Modernizm, Reformizm ve Tecdîd (II)

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün yazısı

(23 Nisan 2019 tarihinde (Rotterdam İslam) üniversitemizde gerçekleşen "Modernizm, Reformizm ve Tecdid" başlıklı konferansta sunduğum tebliği parçalar halinde paylaşacağım.)

1.1.İSLAM HUKUKUNUN UYGULAMASI İLE ALAKALI BAZI TARTIŞMALAR

Müslüman ülkelerin bağımsızlıkları kazanmalarıyla, İslam toplumunun ekseriyetinde hakim olan tarihî mirasına sahip çıkma ve bununla iftihâr etme manalarını taşıyan dinî bir hassasiyet doğmuştur. Bunun neticesi olarak, hukukun gelişmesi konusunda sınırsız bir şekilde yayılan yabancı etkileri reddetmek gayesiyle, bazı Müslüman ülkelerdeki hukukçuları içtihad kapısını açmaya ve Şerî’at hükümlerinin kanunlaştırılmasına sevketmiştir. Bu gelişmelerin, daha başka sebepleri de bulunmaktadır. 19. Yüzyılda, İslam Hukuku, İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı meydan okumalardan dolayı keskin bir viraj ile muhatab olmuştur: Batılı güçler küresel bir güç haline geldikleri gibi, Müslüman toprakları da dahil dünyanın çoğunu koloni haline getirmişlerdir. Zirâ‛î toplumlar, endüstriyel toplumlara dönüşmüşler; yeni sosyal ve siyâsî fikirler ortaya çıkmış ve bazı sosyla modeller dikte edilmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti ve diğer İslam ülkeleri gerilemektedir; bunun neticesinde reform ve yen kanunlar ortaya koymaya seslendirilmeye başlamıştır. İslam ülkelerinde, fıkhî hükümler yerine yeni resmî kanunlar geçmeye başlamıştır. Bu konuda Batılı devletler, bazan ilham kaynağı olmuş; bazan baskı uygulamış ve bazan da Müslüman devletlerin kanunlarını değiştirmeleri için cebir uygulamıştır. Laik hareketler, İslam hukukçularının fikirlerinden vazgeçmeye zorlamış ve İslam fakihliği sadece ibadetlere ve ahlaka has dallara sıkıştırılarak, diğer hukuk dallarındaki otoritelerini kaybetmişlerdir. Bu değişikliklere karşı tepki gösteren İslam toplumları farklı gruplara ayrılmış ve gruplaşma da hala devam edegelmiştir.[1] Bunlardan bazılarını şöyle zikredebiliriz:

Laikler ve liberaller, devletin hukuk sisteminin İslam hukukuna değil laik prensiplere dayanmasını savunurlar.[2]

Ehl-i Sünnet dairesindeki muhâfazakârlar ise, devletin hukuk sisteminin İslam hukukuna ve mezhep İmamlarının görüşlerine dayanmasını müdafaa ederler.[3]

Reformistler yahut modernistler ise, ortaya konulacak yeni hukuk nazariyeleri ile modern ve herkesçe kabul edilebilir bir İslam hukuk sisteminin elde edilebileceğini iddia ederler. Özellikle kadın hakları konusu gibi.[4]

Salafîler ise, sadece ve sadece Hz. Muhammed, Sahabeler, Tabi‛îler ve Tebe’-i Tâbi‛înlerin takip edilebileceğini iddia ederler.[5]

Burada iki şeyi birbirinden ayırmak mecburiyetindeyiz:

Birincisi, selef, selef-i sâlihîn yahut mütekaddimîn tabirleri, Sahabeler, Tabi‛îler ve Tebe’-i Tâbi‛înlerin takip ettikleri sırât-ı müstakîm manasını ifade etmek için kullanılır.

İkincisi ise, son iki yüzyılda ortaya çıkan Selefizm tabiridir ki, maalesef, Batılı hukukçu ve siyasetçiler, özellikle de 11 Eylül olaylarından sonra, bu tabirle, selef, selef-i sâlihîn ve hatta Sünnî kelimelerini karıştırmaktadır.[6]

1800 yıllarından itibaren İslam âleminde ortaya çıkan bu büyük değişimi iki şekilde özetleyebiliriz:

Birincisi, Avrupa kanunlarından alınan bazı hukukî modeller lehine İslam Hukukunun hükümlerini uygulamada azaltmak yoludur. Müslüman ülkelerde ve maalesef Osmanlı Devletinde uygulanan şekil bu olmuştur.

İkincisi ise, bütün Müslüman ülkelerde, bu anlayışa karşı Şerî‛tın kanun haline getirilmesi ve ictihâd kapısının açılması şeklinde karşı bir yol gelişmiştir. Ahmed Cevdet Paşa’nın yapmak istediği budur.[7]

19. Yüzyılda Müslüman toplumlarda görülen sosyal değişimler, Batılıların ekonomik baskılarıyla hızlanmıştır. Çoğu İslam ülkeleri, kendi problemlerine İslam hukuku içinde çareler aramaya başlamışlardır. Bugün de Müslüman ülkelerin yüz yüze geldiği problem, İslam hukuku hükümlerinin asrımızın sosyal, siyasî ve ekonomik isteklerine adapte edebilme meselesidir.[8]

Maalesef bugün Müslüman toplumlarda İslam Hukukunun yorum ve uygulanması konusunda birbirinden tamamen farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Bazı hareketler, İslam içinde kalarak, İslam Hukukunun bu asırda da uygulanabilirliğini sorgulamaktadırlar. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki çoğu ülkeler, laik ve şer’î mahkemeler ayırımına gitmişler ve ikincileri sadece aile ve miras hukuku konularıyla sınırlamışlardır.

Bazı İslamî hükümler, farklı zaman ve yerlerde ve farklı âlimler tarafından muhtelif şekillerde yorumlansa da, bu yaklaşımları, fundemantalist, lafız-perest yahut geleneksel görüşler diye yaftalamak doğru değildir. İslam âlimleri inanmaktadır ki, İslamın hükümleri, İslamiyeti kabul eden yahut Müslüman bir ülkede yaşayana bütün mü’minleri bağlamaktadır. İslam Hukukunu ilâhî bir kanun olarak kabul edip hürmet etmekle beraber, Müslüman yahut gayr-ı Müslim ülkelerde onu uygulamak konusunda kafalar karışıktır. Aşağıda açıklayacağımız gibi, Müslüman ferdler, İslam hukukuna göre her yerde hayat tarzlarını sürdürebilirler; ancak Müslüman fertler, İslam hukukunu toplumda resmen uygulama hakkına sahip değillerdir. Bunu ancak devlet yapar.

Biz inanıyoruz ki,

Kur'an, عَرَبِىٌّ مُبِينٌ fermanıyla manası vazıh olduğunu bildirir.[9] Baştan başa hitab-ı İlahî, o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus manaları kabul etmemekten, hâşâ sümme hâşâ, Cenab-ı Hakk'ı tekzib ve Hazret-i Risalet'in fehmini tezyif etmek çıkar. Demek maânî-i mensusa, müteselsilen menba'-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbn-i Cerir-i Taberî bütün maânî-i Kur'anı muan'an sened ile müteselsilen menba'-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.[10]

Ey ehl-i kitab! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin! Zira size Kur’bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz; diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şeriatlarının kavaid-i esasiyelerini cem' etmiş olduğundan, usûlde muaddil ve mükemmildir. Yani ta'dil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tegayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer'iyede tebeddül vardır. Çünki fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhere dâ' olur. Bu sırdandır ki, Kur'an fer'î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.[11]

Kanunlaştırma hareketleri ve İslam Hukukunun reforme edilmesi konusundaki farklı görüşleri daha iyi anlamak için, İslâm hukuku hükümlerinin nazariyât ve zaruriyât diye tasnif edilmesinin zarûrî olduğuna inanıyoruz.

Bediüzzaman’ı dinleyelim:

"Su’âl: Sahabelere karşı iddia-yı rüchan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu mes'eleyi medar-ı bahsetmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izama karşı müsavat dava etmek neden ileri geliyor?

Elcevab: Şu mes'eleyi söyleyen iki kısımdır: Bir kısmı, safi ehl-i diyanet ve ehl-i ilimdir ki; bazı ehadîsi görmüşler, şu zamanda ehl-i takva ve salahatı teşvik ve tergib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibaha gelirler.

Diğer kısım ise gayet müdhiş mağrur insanlardır ki; mezhebsizliklerini, müçtehidîn-i izama müsavat davası altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karşı müsavat davası altında icra etmek istiyorlar. Çünki evvelen: O ehl-i dalalet sefahete girmiş, sefahette tiryaki olmuş; sefahete mani' olan tekâlif-i Şer'iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: "Şu mesail, içtihadiyedirler. O mesailde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi' olmaya ne mecburiyetimiz var?" İşte bu bedbahtlar, bu desise-i şeytaniye ile, başlarını mezahibin zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu davaları ne kadar çürük, ne kadar esassız olduğu Yirmiyedinci Söz'de kat'î bir surette gösterildiğinden ona havale ederiz.

Sâniyen: O kısım ehl-i dalalet baktılar ki, müçtehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyat-ı diniyedir. Halbuki bu kısım ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, mes'eleleri tamam olmuyor. Çünki müçtehidîn, nazariyata ve kat'î olmayan teferruata karışabilirler. Halbuki bu mezhebsiz ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesaili tebdil etmek ve kat'î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden; elbette zaruriyat-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler. Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri; sahabenin küçüklerine karşı müsavat davasını kazanamadıkları, gayet kat'î bir surette Yirmiyedinci Söz'de isbat edilmiştir."[12]

[1]   Wael B. Hallaq, A History of Islamic Legal Theories, An Introduction to Sunnî Usûl al-Fiqh (Cambridge: Cambridge University Press 2007), sh. 207-54; Maurits S. Berger, Klassieke Sharî‘a en vernieuwing, WRR webpublicatie nr. 12 (Amsterdam: Amsterdam University Press, 2006), sh. 16-18; ‘Abdullahi Ahmad An-Na‘im, Islamic Family Law in a Changing World: A Global Resource Book, (London: Zed Books, 2002), sh. 1-21; Ralph H. Salmi, Cesar Adib Majul and George Kilpatrick Tanham, Islam and Conflict Resolution: Theories and Practices, (University Press of America, 1998), sh. 61-2.

[2]  Bazı aşırı görüşler için bkz.: ʻAbd Allāh Aḥmad Naʻīm, Islam and the Secular State: Negotiating the Future of Shariʻa, (Harvard University Press, 2008), sh. 1 vd. Abdulkarim Soroush ve Nasr Abu Zaid de bunların arasındadır.

[3]   Krş. Christopher Roederer and Darrel Moellendorf, Jurisprudence, (Lansdowne: Juta and Company Ltd, 2007), sh. 475 vd.

[4]   Muasır modernistler arasında Muhammad Abduh (1849-1905), Ali Shariʿati (1933-77), Hasan Turabi ve Muhammad Hatami’yi zikredebiliriz.

[5]   Bkz. Jasser Auda, Maqâsid al-Sharî‘ah as Philosophy of Islamic Law: A Systems Ashroach (London: The International Institute of Islamic Thought, 2008), sh. 144-90; Nasr Abu Zaid, Reformation of Islamic Thought. A Critical Historical Analysis, WRR Verkenning no. 10 (Amsterdam: Amsterdam University Press, 2006), sh. 21-22; Mahmood Monshipouri, “Islam and Human Rights in the Age of Globalization,” in Ali Mohammadi, Islam Encountering Globalization, (Routledge, 2002), sh. 91-110.

[6]    Al-Bukhari, al-Jâmi‘, 3:48:819 ve 820; Muslim, al-Jâmi‘, 31:6150 ve 6151.

[7]   Knut S. Vikør, Between God and the Sultan: A History of Islamic Law, (Oxford University Press US, 2005), sh. 222 vd.

[8]  Roederer and Moellendorf, Jurisprudence, sh. 479ff; Berger, Klassieke Sharî‘a en Vernieuwing, sh. 16-18.

[9]    Kur’an, Şu'ara - 26:195.

[10]   Bediuzzmanan Said Nursi, Mektûbât, (Envâr), sh. 388-389.

[11]  Bediuzzmanan, İşârât’ül-İ‛câz, (Envâr), sh. 50.

[12] Bediuzzmanan Said Nursi, Sözler, sh. 495-496.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum