Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ
Zekâtı Verilmeyen Para
Erdal 26 yaşlarında, tuttuğunu koparabilen, çevik ve oldukça ahlaklı bir gençti. Etrafı dağlarla ve ormanla çevrili mütevazı bir kasabada yaşıyordu. Ancak kasabada işsizlik vardı ve kasabalıların yaptıkları iş kendilerine yeterli gelmiyordu. 65-70’li yıllarda Almanya'nın Türkiye'den işçi talep etmesi iş bulma konusunda herkeste yeni bir umut uyandırmıştı.
İşçi simsarları köy köy, kasaba kasaba dolaşarak işçi olarak Almanya'ya gideceklerin isimlerini yazıyor, hazırlanan listeleri İş ve İşçi Bulma Kurumuna teslim ediyorlardı. Erdal da Almanya'ya gideceklerin listesine ismini yazdırmıştı.
Aradan bir yıl geçti, Erdal’ın ismi gideceklerin arasında çıkmıştı. Çıkmıştı çıkmasına ama meçhul bir sıkıntı içini kemiriyordu. Çünkü ailesini oraya götüremiyordu. Fakat Almanya gelecek vadettiği için Erdal eşini ve iki çocuğunu Türkiye’de bırakarak tek başına Almanya'ya gitti. Büyük şehre uzak mesafede olan bir kasabada, bir fabrika inşaatında çalışmaya başladı. Ağır bir işte çalışıyordu ama haftalık ücreti dolgundu. Bir haftada Türkiye'de çalışan bir işçinin bir aylığından daha fazla ücret alabiliyordu.
Bin bir meşakkat ve sıkıntı ile bir yılını doldurdu. Artık istedikleri takdirde aileleriyle Almanya'ya yerleşme hakları vardı. Erdal da memleketteki ailesini alıp Almanya’ya getirdi. Ancak bir müddet sonra Almanya'nın sosyal hayatı onlara ters gelmeye başladı. Dillerini bilmedikleri insanlarla birlikte yaşamak oldukça zordu. Bunun üzerine Erdal, Almanya'da kalıp kalmama konusunda eşi ve çocuklarıyla istişare etti. Eşinin tercih ettiği görüşe göre Erdal Almanya’da çalışmaya devam edecek, kendisi çocuklarla Türkiye'ye dönecek, biriktirdikleri paralarla ev alıp iş kuracaklardı.
Öyle de yaptılar. Amaçları, Almanya'daki yüksek ev kirasından kurtulmak, böylece daha erken zamanda daha çok para biriktirip memlekete daha erken dönmekti. Erdal eve göre daha hesaplı olan bekâr pansiyonlarında kalmaya başladı. Yılda sadece bir ay izne gelip ailesini görüyordu. Biriktirdiği paraları Türkiye'deki ailesine gönderiyor; onlar da altına çeviriyorlardı. Aradan on yıl geçmişti. 6 kiloya yakın altınları birikmişti. Bir yıl daha çalışıp kesin dönüş yaparak memlekete dönmek ve bir iş kurmak istiyordu.
Erdal ilkokul mezunuydu. Dinimiz hakkında fazla malumata sahip değildi. Dindar olmasına rağmen dini vecibelerini yerine getirmiyordu. Derken Erdal Almanya'da Nur talebeleriyle tanışmış ve onların sohbetlerine gitmeye başlamıştı. Sohbetlere devam ettikçe her şeyi yeniden anlamlandırıyor ve dünyaya çok farklı bir açıdan bakmaya başlıyordu. İnsan hayatının dünyadan ibaret olmadığını öğrendikçe dünya malına ve paraya bakışı da değişmişti. Ailesine gönderdiği mektuplarda çocuklarının namaz kılmaları için onları Kur'an Kursuna göndermesini eşine tavsiye ediyordu. Eşi önceleri buna bir anlam verememişti. Ama yazın tatile geldiğinde Erdal'ın mütedeyyin bir insan olmasından çok memnun olmuştu.
Erdal izin dönüşü son kez Almanya'ya döndü. Ailesi de kasabadaki mütevazı evlerinde yaşamaya devam ediyordu. Erdal'ın hasretiyle yoğrulan hayat böylece sürüp giderken bir gün bohçacı iki kadın evlerine geldi. Yatak çarşafı, perde, havlu, iç çamaşır ve yastık kılıflarını satıyorlardı. Kötü niyetli oldukları için bir taraftan da girdikleri evin maddi durumunu öğrenmeye çalışıyorlardı.
Tam da yerine gelmişlerdi. Erdal Bey'in Almanya'da çalıştığını ve yakında kesin dönüş yapıp bir iş kuracağını laf aralarından öğrenmişlerdi. Bohçacı kadının aklına şeytanî bir fikir geldi: "Önce bu evin anahtarını yürütüp kopyasını yapmalı, sonra evde olmadıkları bir zamanda gelip evi soymalıyız" dedi ve öyle de yaptı.
Komşular ortaya saçılan eşyalara bakarken bohçacı kadın yardımcısına, kapının arkasındaki anahtarı dışarı götürüp kopyalamasını söyledi. O da komşulardan birisinden alacağının olduğunu ve gidip geleceğini söyleyip dışarı çıktı. Çıkarken evin anahtarını yanına aldı. Anahtarcıda bir kopyasını yaptırıp geri döndü. Ev sahipleri ve komşular sağa-sola serpilmiş eşyalara bakarken kadın eve girdi ve kimseye fark ettirmeden anahtarı eski yerine koydu. Bohçacı kadınlar alış-verişten sonra eşyalarını toplayıp evden ayrıldılar.
Fakat bohçacı kadınlar bir müddet daha kasabada kalıp Erdal Bey'in evini uzaktan göz hapsine almışlardı. Bir gün Erdal Bey'in eşi ve çocukları evden ayrılıp başka mahalledeki yakınlarının yanına gidince bohçacı kadınlar ellerindeki anahtarla rahatlıkla eve girip 6 kilo altını çaldılar ve çabucak kasabadan ayrılıp uzak bir şehre gittiler. Hırsızlık o kadar ustaca yapılmıştı ki, ev sahipleri akşam eve döndüklerinde soyulduklarını fark etmediler. Ancak on gün sonra altınların çalındığını fark ettiler.
Erdal'ın eşi on yılık birikimlerinin çalındığını görünce büyük bir strese girdi. Kocasının gurbet ellerde, sefalet içinde kazandığı on yıllık birikimine sahip çıkamamıştı. Ona ne cevap verecek, durumu ona nasıl bildirecekti? Vaziyetin ağırlığı bir taş gibi kalbine inmişti. Fazla dayanamadı ve yere yığıldı. Hemen hastaneye kaldırıldı ve durum polise bildirildi. Polis kapının zorlanmadan açıldığını görünce anahtarla açılmış olduğu ihtimali üzerinde durdu.
Olay üzerinden altı ay geçmiş olmasına rağmen polisten olumlu bir haber gelmedi. Erdal hırsızlık olayından henüz haberdar edilmemişti. Nihayet hasta yatağında olan Erdal’ın eşi bir gün kızını çağırdı ve "Gel kızım, babana bir mektup yaz ve ne olacaksa olsun, altınların çalındığını babana bildir" dedi. Kızı da, babasına yazdığı mektupta altınların çalındığını ve hırsızların henüz yakalanmadıklarını bildirdi.
Erdal Bey'den gelecek olan cevabî mektup bir ailenin geleceğini ilgilendiriyordu. Belki de Erdal Bey'in eşinin hayatı bu mektuba bağlıydı. Çocukları da, babalarından gelecek mektubu dört gözle bekliyorlardı. Erdal Bey Türkiye'den gelen mektubu okuyunca durumu büyük bir sabır ve sükûnetle karşıladı.
Yaşanan olayı, sohbetlerde kazandığı yeni hayat tarzına uygun bir teslimiyetle ele aldı. Sohbet arkadaşlarıyla istişare etti. Her şeyde kaderin bir cilvesinin bulunduğunu düşündü. Sonra ailesine cevabî bir mektup yazdı. Adeta şifa ve neşe taşıyan mektup Türkiye'ye gelmişti. Kızı büyük bir heyecanla mektubu okumaya başladı. Erdal şunları yazıyordu:
"Sevgili karıcığım, selam eder, çocukların gözlerinden öperim. Sakın altınların çalınmış olmasından dolayı üzülmeyiniz. Çünkü her şey keder ile takdir edilmiştir. Mutlu bir hayat yaşayabilmek için kısmetimize rıza göstermeliyiz. Üstelik zekâtı verilmemiş maldan insana ne hayır gelebilir? Evet, maalesef o altınların zekâtı verilmemişti. Hem eğer kısmetimizde varsa, belki de polis hırsızları yakalayıp altınlarımızı geri alabilecektir. Siz merak etmeyiniz. Ben tekrar çalışır, para biriktirir ve Türkiye'ye dönüp işimizi kurarız inşallah. Erdal."
Bir müddet sonra hırsız bohçacılar Adana’da yakalanıp tutuklandılar; fakat altınlardan eser yoktu. Çünkü onlarla arsa almışlardı. Mahkeme arsalara el koydu. Böylece Erdal Bey’in bir kısım paraları geri gelmişti.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.