Mehmet Kırkıncı'nın ders aldığı hocalar, alimler
Yeğeni Muhammed Kırkıncıoğlu, Mehmet Kırkıncı Hocaefendiyi anlatıyor...
Muhammed Kırkıncıoğlu ile yapılan röportajın II. Bölümü
Salih Okur/cevaplar.org
DEDEMİN ÇOCUKLARINA ŞEFKATİ
-Dedenizin çocuklarına karşı davranışı nasılmış?
-Şöyle söyleyeyim, bizim çevrede bir laf var, derler ki; “başkasının evinde insan olana kadar, Kırkıncıların evinde kedi olsan daha kıymetli olur.”
Dedem esaret görmüş ya, esaret gördüğü için çocuklarına karşı hakikaten müthiş bir şefkati vardı.
Bir de dedemin hocama karşı öyle bir muhabbeti vardı ki, akıl durur yani. Onun kalbi kırılmasın diye direk ona bir şey söylemez, başkasının vasıtasıyla söyletmeye çalışırdı.
Mehmet Kırkıncı Hocaefendi'yi rahmetle anıyoruz: İşte aile şeceresi
DEDEMİN ZİKRE DÜŞKÜNLÜĞÜ
Dedemin tesbihe çok merakı vardı. Hani bu binlik tesbihler var ya, onlardan bir çok tesbihi vardı. Hatta Medine’den Türkiye’ye bir geldiğinde burada üç ay kaldı.
Hocam dedeme bazı tesbihler tavsiye etmiş. Günde bin ihlas gibi. Hocam o zaman demişti ki; “maşallah babamın ağzı hiç durmadı. Hatta bir gün bana dedi ki; “hoca biliyor musun? Bende öyle bir alışkanlık oldu ki, büyük günah işliyorum.” “Ne ediyorsun baba” diye sordum. Dedi ki; “ağzım hiç durmuyor, ya lavaboya gidiyorum, orada da okuyorum, kendimi tutamıyorum.” Dedim ki; “baba, okumamaya dikkat et ama gayr-i ihtiyari olursa da, inşallah günah olmaz.”
-Hacı Celal Kırkıncı-
İbadete çok düşkün birisiydi. Elinden Kur’an’ı hiç düşürmezdi. İbadeti çok kuvvetli bir adamdı.
Not: Bu vesileyle Hocamızın imanlı bir başka akrabasına değinelim. Merhum hocamız anlatıyor; “Benim babamın bir teyzesi vardı. Seneler evvel vefat etti. Bir gün köye onu ziyarete gitmiştim. Hal hatırını sordum; gözleri sönmüş. Kaç tane hastalığını saydı falan. Tesbihi de elinde öyle muhkem tutmuş ki. Onu dinledikten sonra dedim; “bu halinden dolayı nasılsın Allah’la?” “Hocam, ben bunları Cenab-ı Hak’tan bir hediye olarak telakki ediyorum” dedi. Allah Allah. Öyle baktım; Ahirete öyle bir hazırlanmış ki. Şöyle aklıma geldi; hani bir kız gelin olur da, efendisinin, beyinin evine gitmek için çeyiz filan hazırlar ya, çeyizle meşgul olur ya, bu da öyle bir gelin gibi çeyizle meşgul, gidip ahirette sevdiğini bulacak gibi geldi bana. İman başka ya, tabi…”(Salih Okur)
DEDEMİN MEDİNE’DE VEFAT ARZUSU
Dedem Alvarlı Efe’nin sohbetlerine çok iştirak etmiş, İhmal imamı merhum Mehmed Efendi’yi çok dinlemiş, zamanındaki alimlerin sohbetlerini devamlı takip etmiş birisi.
Bir sohbette biri demiş ki; “Resul-i Ekrem Aleyhissalatu vesselam bir gün Hz. Ali (kv.) efendimize diyor ki; “bir ok at.” Hz. Ali (r.a) atıyor. Peygamber Efendimiz; “Kim benim evim ile bu okun arasındaki mesafe arası (Cennetül Baki’yi tarif ediyor) gömülürse, inşallah Cennete gireceği umulur” buyuruyor.
Dedem bunu duyunca çok etkilenmiş, gelmiş babama demiş ki; “Hacı Musa Efendi, sen bana Medine’de bir kalma ayarla. Sen becerirsin.” Babam çok mahir bir adamdı. Gerçekten beceriyor, dedemi işçi olarak gönderiyor. Babam 1964’den 74’e kadar hac turizm işi de yapmış.
Dedem Medine’ye gidiyor. Mustafa Necati Efendi ile Hüsnü Efendi’nin yapılmasına vesile oldukları “Erzurum Ribatında” kendisine bir oda kiralanıyor ve dedem Medine’ye yerleşiyor.
Babam hemen hemen her sene, hocam iki senede bir kendisini ziyarete giderlerdi. 87’den sonra abim ve ben ziyaretlerine gittik.
Dedem vefat edene kadar iki sefer Türkiye’ye geldi. Ve dedem 1991’de, babamın vefatından üç sene sonra Medine-i Münevvere’de vefat etti ve Cennetü’l Bâki’de defnedildi.
HATİCE NENE
Mehmet Kırkıncı Hocamızın annesinin adı Hatice’dir. Sakin tabiatlı, kendi halinde bir insan. 1973 senesinde vefat etti. Nenem çok titiz ve temiz bir kadın ve uzun boylu bir kadın. Hocam boy olarak onun tarafına çekmiş.
KARDEŞLERİ
Hocamız iki erkek üç kız olmak üzere beş kardeşler. En büyüklerinin ismi Zinnet. Zinnet halam, hocamdan iki yaş büyük. Annem der ki; “Zinnet halanın hiç kimseye kötü bir söz söylediğini ne görmüşüz, ne duymuşuz.” Sülalenin çocukları kendi annelerinden çok onu severlerdi. Gerçekten çok mübarek, enteresan bir kadın.
Ondan sonra ikinci sırada hocam geliyor. Sonra ondan dört yaş küçük Fadime halam var. Sonra 1935 doğumlu babam var. En son olarak da Rahime halam var, zannedersem o babamdan sekiz yaş ufak. Bu kardeşlerden şu anda halen sağ olan sadece Rahime halam var. (Şubat 2024’de o da vefat etti. Allah Rahmet eylesin)
MUSTAFA NECATİ EFENDİ’DE OKUMAYA BAŞLAMASI
Yukarıda belirtiğim gibi, dedem hayvan ticareti esnasında Serçeme köyünde misafir kaldığı esnada Mustafa Necati Efendi ve kardeşi Hüsnü Efendi ile tanışmış. Mustafa Necati Efendi’nin alimliği yanında hattatlığı da var.
Onun ilmi sohbetlerinden etkilenen dedem, iki oğlunu onun yanına verip okumalarını arzu ediyor. Kısa süre sonra onlar Erzurum’a taşınınca, dedem de zaten daha önce ev tuttuğu Erzurum’a 1940 senesinde yerleşiyor ve iki oğlunu Mustafa Necati Efendi’ye teslim ediyor.
Dedem İhmal mahallesinde İhmal Camiinin yanında bir ev tutuyor. Dedemin İhmal İmamı Mehmed Efendi ile bir irtibatı var. Ben onun oğlunu tanırım, hoş birisiydi, hocamdan Arabi ilimlerde ders alırdı.
-Mustafa Necati Dumlu Hocaefendi-
Hocamla babam derse başlıyorlar. O sıralar Arapça tedrisat yasak olduğu için sabah namazından sonra gizlice Hacı Mustafa Efendi’ye gidiyorlar. Ama bir süre sonra şikayet olunca Hacı Mustafa Efendi evini değiştiriyor. Ondan sonra tekrar ihbar, tekrar ihbar…
Hocam anlatırdı; “1940 senesinde Erzurum'a taşındık. Babam beni ve kardeşimi İslami ilimleri okumam için Hacı Mustafa Necati Efendi'ye (Allah rahmet eylesin) götürdü. Hacı Necati Efendi Serçeme köyünden idi. Eski müftü Solakzâde Sadık Efendi'nin talebesi idi. Ondan tek olarak o dehşet zamanlarında okumuş. İyi bir âlim, genç bir zat idi.
Babam bizi ona verdi. İlk besmeleyi ondan çektim. Sabahın erkeninden babam bizim namazlarımızı kıldırırdı. Kardeşimin elinden tutardım. O dokuz yaşlarında, ben de 12-13 yaşlarında sabahın karanlığında evden çıkardık. O zamanda öyle kar yağardı ki şimdi o karlar yok. Faytonların izinden takip ederek Gölbaşındaki hocamın evine varırdık. Onun kardeşi vardı; Hüsnü Efendi. O bize kapıyı açardı. Hocam bizim dersimizi okuturdu.
O kadar sevilen bir adamdı ki. Pazar günü Erzurum'un kalburüstü esnafları ona ziyarete gelir, sohbet ederlerdi. Sohbetlerin de konusu daha çok, zamanın ahirzaman olduğu, artık iyi günlerin olmayacağı, filan okulda falan öğretmenin dine karşı kötü söyler söylediği gibi bahislerdi. Biz de çocuk olmamıza rağmen denilenlerden etkileniyor, artık iyi günler beklemenin doğru olmadığını düşünüyorduk. Ezan yok, dini ilimler okumak yasak vs. Bunlar bize çok tesir ediyordu.
Sonra bir de Bediüzzaman'ı okuduk ki, “bu din için herkes sussa, minareler, kabristan taşları, mabedler bu dini ilan edecekler. Ve Peygamberimizin manevi saltanatı yine hâkim olacak" diyor. Allah Allah, adamdan adama ne fark var yahu dedik.”
Mustafa Necati Efendi bir gün bize bir kitabı göstererek, “inşallah siz ibare çözecek hale geldiğinizde size bu kitabı okutacağım” diyerek Bediüzzaman’ın İşaratü’l İ’caz tefsirini gösterdi. “Bunu Bediüzzaman hazretleri Cihan harbinde Pasinlerin dağlarında yazmış.” Birden afalladım, “Hocam” dedim, “nasıl olur? Harpte nasıl kitap yazılır?” “He ya” dedi “hem de nasıl kitap. Keşke bütün Kur’an’ı böyle bitirseydi. Bu kitapta Kur’an’a ait öyle noktalar koymuş ki, ne Keşşaf’ta var, ne Beyzavi’de var. Fakat ancak bir hizib izah etmiş, keşke Kur’an’ın tamamını böyle izah etseydi.”
“Hocam” dedim, “bu zat nerededir, gitsek, görsek.” “Yok, göremezsiniz, devlet onu nefyetmiş, Isparta havalisinde. Gidenleri dövüyorlar, hapse atıyorlar” dedi. Böylece ilk defa o vesileyle Üstad’a bir gönül bağladık yani.”
Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin Gençlik Yılları
Hocam ve babam üç sene Mustafa Necati Efendi’nin yanında okuyorlar. Ama baskınların ardı arkası kesilmeyince, Mustafa Necati Efendi ve ailesi İslamiyeti yaşayabilmek için kaçak yollarla Arabistan’a gitmeye karar veriyor. Önce Antep’e gidiyorlar. Oradan da kaçak yollarla sınırı geçiyorlar.
Gitmeden önce de talebesi olan hocamı Tifnikli Hacı Faruk beye getirip teslim ediyor.
TİFNİKLİ HACI FARUK BEY
Hacı Faruk bey, Şavşatlı Süleyman Efendi’nin talebesi. Bediüzzaman hazretleri İstanbul’a ilk seyahatinde (1906-1907) Van valisi Tahir Paşa Üstada Erzurum’a da uğramasını ve oranın ulemasıyla görüşmesini tavsiye ediyor ve oradaki alimlere kendisi hakkında bir mektup yazarak veriyor.
Tahir Paşa; “orada benim kendisinde okuduğum ve çok sevdiğim Yetim Hoca var, onu da gör” diyor.
Yetim Hoca o sıralar Erzurum’da meşhur bir âlim. Yaşlı bir zat. Onun medresesi Lalapaşa Camiinin avlusundaymış, sonra onu sökmüşler.
Üstad geliyor, Tahir Paşa’nın tavsiye mektubunu Yetim hoca’ya veriyor. Yetim Hoca;
“Kurban sen kimsin” diye soruyor. Üstad “Molla Said” diyor. Yetim hoca; “ya, o Molla Said-i Meşhur sen misin” diyor, tanışıyorlar. Yetim Hoca, üstadın ismini duymuş.
Üstada diyor ki; “bizim medreseler eski. Şu an en iyi medreseler Kurşunlu medreseleri. Kurşunlu medreselerinde Şavşatlı Süleyman efendi var. O seni orada misafir etsin.”
Üstad oradan Süleyman Efendiye geliyor, Süleyman Efendi de talebesi Faruk beyi çağırıyor; “Faruk! Sen beyzadesin, Said Efendi’yi en iyi sen ağırlarsın. Senin onun hizmetine bak, misafir kalsın” diyor ve Üstad, Hacı Faruk beyin medresesinde misafir kalıyor.
-Hacı Faruk Tivnikli Efendi-
Hocam, Hacı Faruk beyi çok methederdi; “çok enteresan bir zattı” derdi. Hacı Faruk beyin köyü olan Tifnik, ovanın altında çok düz bir köy. Faruk beyler o köyün ağası. Arazi hemen hemen tamamıyla onların. Beyzade olması hasebiyle, misafirin nasıl ağırlanacağını iyi bildiğinden, Şavşatlı Süleyman Efendi, Üstadı ağırlama vazifesini ona vermiş.
Hacı Faruk bey 35 gün Üstada hizmet etmiş, çamaşırlarını yıkamış, kahvesini yapmış, hizmetinde bulunmuş.
Hocam 1946 senesinden itibaren ondan okumaya devam ediyor ve ilk icazetini de ondan alıyor. O sırada hocamın askerlik yaşı da gelmiş çatmış. Hacı Faruk bey “Mantık da okumak lazım” diyor. Hocam da ondan mantık ilmini okumaya karar verdiğinde Hacı Faruk bey vefat ediyor.
Not: Merhum Hocam bir dersinde Hacı Faruk beyden bir hatıra naklediyor; “Ben merhum hocam Tifnikli Hacı Faruk Efendi'den dinlemiştim. "Burada bir Şeyh Mehmed Efendi vardı. Bir gün Topçulardan Ağa Efendi (o da evliyadan) ile atlarımıza atlayarak Mehmed Efendiyi ziyarete gittik. Kendisine misafir olduk. O sırada tekkede tadilat vardı. Ustalar çalışıyorlardı. Bir gün sabah ustalar çalışıyorlar. Biraz sonra şeyh efendi kapıdan içeri girdi. Dedi ki; "Aman ustalar! Eşyalar bugün sükût. Siz işe bismillahla başlamamışsınız. Eşyanın zikri kulağıma gelmiyor" dedi.” (Salih Okur)
ALVARLI EFE HAZRETLERİ
Hocam diyor ki; “Efe hazretlerinin (Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi) huzurunda çok bulunduk. Onun sohbetleri bambaşkaydı. O ihtiyar haliyle öyle bir aşka gelirdi, öyle bir şevke gelirdi. Defe vururdu, ondan başka bir şeyler dökülürdü. O ihtiyar haliyle kendinden geçerdi böyle.
Biz geride dururduk. Efe hazretleri ortada, müridleri etrafında dururdu. Geriden seyrederdik. Hiç unutmam, Efe hazretleri “elem neşrah leke” der, müridleri bır bır okurlardı. Yahut ihlas okunurdu.
Alvarlı Efe hazretleri
Onun bu memlekete çok hizmeti olmuş. Alvar’da imamlık yapmış bir zat anlatmıştı. Alvar’da imam olduğu için Efe’yi iyi biliyor. O zat demişti ki; “Hocam, Pasinler’e namazı Efe getirdi. Pasinler’de namaz yoktu.” Her köye gidermiş. Köyde oturur, sohbet edermiş. Böylece atla dolaşarak Pasinler köylerini irşad etmiş.
Sonra Erzurum’a geldi. Burada da çok büyük hizmetleri oldu. Allah rahmet eylesin. Garik-i rahmet, şefi-i ahiret eylesin.
Nadir bir insan idi. Onun mürşidine ilk seyahatını da söyleyeyim. 17-18 yaşlarındayken buradan Bitlis’e, Bitlis şeyhi Muhammed Küfrevi hazretlerini ziyarete gitmiş. Efe’nin babası Hüseyin Efendi de daha önceden Küfrevi hazretlerine intisaplı imiş.
Şeyh efendi de hiç Türkçe bilmezmiş. Kürtçe konuşurmuş ve haftada bir sohbeti varmış. Diğer zamanlarda kapılar kilitlenirmiş. Sohbetin olduğu gün gitmişler. Bakmışlar ki, büyük bir kalabalık sohbetin saatini bekliyorlar. O da gitmiş, onların içerisinde oturmuş.
Biraz sonra kapı açılmış. Dışarı çıkan bir adam demiş ki; “Erzurum’dan gelen bir misafir varmış. Efendi onu çağırıyor, hele o bir gelsin.” Demişler ki; “Burada Erzurum’dan gelen bir kimse yok, sadece bir çocuk var. Adam; “O zaman o gelsin” demiş.
Efe demişti ki; “Sadece ben içeri alındım. Beni ayakta karşıladı, kucakladı. Öyle bir sıktı ki, sandım başım arş-ı âlâya vurdu.”
Evet, Efe böyle nadir bir insandı. Hayır denilince akla o gelir, mürşid denilince biz onu gördük yani.
Sohbetlerinde öyle misaller, öyle temsiller bulurdu ki, aklım dururdu. O zamanlar bizi karakollara, emniyete, birinci şubeye götürürlerdi. Efe tabii bunları duyuyor. Bana dedi ki; “Ula oğul, Poşalar (Kafkasya’dan gelen ve kendilerine Lom da denilen göçebe tacirler) herhangi bir köye girerler. O poşaların uzun sırıkları vardır. O köyün köpekleri de onları daha önce görmedikleri için ve poşaların elbiseleri farklı olduğundan, o poşalara hücum ederler. O poşalar o sırıkları uzatırlar. Köpekler de o poşaların sırıklarıyla uğraşır dururlar. Bu sırada poşalar da alışverişlerini ederler. Böylece ne köpekler onlara zarar verir, ne de onlar köpeklere vururlar. Böylece giderler. Ula oğul, siz de böyle sırıkları uzatın da, rahat edin” derdi. Böyle çok enteresan misalleri vardı.”
EZHER’E GİTMEYE KARAR VERMESİ
Hacı Faruk bey 1953 senesinde vefat edince Mehmet Kırkıncı Hocam Mısır’daki Ezher Üniversitesine gidip orada okumaya karar veriyor. Arkadaşları arasında Ezher konusunda konuşmalar oluyormuş.
O sırada Medine-i Münevvere’de olan hocası Mustafa Necati efendiye bir mektup yazıyor; “hocam, uygun görürseniz ben hac farizası için geleyim. Haccımı ifa edeyim. Oradan da siz münasip görürseniz, sizin vasıtanızla Ezher’e gideyim.”
Mustafa Efendi cevap yazıyor; “Aman, aman Molla Mehmed, sen gerçi mollasın. Oraya gidersen Vehhabi olmazsın, ama o renge boyanırsın, yani sende tesiri kalır. Biz Suudi Arabistan’da Vehhabilerle çok mücadele ediyoruz. Sen Alvarlı Efe hazretlerinin yanına git. Ağrı’da onun halifelerinden Molla Nadir Efendi var, seni onun yanına göndersin” diyor.
Hocam babası Celal efendiyle birlikte Efe’yi ziyaret ediyorlar. Efe hazretleri de yazdığı ve içinde Nadir Efendi’yi de övdüğü şiirli bir mektupla hocamı Ağrı’ya gönderiyor.
AĞRILI MOLLA NADİR EFENDİ
Böylece Efe’nin mektubuyla birlikte Ağrı’ya gidiyor. Ağrı’da Tutak ilçesine bağlı Karkarık köyü. Molla Nadir Efendi kendisini kabul ediyor. Hocam derdi ki; “Nadir Efendi, Efe’nin mektubunu ayağa kalkarak aldı ve biz orada oldukça özel olarak ilgisini hiç eksik etmedi.”
-Molla Nadir Efendi-
Üç buçuk sene de Hocam onun yanında okuyor ve ikinci icazetnamesini de Molla Nadir Efendiden alıyor.
Hocam onu da çok methederdi. Hatta abim anlatıyor; “bir gün Kümbet’e gittim. Gördüm ki hocam sanki bir adamla kavga ediyor. Sonra öğrendim ki Nadir Efendiymiş. Hocam onun elini öpüyor, o hocamın elini öpmeye çalışıyor.”
Hocam talebelik dönemine ait şu hatırayı anlatmıştı; “Molla Nadir Efendi’nin yanında okurken oralarda meşhur bir eşkiya vardı. Bir gün köyün yanında bir çay var, orada talebeler dağılmış, herkes bir taşın üzerinde oturmuş, ibare ezberliyorduk.
Bir de kafamızı kaldırdık ki, ne görelim, o eşkiya geliyor. Beş altı atlı geliyor ama başlarında öyle biri var ki, neredeyse ayakları yere değecek. Zebella gibi iri bir adam. Bir böyle geldi, selam verdi. “Aleyküm selam” dedik. Dediler ki, “bu Erzurumlu hoca.” Geldi, elimi tuttu, ellerim avucunun içinde kayboldu.
Beraber Nadir Efendi’nin yanına geldik. Kürtçe konuşmaya başladılar.
Molla Nadir Efendi sakin tabiatlı bir zattı. Ama birden sinirlenmeye başladı. Eşkiyaya vurmaya ve söylenmeye başladı; “ya artık bunlardan tevbe et, kimsenin malını alma, zulmetme v.s” diye. O vurdukça, o eşkiya da onun elini öpüyor, alnına koyuyor.
Hocam bu hadiseyi bazen anlatır ve derdi ki; “ya eskinin eşkiyası bile alimlere, hocalara hürmetli insanlardı.”
Hocam bu üç buçuk sene zarfında bir 20 gün Erzurum’a gelmiş, aile ziyaretine, bir de 20 gün kadar Van’a gidiyor, Üstadın eski menzillerini ziyaret ediyor. Vanlı Molla Hamid ağabey, hocamı gezdiriyor, misafir eden o.
Hocam Nadir Efendi’yi anlatırken derdi ki; “Üstadı bilirdi ama Efe’nin asrın kutbu olduğuna, asrın adamı olduğuna inanırdı. Bazen ben üstadı anlatırdım, o da Efe’yi anlatırdı.”
Hatta hocamın belirttiğine göre Nadir Efendi’nin yanında Üstadın bazı eserleri de bulunurmuş “bazı meseleler sorardık” demişti. Hocama Üstadın eserlerinden Münazarat’ı da ilk defa Nadir Efendi vermiş.
Efe hazretlerinin mektubuyla geldiği için mi, yoksa daha önceden de bir icazeti olduğundan mıdır, Nadir Efendi hocama çok titiz davranmış. Zannedersem hocam Hacı Faruk beyden Fıkıh, Tefsir, Hadis okumuş. Nadir Efendi’den de Mantık, Felsefe, Kelam okumuş.
Nadir Efendi’den ikinci icazetini aldıktan sonra hocam askerliğini yapmak üzere Erzurum’a dönmüş.
Hocam derdi ki; “bir insan medreseden icazet almakla hoca olmaz. Kitap okumaya devam etmesi lazım. Mesela adam icazet almış, kitabın yüzünü kapatmış, o artık sadece malumatlarını tekrar eder, durur, orada kalır.”
SOLAKZÂDE SADIK EFENDİ
Not: Hocamızın son derslerini aldığı zat, Erzurum’un kırk senelik müftüsü allame merhum Solakzâde Sadık Efendi’dir. Hocamız “kendisinden mantık, usûl-ü fıkıh ve ilm-i kelâm dersleri” almıştır. Bir sohbetinde ondan şöyle bahseder; “Müftü Sadık Efendi, Allah rahmet etsin, şefi-i ahiret etsin. Kendisi elli seneye yakın bu Erzurum’da müftülük etmiş, ama bir görüp tanısaydınız ki. Nasıl insanlardı onlar yahu.
O buyurdu ki; “Sad-ı Taftezani hazretleri bir gün bir gemiye binmiş. Bir deryada bir yere gidiyormuş. Fırtına çıkmış, dalgalar gemiyi sarsmaya başlamış. Taftezani hazretleri de denize hitaben diyor ki; “Heyy! Senin üzerinde bir ilim deryası var. Sakin ol, itaat et.” Orada da gizli velilerden biri bulunuyormuş. “Sen hocasın değil mi” diye sormuş. Taftezani; “Ya neyim, tabii ki hocayım” demiş. “Öyleyse bir müşkülüm var, halledersen iyi olur” demiş adam. “Söyle” demiş Taftezani. O zat demiş ki; “Bir adam ölse, onun hanımı tekrar evlenebilmesi için dört ay on gün beklemesi lazım. Bir adam da karısını boşasa o kadın da üç ay iddet ekleyecek. Bir kadının kocası ölmese de, diyelim ki bir ağaç olsa ne olur? Karısını boşayan adam da bir hayvana dönse, o kadına ne lazım gelir?” Taftezani bu soru karşısında şaşırıyor; “yahu bunu ben ne kitaplarda görmüşüm ne de biliyorum” diyor ve kendine geliyor.”
-Solakzade Sadık Efendi-
Hocamız başka bir derste de ondan şöyle bahseder; “Allah rahmet eylesin benim hocam vardı; Müftü Solakzâde Sadık Efendi. Erzurum’un elli senelik müftüsü. Bir görseydiniz onu. Allah, Allah… Tarif edemem ki yani. Enteresan bir zattı. Aklı mı çok, ilmi mi çok belli değildi.
Bazen bizi okuturken derdi ki; bu hadisi (meleklerin bir anda birçok yerlerde bulunabilmesi) kürsülerde okumayın. Adamın aklı almazsa, inkâr eder, dalalete gider.” Ama bugün bunu diyebiliyoruz. Neden? Televizyon bunu izah etti. Adam Amerika’da konuşuyor, bir anda her yerde görülebiliyor.”
Hocamız bir sohbetinde diyor ki; “Allah rahmet eylesin, Müftü Efendi’den (Solakzâde Sadık Efendi) işittim, benim son hocamdır o. Anlatmıştı; “Saf, temiz kalpli adamın biri duymuş ki; ‘kırk gün sabah namazını Ulu Camide kılan adam muhakkak Hızır(a.s)’ı görür.’ Kendi kendine “yahu ben kırk gün devam edeyim, Hızır’ı bir göreyim. Duasını alıp, şu yoksulluktan kurtulayım’ diyor.
39 gün devam ediyor. Kırkıncı günü biraz geç uyanıyor, bakıyor ki namaza geç kalacak, evden fırlıyor. Telaşla camiye koşarken karşısına bir adam çıkıyor, “duydum ki beni istemişsin’ diyor. Adam kızgınlıkla “ula seni niye isteyeceğim, ben camiye kavuşacağım” diyor. Adam “bilmiyorum, ben duydum ki beni görmek istemişsin” diyor. Adam o zaman meseleyi anlıyor, dönüp bakıyor ki, adam ortada yok.”
Yine bir dersinde şöyle demektedir; “Benim bir hocam vardı, son hocam oydu; Erzurum müftüsü Solakzâde Muhammed Sadık Efendi. Allah kabrini pür nur etsin. Derdi ki; “bir insan eğer hayırlı evlat babası olursa, kendisi günahkâr da olsa, günahkârlarla ölür, evliyalarla dirilir.” Sadık Efendi bunu aşağı yukarı her derste söylerdi.” (Salih Okur)
Devam Edecek
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.