Mehmet Akif Ersoy-Hakkındaki İddialar (2)

Doç. Dr. Fevzi Karademir'in yazısı:

Hakkındaki İddialar

Meyveli ağaç taşlanır derler. Âkif silik bir kişi olarak hayat sürseydi bugün belki adı bile anılmayacaktı. O, arkasında mücadele dolu bir hayat, çok sayıda eser bırakarak bizlere veda etti. Okullar, onun inançlarını nakşettiği İstiklal Marşı’yla açılıp kapandı. Önemli törenler hep onun bu şiiriyle başladı. Böyle bir şeref dünyada az insana nasip oldu. Bu mücadele ve eserlerden memnun olanlar olabileceği gibi rahatsız olanlar da olacaktır elbet. Önemli olan değerlendirmelerin insafla yapılmasıdır. Yiğidi öldür, hakkını yeme atasözü, bunu öğütlemektedir. Ne yazık ki Âkif’le ilgili tenkitlerde çok defa insafın elden bırakıldığı, çamur at izi kalsın düşüncesi ile hareket edildiği görülmektedir. Bazı tenkitler o derece sığ ve basit ki onları cevaplandırmak bile insana boşa zaman harcamak gibi gelmektedir. Ancak ne yazık ki bugün bu çocukça tenkitler internet ortamlarında birçok kişinin zihnini bulandırmakta, gençlerimizi Âkif’ten soğutmaktadır. Malum, rivayete göre, Mimar Sinan, yaptığı minarenin eğri olduğunu söyleyen çocuğun kanaatini düzeltmek için halatla minareyi çektirmiş (!) böylece bir çocuğun ağzından çıkan asılsız bir sözün, yayılarak umumi bir kanaat halini almasını önlemişti. İşte Âkif’le ilgili söz konusu tenkitlerden birkaçına kısaca değinmeyi bu bakımdan önemli görüyoruz. Zira ola ki bu izahlar, atılan çamurdan kalan bazı izleri silmeye yardımcı olur, böylece atılan çamurlardan etkilenerek Âkif’i, okumaya değer bulmayan birkaç kişiye hakikati gösterir.

Âkif neden Sultan Abdülhamit Han’ı sevmezdi?

Âkif, şahsi menfaatleri peşinde koşan bir adam değildi. Onun birilerinden makam mevki bekleme derdi de yoktu. Bütün derdi Âlem-i İslam, özellikle de Âlem-i İslam’ın kalbi hükmünde olan Osmanlı idi. O, Âlem-i İslam’ı ve Osmanlı’yı maddi ve manevi büyük bir perişaniyet ve yıkım içinde görüyordu. Sorumluluk makamında ise Halife/Sultan Abdulhamit Han bulunuyordu. Âkif, Sultan Abdulhamit Han’ı sorunları çözmede başarılı görmüyordu. Bilakis Abdulhamit’in baskıya dayalı yönetimini sorunun parçası hatta baş sebebi sayıyordu. Zira Âkif’in ciğer paresi olan vatanı can çekişiyordu. Doktorluk makamında bulunan Abdulhamit ise bir şey yapmıyor, yapamıyordu. Hatta ciğerparesini sekerata sokan, doktorun yanlış teşhis ve tedavisi idi. Âkif bu yüzden çok öfkeliydi. Öfke dili taşkındır. Şiir dili coşkundur. Bu taşkınlık ve coşkunluk Âkif’e, söylenmemesi gereken kimi ağır sözleri Abdulhamit’e karşı söyletmiştir. İnsanoğlu, kargaşa ve öfke anında en yakınlarına bile çok galiz sözler söyleyebilmektedir. Benzer durumlar İslam tarihinde çok aziz bildiğimiz zatlar arasında da gerçekleşmiştir.

Sağlıklı bir değerlendirme, zihnen o günün şartlarını iyi bilmek ve empati kurmakla mümkün olur. O gün, yetmiş iki milletten oluşan imparatorluk, fitne kazanına dönüşmüştü. Sultan Abdulhamit, fokurdayan fitne kazanının kapağını sıkı tutup bastırarak taşıp dökülmesini engellemeye çalışıyordu. Âkif, bu yöntemi sağlıklı bulmuyordu. Çünkü önünde sonunda insanlar ya nefessizlikten ölecek yahut bir infilak, her şeyin sonunu getirecekti. Ona göre çare hürriyet ve meşrutiyetle insanlara rahat bir nefes aldırmaktı.

Bugün ortalık sütliman. Kişi ve olayları daha sağlıklı tahlil edebilme imkânına sahibiz. Aklıselimle bakıldığında Âkif’in de Sultan Abdulhamid’in de iyi niyetli olduğu açıktır. Makam ve sorumlulukları farklı, ancak davaları bir bu iki merhumun içtihat farklılıklarını bugün dilimize dolamak, birini göklere çıkarıp yüceltmek, diğerini kuyunun dibine indirip alçaltmak kimseye fayda sağlamayacaktır. Şu da bilinmelidir ki, Sultan Abdulhamit iyi niyetli, şefkatli büyük bir padişahtır. Tahttan indirilişinde kendini değil vatanının selametini düşünüp kan dökülmesine yol açmamıştır. Ancak o, masum olmadığı gibi can çekişen bir devleti dirilten bir mesih veya yeni diyarlar fetheden bir Zülkarneyn de değildir. O, dirayet ve ferasetiyle imparatorluğun ömrünün biraz daha uzun olmasına vesile olmuş hamiyetli bir padişahtır. Dolayısıyla kraldan fazla kralcılık, övgüde mübalağa, beyhude bir çabadır.

O dönemin şartlarında Sultan Abdulhamit’i hak namına tenkit eden ve ona tavsiyelerde bulunan Âkif, Bediüzzaman gibi hak dostlarına dil uzatan sözde Abdulhamitçiler, Abdulhamit döneminde yaşasalardı, nasıl bir tavır takınacaklardı bizce malum değildir. Ancak, kötü niyetli İslam ve Abdulhamit düşmanlarını bir kenara bırakırsak, İslami hassasiyetlerinden şüphe duymadığımız aydınların, vatan menfaati namına padişaha karşı çıkmayı, dönemin iktidarı ile çatışmayı göze almaları mı, yoksa şahsi menfaatleri namına padişaha yakın durup ona yaranmaya çalışmaları mı takdire şayandır, insaf sahibi herkes takdir edebilir.

Sonuç olarak bize düşen bu konuda itidalli olmak, bizzat yaşayarak imtihanını vermediğimiz bir dönem için o dönemde yaşamış kişiler hakkında değerlendirme yaparken empati kurmak ve insaflı davranmaktır (Ayrıca bk. Karademir, 03.05.2015).

Âkif İttihat ve Terakkici miydi?

Bu sorunun cevabı bir önceki sorunun cevabı ile bağlantılıdır. İttihat ve Terakkinin, vatanın ihyası adına vadettiği hürriyet ve meşrutiyet kavramları birçok aydın gibi Âkif’e de cazip gelmiş, Âkif, kendilerini ancak meşru icraatlarında destekleyebileceği kaydıyla İttihat ve Terakki cemiyetine üye olmuştur. Ancak hiçbir zaman onların iradesiz eri olmamıştır. Yeri geldiğinde onlarla yolunu ayırmış, Sultan Abdulhamit’i tenkit ettiği gibi onları da tenkit etmiştir.

Akif, Allah’a cc. isyankâr mıydı?

Akif, bir mümin şair olarak ferdi, sosyal ve siyasal olaylar karşısında son derece hassastı. Şahit olduğu olumsuzluklar, özellikle İslam’a gelen darbeler ve Müslümanların zillete düşmesi yüreğini acıtıyordu. Bu acılardan gelen feryat u figanını Rabbine arz ederken yer yer şathiyane bir vecde/sekre tutulmuş, şiirin mübalağalı ve coşkun havasına kapılarak, geleneksel İslami anlayışı zorlayan kimi sözler ağzından çıkmıştır (Örnek olarak bk. Tevhid yahud Feryad, Safahat, /34; Âyet Meâli, ‘A’râf, 155’, Hakkın Sesleri, 2/168)

Ancak, gerek söz konusu ifadelerin geçtiği metinler gerekse Akif külliyatı bir bütün olarak nazara alındığında, Akif’in, isyan gibi anlaşılan sözleri, giriftar olduğu şahsi musibetler için değil, genelde insanlığın, özelde İslam’ın maruz kaldığı belalardan ötürü sarf ettiği anlaşılmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde söz konusu ifadeler için, Akif’in mücrim bir isyankâr olmasına değil, meyus bir sitemkâr olmasına hükmedilebilir.

Bununla birlikte onun ye’si daimi değildir:

“Ye’sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen
Hüsrâna düşersin, çıkamazsın ebediyyen!”
(Azim, Safahat, 1/184).

O, mutlak ye’si küfrün alameti saymıştır.

Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhid!
Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.
Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd ile ye’sin?
Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin.
Öyleyse neden boynunu bükmüş, duruyorsun?
Hiç merhametin yok mudur evlâdına olsun?
(Gölgeler, 4/54)

Sonuç olarak, Akif’i değerlendirirken yaşadığı herc ü merc dönemini, bu dönemde can çekişen bir İslam imparatorluğunun hali pür melalini göz önüne almakta fayda vardır. Akif, bu acı durum karşısında imdada çağırmak için Rabbine koşmuş, onun kapısını çalmıştır. Bu tavır mümince bir tavırdır. Zira bir mümin olarak başka kime sığınabilir, kimi imdada çağırabilirdi. Ancak kapıyı çalarken ağzım kurusun, (Hakkın Sesleri, 2/168)  rücuunda itiraf ettiği gibi ilahi kapıyı çalma adabına tam riayet edememiş, yer yer edep sınırlarını aşmıştır.

Bu durum, onun o anki panik ve/veya vecd/sekr haline yorumlanırsa Akif mazur sayılmış olur. Zira geleneksel kültürümüzde kişinin kötü bir niyeti olmadan heyecandan dolayı bazı hatalar işlemesi özür kabul edilir. Yine, İslam kültüründe, genel olarak, kişi, vecd/sekr halindeyken söylediği şeriata mugayir sözlerden dolayı mazur sayılır.

Âkif medeniyet düşmanı mıydı?

Medeniyet, eğer pozitif bilimler ve pozitif bilimlerin neticesinde ortaya çıkan harikalar anlamında ise, Âkif bunların düşmanı değil, savunucusudur. Kendisi de veteriner okulunda bu bilimlerle yetişmiştir. Müslümanları pozitif bilimlere can u gönülden teşvik etmiştir.

Ancak eğer medeniyetten kasıt, namus, ar tanımayan eğlencelerle hayat geçirmek, insan sevgisi maskesi altında insanlığın bütün maddi ve manevi varlığına kast etmek, insanlığı sömürmek ise, Âkif bunlara karşıdır ve bunların düşmanıdır. Çünkü bu, medeniyet değil deniyat’tır, yani alçaklıktır.

Âkif’in oğlu Emin, damadı Ömer Rıza Doğrul ve kimi arkadaşlarının yetirince dindar olmayışı, Âkif’in dindarlığı konusunda şüphe uyandırmıyor mu?

Âkif’in yakın çevresinde muttakiler olduğu gibi, Neyzen Tevfik gibi geniş meşrepliler de bulunmuştur. Âlimin oğlunun zalim, zalimin oğlunun âlim olması da, az rastlanır durumlardan değildir. Bu durum, Âkif için de geçerlidir. Ancak şu da bilinmelidir ki hidayet Allah’tandır Peygamberler bile sadece tebliğcidir ve kimse kimsenin günahından sorumlu değildir. Şu ilahi mesajlar bu gerçeğe işaret etmektedir: “Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin. (21) Sen, onlar üzerinde bir zorba değilsin. (22) Ancak, kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır. (23-24) Şüphesiz onların dönüşü ancak bizedir. (25) Sonra onların sorguya çekilmesi de sadece bize aittir.” (26) (Ğaşiye).

“Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez” (Zumer: 7) (bk. http://mushaf.diyanet.gov.tr/)

Allah cc. nasip etmediği sürece, peygamberlerin dahi kendi hanımları ve çocukları başta olmak üzere yakın çevrelerine hidayet vermede başarılı olamadıkları ortada iken bunu Âkif’ten beklemek ve onu yakınlarının kimi kusurlarından sorumlu tutmak veya kendisinin onlar gibi olduğu suizannında bulunmak, ne insafa ne de İslam’a sığmaktadır.

Âkif, İstiklal Marşı’nın ilk mısraında Türk milletine hitaben “Korkma” diyerek Türk milletinin korktuğunu mu ima ediyor? Bu Türk milletini tahkir değil midir?

Korku, Rabbimizin tehlikelerden korunmamız için bize ihsan ettiği bir duygudur. Her millet/insan gibi Türklerin de tehlike anında ümitsizliğe düşmesi, korkması, normal, insani bir durumdur. Hazreti Peygamber’in (asv) motive ettiği[1] sahabeler bile savaşlarda yer yer cepheden çekilmiş, dağılmışlardır.  Anadolu’nun işgal altında olduğu, düşman top seslerinin Ankara’dan duyulduğu bir demde, millete ve bahusus orduya cesaret ve moral olmayı gaye edinen ve orduya ithaf edilen bağımsızlık marşının korkma sözü ile başlaması, nasıl tenkit konusu olabilir? (Ayrıca bk. Çetin, 2010, 8 vd.).

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i.../ Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi (Âsım, 3/422) mısralarında Âkif Çanakkale şehitlerini sahabeden üstün mü tutuyor?

Bu mısraları tenkit eden iki grup var. Biri ırkçı kesim, diğeri dinde hassas akli muhakemede noksan dindarlar.

Irkçılar, Âkif, Türk’ün kahraman askerini neden Araplara benzetiyor diye; muhakemesiz dindarlarsa Türk askerini sahabeden üstün veya bir tuttu zannıyla Âkif’e kızıyorlar.

Bedir, nasıl ki ilk Müslümanların ölüm kalım savaşı ise, Çanakkale savaşı da hilafetin merkezi, İslam âleminin manevi kalesi hükmünde olan Osmanlı’nın ölüm kalım savaşıdır. Bu savaşta canını verenlerin ne denli mukaddes bir görev icra ettikleri insaf erbabının takdir ettiği bir hakikattir.

Bizim, ırkçılık adına bu mısraları tenkit edenlere söyleyecek sözümüz yoktur. Zira ırkçılık tedavi gerektiren ruhi bir hastalıktır. Ancak safdil dindarlar için şunları söylemek mümkündür:

Bu mısraların tenkit edilecek hiçbir tarafı yoktur. Âkif, burada Bedir’i ve Bedir kahramanlarını en üstün benzetilen ögesi olarak kullanmıştır. Malumdur ki benzetme sanatında benzeyen ögesi, bir veya birkaç yönden kendisinden daha üstün olan benzetilen ögesine teşbih edilir. Burada, benzeyen, Çanakkale şehitleri; kendisine benzetilen ise, Bedr’in arslanlarıdır. Yanlış anlama, vurgu hatasından kaynaklanmaktadır. Zira şiirin ikinci mısraındaki vurgunun yerine göre, mısranın anlamı değişmektedir.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i.../ Bedr’in arslanları ancak, bu kadar│ şanlı idi... şeklindeki bir okumadan Ey Çanakkale şehitleri! Siz çok şanlısınız, Bedr’in arslanları ancak sizin kadar şanlı idi gibi bir anlam çıkar. Böyle bir ifadede üstün olan ve dolayısıyla kendisine benzetilen, Çanakkale şehitleridir.

Şayet, mısralar, Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i.../ Bedr’in arslanları │ancak, bu kadar şanlı idi... şeklinde okunursa anlam şu şekilde olur: Ey Çanakkale şehitleri! Siz o kadar şanlısınız ki bu şan ancak Bedrin arslanlarında vardır. Sizi benzetecek başka birilerini bulamıyorum. Yani siz şanlılıkta onlar gibisiniz, onlara benziyorsunuz. Âkif’in düşünce dünyasının ve onun dindeki hassasiyetinin az buçuk farkında olanlar bilirler ki onun bu mısralardan kastettiği de budur. Dolayısıyla Âkif’in çok kıymetli gördüğü Çanakkale şehitleri için benzetilen ögesi olarak Bedrin arslanlarını seçmesi, Bedir sahabelerinin makamını erişilecek en yüce kahramanlık makamı görmesinden başkası değildir.

Âkif yazdığı Kur’an mealinin yakılmasını neden vasiyet etti?

Âkif, Türkiye’ye gelmeden önce, yakın dostu Mehmet İhsan Efendi’ye, yıllarca göz nuru dökerek yazdığı Kur’an mealinin, vefat etmesi, Mısır’a dönmemesi durumunda, yakılmasını vasiyet etti. Ona göre, ezanı Türkçe okutan yönetim, namazı da Türkçe tercüme ile kıldıracak, buna da kendisine yazdırılan meal alet edilecekti. Böyle bir şeye alet olmak onun için inandığı davaya sadakatsizlik ve büyük bir manevi mesuliyet demekti. Azıcık emeğinin bir anda yok olması, insanı ne kadar üzdüğü göz önüne alındığında, Âkif’in, yaklaşık beş yılını vererek yazdığı mealinin yakılmasını vasiyet etmesinin ne denli büyük bir fedakârlık olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bu meal, Mehmet İhsan Efendi’nin vefatından sonra oğlu Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da içinde bulunduğu bir heyet tarafından İsmail Hakkı Şengüler’in evinde tamamen yakılmıştır. Âkif’e ait olduğu iddia edilerek sonradan yayımlanan üçte birlik mealin Âkif’e ait olup olmadığı[2] ise tartışmalıdır (Bu konuda geniş bilgi için ayrıca bk. Cündioğlu, 2010, 184).

Âkif, sanat yönü zayıf bir şair miydi?

“Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:/sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!” (Fatih Kürsüsünde, 2/216) diyen bir hakikat şairinin, birilerinin zevkini okşama adına sunilikler yapması elbette düşünülemez. Bu sözlerinden de anlaşıldığı üzere, Âkif, şiiri sanat yaparak birilerine estetik zevkler yaşatmak için değil, hakkı ve hakikati haykırarak toplumu uyandırmak, toplumun iman ve idrakini kuvvetlendirmek için yazmıştır. Bununla birlikte Âkif’in şiirlerini kuru vaazlardan, duygu değeri düşük manzum hikâyelerden ibaret saymak da büyük bir insafsızlıktır. Zira Âkif’in şiirleri, hepsi aynı derecede olmasa da, sanatlıdır.

Ancak yine de her şeyi erbabına sormak gerek. Zira altının hakikisini sarraflar bilir ve altın, kaba eşya kantarında değil hassas sarraf terazisinde tartılır. Biz de Âkif’in şairliği ile ilgili olarak konunun erbabı ne diyor ona bakalım:

Meşhur edip Süleyman Nazif: ─Çocukluğumda bize peygamberlerin mucizelerini anlatırken Hz. Davud’un elinde demir, balmumu gibi yumuşar ve o yüce peygamber, demire istediği şekli verirmiş derlerdi. Mehmet Âkif’in şiirlerini gördükten sonra, Davud Peygamberin mucize olarak ortaya koyduğu manayı çok daha iyi anladım (akt. Şengüler, t.y, 10/379).

Yeni Edebiyat Profesörü Orhan Okay: ─Bu kadar şiir yazmış Âkif’te manzum hikâye ve va’z seviyesinde mısralar da bulunacaktır. Fakat o, pek çok şiiriyle, i’caz dediğimiz o harikulade ifade sanatına ulaşmış bir şairdir (Okay, 1998, 36).

Âkif’le ilgili tenkitler yukarıda sıralananlarla sınırlı değildir. Onun, fikrî ve itikadî yönleri ile ilgili derinliksiz ve maksatlı daha birçok yorum yapılmış, zihinlerde soru işaretleri bırakılmıştır. Bunların bir kısmı aşağıda sunulacak şiirlerde açıklığa kavuşacaktır. Diğerlerini ise arife bir işaret yeter fehvasınca selim vicdanların takdirine bırakıyoruz. Zira bütün çocukça soruları tek tek değerlendirmek zaman ve kelam israfı olacaktır.

[1] Hazreti Peygamber’in (sav) tehlikeli durumlarda sahabelerini cesaretlendirdiğine dair çok sayıda rivayet vardır. Hicret sırasında yol arkadaşı Hazreti Ebubekir’i cesaretlendirmesi ise ayete konu olmuştur: “Eğer siz ona (Peygamber'e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke'den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber’ diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz bir takım ordularla onu desteklemiş, böylece inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah'ın sözü ise en yücedir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir” (Tevbe, 40, http://mushaf.diyanet.gov.tr/).

[2] Mealin yakılma anında hazır bulunanlardan Ali İhsan Okur, YouTube’daki video röportajında, Akif’e ait olduğu iddia edilerek yayımlanan mealin Akif’e ait olmasının mümkün olmadığını belirtmiştir (bk. https://www.youtube.com/watch?v=dyoLDEF5oMQ).

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.