin “âciz kalmak” demek olduğundan emin misiniz? Bir lügat karıştırmak da mı aklınıza gelmedi?

Sonra Üstad hangi zamanı kullanacağını size sormadığı için intikam mı alıyorsunuz ki, şimdiki hal ile ifâde ettiğini “etti”, geçmiş zaman “kalmıştı” ile değiştiriyorsunuz?. Bu selâhiyeti nereden ve kimden alıyorsunuz? Şu bir kaç satırlık metninizde bile bu işin asla va asla ehli olmadığınız güneş gibi ortada iken bu teşebbüs cür’etini nereden alıyorsunuz? Sadece “câhil cesur olur” hakîkatini hatırlamakla teselli bulabilir miyiz, yoksa başka şeyler mi hükümfermâ?

 

Asıl: “Çünki o halde ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde "gece, deniz ve hut" ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı.”

Sadeleştirilmiş: “Onu bu halden kurtaracak öyle bir Zât olmalıydı ki, hükmü hem balığa hem denize, hem geceye, hem de gökyüzne geçsin. Çünkü “gece, deniz ve balık” Hazreti Yunus’un aleyhinde birleşmişti. Ancak bu üçüne birden sözü geçen bir Zât onu kurtuluş sahiline çıkarabilirdi. Bütün insanlar onun hizmetkârı ve yardımcısı olsalar bile beş paralık faydaları dokunmazdı.”

 

Üstâd’ın muhteşem, mutantan ve tefekküre kanatlandıran üslûbunu bozmakta nasıl bir maslahat gördünüz ki, sadeleştirme ihtiyacı duymadığınız yerde bile metnin derisini yüzüyor, kaşını gözünü parçalayıp tanınmaz hale getiriyorsunuz? Hiç mi aklınıza gelmiyor ki, bu fütürsuzca yaptığınız tahribkârlık Üstad’a Denizli veya Eskişehir hapishanesinin işkenceli hayatından daha büyük acılar vermektedir? Yoksa ölmeyi câmidleşmek mi sanıyorsunuz?..

Peki “emre musahhar”, “sözü geçmek” kadar cılız, sönük ve zayıf mıdır? Emre musahhar olan bütünüyle sizin irâdenize bağlıdır, ne emrederseniz onu yapar, nasıl isterseniz öyle hareket eder. “Sözü geçmek” bu kat’iyyeti taşıyor mu? Benim de sözüm oğluma geçiyor, ama emrime musahhar değildir. Sizin de eşlerinize muhtemelen sözünüz geçiyordur, ama emrinize musahhar olduklarını söyleyebilir misiniz?..

 

Asıl: “Demek esbâbın tesiri yok.”

Sadeleştirilmiş: “Demek ki sebeblerin hakiki tesiri yoktur.”

 

Bu kısacık cümledeki derin ifâde kaybını nasıl izah edeceğiz? Üstad, “Demek esbâbın tesiri yok.” derken Hazreti Yunus’un içinde bulunduğu şartlarda sebeblerin “sukut” ettigini ifâde ediyor. Yoksa sebeblerin tesirini büsbütün inkâr kastı bu cümleden çıkmaz. Çünkü, Cenab-ı Hak her şeyi bir sebeb tahtında vücud sahasına çıkarıp sevk ve idare ediyor. Şüphesiz sebeblerin bir tesiri vardır.

Halbuki siz, “Demek ki sebeblerin hakiki tesiri yoktur.” deyip “hakikî” ilâvesi ile hükmü bütün şart ve zamanlar için umumîleştirip Hazreti Yunus’un vaziyeti gibi hallere münhasır olmaktan çıkarıyorsunuz. Halbuki Hazreti Yunus’a o müessir duayı yaptırıp mutlak tevekküle sevkeden esbâbın sukut etmiş olmasıdır. Yoksa elinde içine düştüğü balığın karnını yarıp çıkmasına sebeb olacak bir bıçak olsa idi, o sebebe sarılıp dua yerine mücâdeleye devam edecekti. Demek ki, sebebler tesirsiz değil. Maksadınız sebeblerin mahiyeti ile ilgili bir hakîkat ve tasavvuf dersi vermekse onun da ne makamı burasıdır, ne de Üstad’ın kastına hizmet eder.

 

Asıl: “Müsebbib-ül Esbâb'dan başka bir melce' olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir.”

Sadeleştirilmiş: “Hazreti Yunus, bütün sebeblerin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Cena-ı Hak’tan başka bir sığınak bulunmadığını bizzat yaşayarak görmüş, tevhid nuru içinde ehadiyet sırrı açığa çıkmış ve bu yakarış birden bire geceyi, denizi ve balığı ona boyun eğdirmiş.”

 

İltica, mülteci” kelimeleri günlük hayatta yaşarken âile efradından “melce”i ademe mahkûm etmek, irfân fukaralığını teşvik etmek değilse, nedir?. . Temel hareket noktasını teşkil eden “anlamıyorlar” iddiasını doğru kabul edeceksek “tevhid” ile “ehadiyet”i de sadeleştirmeniz gerekmiyor mu? Yoksa genç nesiller, tuhaf bir şekilde daha zor ve daha eski mefhumları biliyorlar da, daha basitlerini mi bir türlü öğrenemiyorlar?..

Sonra “aynelyakîn”in lügatlerdeki müşterek mânâsı “gözle görmek”tir. Evet, gözle görmek de yaşamanın bir cüz’üdür ama daha doğrudan mânâdan sarfı nazar ile umumiye kaçış tedkik ve dikkatin önünü kesmekten başka neye hizmet eder?

Ve bir kaç satır öncesinde “emre musahhariyet”e “söz geçirmek” gibi cılız bir mânâ vermişken, tahşidât ve tahsisatsız “musaharriyet”ı niçin “boyun eğdirmek” olarak ifâde ediyorsunuz? Mufhumlardaki muayyeniyeti göz ardı ederek yapılan sadeleştirmeden doğru dersler çıkarmak kabil mi?

 

Asıl: “O nur-u tevhid ile hutun karnını bir taht-el bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağ-vari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer'i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu.”

Sadeleştirilmiş: “O tevhid nuru ile Cenab-ı Hak balığın karnını bir denizaltı hükmüne geçirmiş, dağ gibi yükselen dalgaların dehşeti içinde denizi emniyetli bir ova ve üzerinde gezilen bir meydan kılmış. O nur ile gökyüzünden bulutları süpürüp ayı bir lamba gibi Hazreti Yunus’un başının üstüne yerleştirmiş.”

 

Zelzeleli” kelimesini niye yediniz? “Zelzeleli dağ-vari emvac”, “dağ gibi yükselen dalga” gibi ruhsuz, kuru ve sıradan mıdır? İki ifâdenin zihinde uyandırdığı tasavuratın şiddet ve cesameti aynı mı? Muhayyilenin bu iki ifâdeden hissesinin müsavi olduğuna emin misiniz? Tahayyül etmek çok mu zor geldi?

Meydan-ı cevelan ve tenezzühgâh”ın; gezinti meydanı; dinlenme, gam ve keder giderme diyârı olarak hayâle uçsuz bucaksız yemyeşil yayla ve ovaları getiren; kulağa bin türlü kuş cıvıltıları ve su şırıltılarını işittiren zengin ve hayatdâr mânâsını “üzerinde gezilen bir meydan” diyerek kurutup öldürmekten hiç mi korkmadınız?

Cümlenin detayları da içinden çıkılmaz vaziyette ama daha fazlası ile okuyucuyu ızdıraba sevketmeyelim.

 

Asıl: “Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.”

Sadeleştirilmiş: “Her taraftan kendisini tehdit ve rahatsız eden varlıkların dost yüzlerini ona göstermiş. Ve Hazreti Yunus selâmetle sahile çıkıp yaktin ağacı altında o Rabbanî lütufları görmüş.”

 

Zaman ile oynanmış olması başından beri neye hizmet ettiği anlaşılmayan bir fütursuzluk, aynıyla devam ediyor.  “Her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler.” i, “varlıkların dost yüzlerini ona göstermiş” olarak katletmek kasdî bir cinâyet değilse, şuursuzca bir cinnettir. Üstad’ın ifâdesindeki “her cihet” varlıkların her cihetle dost olduklarını idrak etmeyi anlatır. Yerine ikâme edilen ise o an sadece dost yüzlerinin göründüğünü ifâde ile zihinde düşman yüzlerinin varlığını da bâki tutar.

Mevzuun başlarında “sahil-i selâmet”i “kurtuluş sahili” olarak müjdelemiştiniz!. Şimdi ise sadece terkibin yapısını bozarak “sahil ve selâmet”i aynıyla kullanıyorsunuz. Mâdem tek seferde gençleriniz öğrenecek kadar zeki idiler ne olurdu bir sefer lügata baksalardı?..

 

Asıl: “İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbâldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur.”

Sadeleştirilmiş: “İşte biz, Hazreti Yunus’un (aleyhisselam) birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir haldeyiz. Gecemiz İstikbaldir. İstikbalimiz, gaflet nazarıyla bakıldığında onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu başıboş dönen, şaşkın yerküremizdir. Her dalgasında binlerce cenaze bulunan bu deniz, onun denizinden bin derece daha korkunçtur.”

 

Daha önce de “vaziyet”i “hal” diye değiştirmiştiniz… Lütfedip bu cümlede birinci “vaziyet”e hayat hakkı tanıyarak sadece ikincisini katletmişsiniz. “İstikbâl”e dokunmadığınıza bakılırsa “vaziyet”e yabancı gençlerinizin bu mefhumla kanka olduğunu düşünmüşsünüz!.. Halbuki insafla bakan herkes teslim eder ki, “vaziyet” “istikbâl”e kıyasla günlük hayatımızda çok daha fazla yaşamaktadır; “vaziyet”i bilmeyenlerin “istikbâl”i bilmelerine imkân var mı?

Gençleriniz, eminim ki “gaflet”i de bilmezler ama “gaflet”i değiştirmekten gaflet etmişsiniz. Himmet, şefkat ve merhametinize yakışmamış. Gençler “gaflet”in ne olduğunu şimdi nasıl öğrenecekler, yazık değil mi?

Üstelik sadece “gaflet” değil, “nazar”a da kıyamamışsınız… Babanızın çocuğu değilse, gençlere yardım maksadı ile onu da katletmenizde fayda vardı. Çünkü gençlerinizin “nazar”ı bilmelerine de imkân yok… Ha, her birisinin boynuna birer “nazar boncuğu” taktıysanız, bilebilirler tabiî..

 

Asıl: “Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”

Sadeleştirilmiş: “Bizi yutan balık ise nefsimizin arzularıdır, ebedî hayatımızı mahvetmeye çalışıyor. Bu balık, Hazreti Yunus’unkinden bin kat daha zararlıdır. Çünkü onun balığı en fazla yüz senelik bir hayata son verir. Bizimki ise yüz milyonlarca senelik, sonsuz bir hayatı mahvetmeye çalışıyor.”

 

Heva-yi nefs”, “nefsin arzuları” demek mi? Nefsin bütün arzularını günâh ve kötü telâkki eden bu sadeleştirme doğru mu? Kuvve-i Şehevviyenin vasat mertebesini görmezlikten gelip toptan kötüleyen bu anlayış kabul edilebilir mi? En sade şekli ile “hevâ-yı nefs”; nefsin günâh  ve kötü arzuları, demektir.

Hayatı mahveder” ile “hayata son verir” aynı derecede ifâdeler midir? Birincisindeki tehlikeye dikkat çekme gayretinin ikincisinde kaybolduğunu görmemek için budala olmak gerekmez mi?..

 

Asıl: “Mâdem hakikî vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a iktidaen, umum esbâbdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbâb olan Rabbimize iltica edip (…..)  demeliyiz ve aynelyakîn anlamalıyız ki; gaflet ve ddalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbâl, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def'edecek yalnız o zât olabilir ki; istikbâl taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.”

Sadeleştirilmiş: Mâdem gerçek vaziyetimiz budur. Biz de Hazreti Yunus’a (aleyhisselam) uyarak bütün sebeblerden yüz çevirip doğrudan doğruya sebeblerin asıl sahibi olan Rabbimize sığınmalı, (…..) demeli ve aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet ve ddalâletimiz sebebiyle aleyhimizde birleşen istikbâl, dünya ve nefsin arzularının vereceği zarardan bizi yalnız; istikbâl emri altında, dünya hükmü altında, nefsimiz idaresi altında olan bir Zât koruyabilir.”

 

Bir kere metnin altını üstüne getirmenin sadeleştirme ile uzaktan yakından bir alâkası yok! Bu, doğrudan doğruya Bediüzzaman’ın mülküne destursuz girip yağmalamak ve halt etmektir. Sadeleştirme iddiasına gelince:

Nihâyet gençlerin “aynelyakin”i öğrenmiş olacaklarına hükmedilmiş ki dokunulmamış. Meğerse “gaflet” ve “dalâlet”i ise zâten biliyorlarmış. Haksız da sayılmazlar, bu iki kelime M. Kemâl’in Gençliğe Hitabesi’nde de geçtikleri için gençler çok yabancı olmayabilirler!.. Hüsn-ü zanla bakmalıyız, değil mi ya?..

 

Asıl: “Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz'dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbâli, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak, hâşâ, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izni ve irâdesi olmadan imdad edemez ve halaskâr olamaz.”

Sadeleştirilmiş: “Acaba göklerin ve yerin Halık’ından başka kim kalbimizdeki en ince ve gizli hisleri bilir, ahireti yaratarak bizim için geleceği kim aydınlatabilir ve bizi dünyanın yüz binlerce boğucu dalgasından kim kurtarabilir? Haşa, o Vacibü’l Vücud Zât’tan başka kimse, hiçbir şekilde, O’nun izni ve irâdesi dışında bize yardım edemez ve kurtarıcımız olamaz.”

 

Cenab-ı Hakk'ın bütün isim ve sıfatlarını fütursuzca “Yaratıcı” diye kestirip atmakta beis görmüyordunuz da, en muvafık olan Hâlık'a niçin kıyamadınız ki, “Yaratıcı” diye değiştirmediniz? Yoksa gençleriniz günlük hayatta “Hâlık” kelimesiyle çok sık mı burun buruna geliyorlar?

Hatırat-ı kalb”e  “kalb hisleri” deyip işin içinden çıkmışsınız ya, pes doğrusu… Aslında burada kesmem lâzım ama Birinci Lem’a’yı olsun bitirmeye niyetlenmiştim bir kere…

Allah Allah!.. Demek ki, hatırlarına sadeleştirme adı altında Nurları söndürmeyi göze aldığınız gençler "Zât-ı Vâcib-ül Vücud"un ne demek olduğunu biliyorlar ki, babanızın hayrına sadeleştirmemişsiniz… Peki bu gençlerin anlamadıkları kelimeler hangileri?..

 

Asıl: “Mâdem hakîkat-ı hal böyledir. Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a o münacatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir taht-el bahr ve denizi bir güzel sahra ve gece mehtablı bir latif suret aldı. Biz dahi o münacatın sırrıyla (……) demeliyiz. (……)cümlesiyle istikbâlimize, (……) kelimesiyle dünyamıza, (……) fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.”

Sadeleştirilmiş: “Mâdem hakîkat böyledir. Nasıl ki Hazreti Yunus (aleyhisselam) için o yakarışın neticesinde balık bir bineğe, bir denizaltına ve deniz güzel bir ovaya dönüştü, gece mehtaplı, tatlı bir suret aldı. Biz de o yakarışın sırrı ile (……) demeliyiz. Cenab-ı Hakk’ın merhamet nazarını , (……) cümlesiyle istikbâlimize, (……) kelimesiyle dünyamıza, (……) ifâdesiyle nefsimize çekmeliyiz.

 

"Hakîkat-ı hal" sizce sadece hakîkat demek, öyle mi? Yâni sadece “hakîkat” diyerek maksada vâsıl olabilecek iken Bediüzzaman, israf-ı kelâm ile uzun bir yolda yürümüş, öyle mi? İsterseniz bir daha okuyup yeniden düşününüz, olmaz mı?

Hutu ona bir merkûb oldu” ifâdesindeki aidiyet hasrını görmeyip  “balık bir bineğe dönüştü” buyuruyorsunuz… O binek Hazreti Yunus’a musahhar olmaz ve taşımaya yanaşmazsa ne halt edeceksiniz?.. Üstad, “ona bir binek oldu” diyor, “bir binek” değil…

 

Asıl: “Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur'anın mehtabıyla istikbâlimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin.”

Sadeleştirilmiş: “Ta ki, iman nuru ve Kur’an’ın mehtabı ile istikbâlimiz aydınlansın, gecemizin dehşet ve vahşeti bize dost varlıklar arasında bir gezintiye dönüşsün.”

 

Demek gençlerinizin bütün güçlüğü "nur-u iman" terkibinin "iman nuru" demek olduğunu bir türlü anlayamamaları idi ki yardımcı oldunuz, öyle mi? Göz yaşartıcı bir merhamet, aferin!..

Ünsiyet ve tenezzüh”e, “dost varlıklar arasında bir gezinti” diyebilmek için çok uğraştınız mı? Yazık olmuş!

 

Asıl: “Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'an-ı Hakîm'in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakîkat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin.”

Sadeleştirilmiş: “Devamlı ölümlerle ve hayatın değişmesiyle, senelerin ve asırların dalgaları üstünde, sayısız cenaze içinde yokluğa atılan dünyamızda, hayat vazifemiz, Kur’an-ı Hakim’in tezgahında yapılan manevi bir gemi hükmündeki  İslamiyet hakikatının içine girip selametle o denizen üstünden geçerek kurtuluş sahiline çıkmakla sona ersin.”

 

Seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız” ifâdesini “senelerin ve asırların dalgaları üstünde, sayısız cenaze içinde yokluğa atılan dünyamız” diye gevelemek için nasıl bir ilim tehsil etmek, nasıl bir kamet sahibi olmak gerektiğini, cidden anlayamıyorum. Mâdem anlamadınız, bari dokunmayınız…

 

Asıl: “O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur'anla, o terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.”

Sadeleştirilmiş: “O denizen fırtınaları ve çalkantıları, seyir manzaralarını sinema perdesi gibi yenileyerek vahşet ve dehşet vermek yerine ibret ve tefekkür nazarını keyiflendirsin, okşayıp aydınlatsın. Ve o Kur’an sırrıyla, o Furkanî terbiye ile nefsimiz bize yük olmak yerine bineğimiz olup bizi sırtına bindirsin, ebedi hayatımızı kazanma yolunda kuvvetli bir vasıta haline gelsin.”

 

Neresinden başlayayım, neresini düzelteyim?.. “Zelzele” kelimesini bile bilmeyen gençleriniz bırakınız koyu karanlıklarında kalsınlar desem, çok mu ağır olur?.. Bu, gençleri falan düşünmek meselesi olmaktan çıkmış, başka bir maksat bu tahribkârlığı netice veriyor… Sanki birileri, Bediüzzaman’da da sandığınız gibi bir keramet yok, diyebilmek için uğraşıp durmuş.

Hadi gençleriniz “Kur'an” kelimesini duymuşlardır, sadeleştirmeniz gerekmez ama kalıbımı basarım ki, "Furkan"ı bilmezler; niçin sadeleştirmediniz? Hani az önce “zelzele”ye “çalkantı” demek gibi tuhaf bir zekâvet sergilemiştiniz ya, “Furkan”ın da kaşını gözünü dağıtmakta niçin tereddüt gösterdiniz?

Sonra, “"nefsizmiz bize binmeyecek"de bir fiil var, bir kast var, bir irâde var…Nasıl keskin bir zekâ tecellisiyle "yük" diye değiştirdiniz?

Ya, Hazreti Yunus’a binek olup Üstad’ın tahtelbahir tabir ettiği yunus, Hazreti Nebiyyi sırtında değil karnında taşımaktadır. Siz denizaltı tahayyülünü hangi hakla kuyruğu tüysüz basit bir “eşek” gibi tahayyül ettirip Hazreti Yunus’u “sırt”ına bindiriyorsunuz?

 

Asıl: “Elhasıl: Mâdem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet'i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (A.S.)(…..) demeye muhtaçtır.

Sadeleştirilmiş: “Kısacası: Mâdem insan, mahiyetinin kuşatıcılığı itibarı ile sıtmadan elem duyduğu gibi yeryüzündeki depremlerden, sarsıntılardan ve kâinatın kıyamet anındaki büyük zelzelesinden de endişe eder. Gözle görülmeyecek kadar küçük bir mikroptan korktuğu gibi, büyük gökcisimleri arasında görünen bir kuyruklu yıldızdan da korkar. Evini sevdiği gibi koca dünyayı da sever. Küçük bahçesini nasıl severse ebedi cenneti de öyle arzuyla sever. Elbette, mahiyeti böyle olan insanın Mâbudu, Rabbi, sığınağı, kurtarıcısı, maksudu ancak bütün kâinatı idaresinde tutan, zerreleri ve gezegenleri emir altında bulunduran bir Zât olabilir. Şu halde insan daima Hazreti Yunus (aleyhisselam) gibi (…..) demeye muhtaçtır.”

 

Demek onca çetin mefhumu bilen gençleriniz "Elhasıl"da boğulurlar endişesi ile "Kısacası" diye sadeleştirdiniz, öyle mi? Göz yaşartıcı bir merhamet, yüksek bir âlicenablık bu!..

Nihâyet sadeleştirme hamlesini taçlandıran elîm noktalardan birine daha geldik: "Ecram-ı ulviyeden, zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar." İfâdesini hadi gençleriniz için ben anlayabilecekleri kelimelere aktarayım: “Büyük cirimlerden kuyruklu yıldızın görünmesinden (görünecek kadar yaklaşmasından)  dahi korkar…” Peki siz gençlerinize nasıl rehberlik yapmışsınız? Görelim mi?:


“Büyük  gökcisimleri arasında görünen bir kuyruklu yıldızdan da korkar.”

El insaf be kardeşim, el insaf… Üstad’ın “ecramı ulviyeden” dediği, kuyruklu yıldızın ta kendisi. Yâni kuyruklu yıldız da ecram-ı ulviyeden biri olarak zikrediliyor.  Siz ne diyorsunuz kuyruklu yıldız için? “Büyük  gökcisimleri arasında görünen..”  “Görünen” ile “sayılan” demek istemiş olsanız, “zuhur”u ne yaptınız?.. Hani “arasında” kelimesini kullanmamış olsanız “görünen”in belki tevile bir parça mecali olurdu, ama maalesef ona da imkân bırakmamışsınız. Kısacası anlamaya bile muvaffak olamadığınız bir metni sadeleştirmek için yola çıkmışsınız. Heyhat!..


Sonra,  yardımına çalıştığnız gençler “Mâbud”, “Rab” ve “maksud”u hergün konuştukları için biliyorlar ama “melce” ve “halaskâr”ı asla bilemezler, öyle mi?!

Hulâsa, ya iyi niyetle hareket etmemişsiniz ki, bu kadar tahribkârlığa imza atmışsınız. Ya da Nurlar bir hıfz altında ki, onlara uzandığınız için maskara durumuna düşürülmüşsünüz.

 

Netice-i kelâm: Bu mukayeseli tahlil ve tenkid işine teşebbüs ederken hiç değilse bir kaç Lem’a üzerinde çalışma niyetinde idim. Ne var ki, Lem’alar’ın en sâde ve en basiti olan Birinci Lem’a’da sadeleştiricilerin yaşadıkları hüsrânı görünce gerisine ihtiyaç kalmadı. Halbuki işin tabiatı icabı başlangıç çok mükemmel olmalı idi. Yaptıkları işin en mükemmeli bu ise, gerisini takdir edersiniz.

 

Allah, bu kardeşlerimiz ve onları bu yolda teşvik edenlere şuur, iz’an ve ferâset versin! Bizlere de Nurlar’ın diline sahip çıkma şuuru ve yaşatma gayreti ihsan etsin!..