Hüseyin KARA
Mutluluk parolamız
Kur’an’dan Risale-i Nur perspektifinde günümüze mesajlar(12)
Her an ruhunu acıtacak bir olayla karşılaşma ihtimali olan tek varlık insandır. Çünkü insan dün, bugün ve yarınla iç içedir ve bu üç zaman diliminin her anının etkisindedir. Hayvansa tek boyutlu olarak anı yaşamaktadır.
İnsana üç zaman parçasından hücumlar gelmektedir ya,bu haliyle hayvana oranla dezavantaja sahip; bu yüzden her zaman önlem içinde tetikte olmak zorundadır. Gerçi bu üç zamanın savletlerinden kurtulacak donanımı; aklı, iradesi ve tehlike karşısında önlem alma gibi kabiliyeti vardır.O bu özelliğiyle diğer yaratıklara karşı üstünlük kazanabilmektedir.Söyleyebiliriz ki tehlikeyi önceden bilinç düzeyinde sezme, yalnızca insana özgüdür.
İnsanın bu donanımlı yapısı yanında bir de acizlik gibiihtiyaçlarını karşılamayacak kadar zaafları var. İşte bu iki kutupluluğu onun engelidir; aciz ve ama çok şeylere ihtiyaç duyması. Bir nezle onu tökezletebiliyor,bir sinek onu rahatsız edebiliyor, bir kötü söz, bir bakış ve sıradan bir olay moralini bozabiliyor. Musibetse dünyasını kendine haram ediyor. Bunlar gibi farkında olmadan karşılaşacağı küçük büyük olumsuzluklar onu mecalsiz bırakabiliyor. Aklını ve duygularını yerli yerinde kullanamadığı durumlarda bir kaosa sürüklenmesi içten değil.
İnsan bu; yaratılmışların en mükemmeli olması noktasında çarelerinin bitmesinin söz konusu olmayacağı için, sonsuza dek güveneceği bir dayanak bulmak onun için hiç de zor değildir.Onu yaratan Allah’tır; hayat süreceği daha birçok imkânları da. Her şeyden önce onu düşünen var. İşte bu, kâinatıbütün ayrıntılarıyla var eden güçtür. Bu güç onun dayanağıdır; yani nokta-i istinadı ve nokta-i istimdadıdır. Bir başka deyişle onun güvencesidir. İnsan O’na aittir; O’nun korumasından hiçbir zaman çıkmış değil ki!
Böyle bir dayanağa sahip olan, Bediüzzaman’ın deyimiyle “münevverül-akıl” ya da “münevverül-kalb”, yani kalbi imanla nurlanmış ve aklı ilimle donanmıştır; bu özelliği olan insanı, yine onun deyişiyle “küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki onu korkutmaz.”[1] Mademki olup biten neyse onun gücünü aşmaktadır, o halde insanınher şeyiyle Yaratıcının güvencesine sığınmaktan başka çaresi yoktur. Bu düşünce içinde olmak bir başka şeyden asla alamayacağı büyük bir rahatlıktır; güven duygusunun doyumudur, bir çocuğun annesinin kucağına sığındığı gibi Yaratıcının o şefkatli korumasına girmektir, derin bir nefes almaktır. Bu hal, insan için dünyanın hay huylarından kurtulmanın kesinyoludur.
İşte Kur’an, bu konumda olan insana, dünyanın ağır hücumlarını hatırlatarak olumsuz bir olayla karşılaşıldığında, nin tamamı olan “Onlar bir musibet geldiğinde, derler ki, ‘Biz Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na dönücüleriz.”[2]ayetiyle, bütün zerreleri hissedercesine nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini telkin eder.
Bu ayet, insandaki dinamikleri harekete geçirmektedir. Ansızın gelen bir musibetin başka alternatifleride ortadan kaldırdığı hengâmda yalnızca müracaat edilebilen tek kapının kaldığını hatırlatmaktadır. Tam bu noktada insanda var olan acizlik, fakirlik, güven duyma ve ait olma duygularını devreye sokmaktadır. Kalan tek ümit kapısını çalmak, insan için artık zor olmaz. Bir bela mı kapımızı çaldı, “zaten biz O’nunuz, öyle de olsa böyle de olsa sonunda O’na döneceğiz” diyerek, büyük bir yükü üzerimizden atmış oluruz. Bu ayet, aynı zamanda bizim mutluluk parolamız olduğu gibi imanımızın da sembolüdür. O kadar ki herhangi olumsuz olay karşısında Müslümanların bunu çokça söylemesi bir gelenek haline gelmiştir.
Bu ayetin tefsirinde Elmalı, ağız alışkanlığıyla değil, bunu kalp ile söyleme bilinci içinde rıza duygusuna erişmenin önemliolduğunu söyler. Allah’ın acı tatlı ölçüp biçmesine itiraz edilmez. Bu teslimiyete “rıza makamı” denir.[3] Yani “Biz Onunuz, O ne isterse yapar, üzerimizde bizi denemek için yaptıklarına bir şey diyecek ne haddimize, zaten en sonunda O’na döneceğiz” demekle teslimiyetimizi içten belirterek her an gündemde tutmaktır.
Bediüzzaman, musibetlere yaklaşımı çok daha ilginçtir; adeta onları hayatın bir parçası gibi görür. Bu bağlamda “Allah musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Özellikle masumlara, hatta hayvanlara bu zulüm değil mi?” diye sorulan bir soruya sanatkârın bir model üzerindeki özenle uğraşmasını örnek olarak verir. Onun yaptığı çok süslü elbiseyi prova için giydirdiği adamın, becerisini göstermek için kısaltması, uzatması, biçmesi, kesmesi, onu oturtması ve kaldırmasından rahatsız olduğunu söyleyemeyeceği gibi Allah’ın çok hikmetlersebebiyle verdiği bazı sıkıntılardan ötürü şikâyet etme hakkına sahip değildir.
İnsanla iç içe olan musibetlere ilişkin şu bilgi de son derece orijinaldir: “Zaten sükûn ve sükûnet, atâlet, yeknesaklık, tevakkuf, bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül vücuttur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemâlâtını bulur, beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat, cilve-i esmâ ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffî eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderâtını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini ifa eder, ücret-i uhreviyeyekesb-i istihkak eder.”[4]
Acılar ve zorluklar aslında en büyük öğretmendirler. Acılar ve zorluklarla yoğrulmayan insanlar duyarlılıktan uzaktır. Bu yüzden çeken insanlarla edilen sohbetin tadına doyulmaz. Gassion’un da “Zorluklar hayatımızın bileği taşıdır; biz onlara sürtüne sürtüne keskinleşiriz.” demekle, insanın rahatlıkla değil ancak zorlukları göğüsleyerek belli bir kıvama gelebileceğine vurgu yapması boşuna değildir. Hastalıklar ya da kimi musibetlerle yüzleşen insanların hayata bakış açıları çekmeyenlere oranla çok daha renklidir; onlarla bir konuyu irdelemek de bambaşkadır. Çekenler bizim için aşına yüzlerdir sanki. Bu gibi insanlara baktıkça zorluk ve sıkıntıları sevesi geliyor insanın.
Zorlukların yalnızca insanlar için değil bazı bitkiler için de iyileştirici ve verim artırıcıözellikleri var. Amerika’da “sasal” denen bir bitki türü var; bu, soğuk rüzgârda, sert ve verimsiz toprakta, yakıcı güneşin altında yetişir ve elyaflı olan yaprakları dokumada kullanılır. Çok verim almak amacıyla elverişli şartlarda yetiştirmeyi denemişler ama daha geniş yapraklar vermesine rağmen elyafça son derece yetersiz kalmıştı. Oysa bu bitki zor şartların bitkisiydi.
Bediüzzaman’ın, zor şartların iyileştirici özellikleri adına daha ilginç yaklaşımları var. Her zamanın hükmü olduğundan söz ederek, bu zamanın musibetinin de şeklini değiştirdiğini gözlemlemiştir. Ona göre bazı insanlarda belâ, belâ değil, tam aksine ilahi bir lütuftur. Dine ait olmamak şartıyla musibete uğrayanları bahtiyar gördüğünden musibetlerin aleyhinde olma gibi bir fikir kendisinde oluşmamış. Delil olarak bunagözleminigöstermiş ki, hasta hangi genç yanına gelmişse, sağlıklı olan gence oranla onu çok daha olgun ve hakkına razı görmüştü.[5]
Bediüzzaman, şöhretin gösterişin ta kendisi olduğunu bir taraftan söylerken,diğer taraftan da kalbi öldüren bir bal oluşuna dikkat çeker. Evet, şöhret insanı insana köle yapar. Kendini başkalarına kabul ettirmek için yapmacık davranışlarda bulunmayı zorunlu gören şöhret düşkünlüğünü bir musibete benzetir. Buysa en büyük kişilik zaafı ve hastalığıdır. Bundan kurtulmak için de “ ”yani “Biz Allah’a aitiz ve mutlaka O’na döneceğiz.” diye terennüm edilen tevhit duasını bilinçli olarak dilden düşürmemek gerektiğine vurgu yapar.[6]
Şikâyet etmek, başımıza geleni azdırmaktan başka işe yaramaz. Bu, kırık elle dövüşmeye benzer. Oysa sükunet ve sabır çok şeyin panzehridir. Hele “Biz Allah’a aitiz er geç O’na döneceğiz” desek, hem rahatlarız hem de nokta-i istinadı bulduğumuz için kendimizi güvenceye almış oluruz.
Daha çok dostların aniden ayrıldıkları anda söylenir bu parola. Beklenmedik ayrılıklar insanı derinden yaralar. Ama insan, bu olumsuzluklarda “Dünya madem fanîdir; değmez alâka-i kalbe”[7]gerçeğini terennüm etmekten başka ne yapabilir? Nitekim dava adamına en çok ihtiyaç duyulan bir zamanda önce Hafız Ali’nin daha sonra Hasan Feyzi’nin bu dünyadan ayrılışları gerek Bediüzzaman’a ve gerekse talebelerine “ ” ayetini bolca söyletmiştir.[8]
İnsan sorunların yönetim ve kontrolüne girdiği anda dengesini kaybeder; bu dakikadan sonra yapacağı fazla bir şey olmaz. O bir tür tutsak olmuştur, sorununun tutsağı olmuş, şirazesinden çıkmış duygularının güdümüne girmiş. İşte hayatı yönetme noktasında insana gereken, ani yıkımlarda yıkım psikolojisine girmemektir; dik durmaktır, zorluklara göğüs germektir, musibet geldiğinde musibetin yönetimine değil musibeti kendi kontrolüne almakla hayata ve zamana yön vermektir. Ve bunun iksiri de “Biz zaten Allah’a aitiz, er geç O’na dönücüleriz.” demekle, temel duruşu belirleyen “iman”ı haykırmaktır. İşte o zaman musibetler bile fırsata dönüşmüş olurlar.
Musibetler ve zorluklar insanın direncini ortaya çıkarır. Zorluklara dayanıklı olmayanlar da hayatın rüzgârları karşısında zayıftırlar, yerle bir olmaya mahkûm olurlar.
Sorunları yönetebilme becerisi belki de insana, özellikle mümine gerekli olan en önemli bir hayat deneyimidir.
[1] Nursî, B.S. Sözler, 3.Söz
[2] Kur’an, Bakara: 156
[3] Elmalı, Hamdi Yazır, cilt:1, (ilgili ayet), Eser Kitabevi, İstanbul.
[4] Nursî, B.S. Mektubat, 12. Mektup, 3. Sual
[5] Nursî, B.S. Lem’alar, 2. Lem’a, 3. Mesele
[6] Nursî, B.S. Sözler,Konferans,
[7] Nursî, B.S. Mektubat, 17. Mektup, 5. Nokta,
[8] Nursî, B.S. Emirdağ Lahikası-1, mek: 140
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.