Said Nursi'yi Kürt ve Türk milliyetçisi yaptı!

Said Nursi'yi Kürt ve Türk milliyetçisi yaptı!

Kaliforniya Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Tuğal, Said Nursi'nin Türk milliyetçiliğine kaydığını iddia etti

Risale Haber-Haber Merkezi

Kaliforniya Üniversitesi (Berkeley) öğretim üyesi Doç. Dr. Cihan Tuğal, Said Nursi'nin Türk milliyetçiliğine kaydığını iddia etti.

Taraf gazetesinden Neşe Düzel'e konuşan Tuğal, "Saidi Nursi'de de Türk milliyetçiliği vardır. Saidi Nursi, Kürt milliyetçiliğinden ümmetçiliğe değil de, Türk milliyetçiliğine kaymıştır" dedi.

Doç. Tuğal'in Said Nursi gibi bir din alimini milliyetçilikle suçlaması şaşkınlıkla karşılandı.

BEDİÜZZAMAN'IN MİLLİYETÇİLİK GÖRÜŞÜ

Milliyetçiliğe karşı net tutumu ile bilinen Said Nursi'yi Kürt ve Türk milliyetçiliği ile itham etmek en büyük iftiralardan biri olarak geçmişte de zaman zaman kullanıldı. "Eğer unsur lâzım ise, unsur için bize İslâmiyet kâfidir" diyen Bediüzzaman Risale-i Nur'un çeşitli bölümlerinde milliyetçiliğin zararlarını anlatmıştır.

Bunlardan biri de Mektubat adlı eserinin 26. Mektub 3. Mebhasında yer alan bölümdür. İşte o bölüm:

Üçüncü Mebhas

"Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayatı içtimâiyeye âit münâsebetlerinizi bilesiniz birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa, sizi kabîle kabîle yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız husûmet ve adâvet edesiniz değildir."

Şu Mebhas Yedi Meseledir.

Birinci Mesele: Şu âyet-i kerımenin ifade ettiği hakîkat-i âliye hayat-ı içtimâiyeye âit olduğu için, hayat-ı içtimâiyeden çekilmek isteyen Yeni Said lisânıyla değil, belki İslâmın hayat-ı içtimâiyesiyle münâsebettar olan Eski Said lisânıyla, Kur'ân-ı Azimüşşâna bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum.

İkinci Mesele: Şu âyet-i kerîmenin işaret ettiği "teârüf ve teâvün düsturu"nun beyânı için deriz ki:

Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir; tâ ki her neferin muhtelif ve müteaddit münâsebâtı ve o münâsebata göre vazifeleri tanmsın, bilinsin ve tâ o ordunun efradları düstur-u teâvün altında, hakîki bir vazife-i umûmiye görsün ve hayat-ı içtimâiyeleri, a'dânın hücumundan mâsun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekâbet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasemet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. Aynen öyle de, hey'et-i içtimâiye-i İslâmiye, büyük bir ordudur; kabâil ve tavaife inkısam edilmiş; fakat, binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir; bir, bir, bir, binler kadar bir, bir... İşte bu kadar bir birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktizâ ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin îlân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tahâsum için değildir.

Üçüncü Mesele: Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Husûsan dessas Avrupa zâliınleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir sûrette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar.

Hem, fikr-i milliyette bir zevk-i nefsânî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimâiye ile meşgul olanlara, "Fikr-i milliyeti bırakınız" denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfî'dir, şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhâsemet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş:

İslâm, Câhiliyyetten kalma ırkçılık ve kabîleciliği kaldırmıştır.

Ve Kur'ân'da ferman etmiş:

Kâfirler kalblerine câhiliyet taassubundan ibâret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resûlünün ve mü'minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zâten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir. (Fetih Sûresi: 26.)

İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerîme katî bir sûrette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü, müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın?

Evet, menfî milliyetin, tarihçe pekçok zararları görülmüş. Ezcümle, Emeviler, bir parça, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem, Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umûmideki hâdisat-ı müthişe dahi menfî milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde, iptidâ-i hürriyette, Bâbil Kal'asının harâbiyeti zamanında "tebelbül-ü akvâm" tâbir edilen "teşaub-u akvâm" ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfî milliyet fikriyle başta Rum ve Ermeni olarak pekçok "kulüpler" nâmında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mültecîler cemiyetleri teşekkül etti ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyâde birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabânî bakmak ve birbirini düşman telakkî etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdetâ bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divânelikle büyük ejderhâlar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfû unsuriyet fikriyle Şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya Cenub tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip, onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâliki ile beraber, o Cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karsı sephe alınsın. Cenubdan gelen Kur'ân nûru var, İslâmiyet ziyâsı gelmiş; o, içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevî adâvettir. Hamiyet nâmına hayat-ı içtimâiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil hamakattır.

Dördüncü Mesele: Müsbet milliyet, hayat-ı içtimâiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor; teâvüne, tesânüde sebeptir, menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyâde teyid edecek bir vâsıta olur.

Şu müsbet firk-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli, Çünkü, İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; âlem-i bekâda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâkî kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa, onu onun yerine ikâme etmek, aynı kal'anın taşlarını, kal'anın içindeki elmas hazînesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakâne bir cinayettir.

İşte ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları; altı yüz sene değil, belki, Abbâsîler zamanından beri bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak, bütün cihâna karşı meydan okuyup, Kur'ân'ı îlân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def' ettiniz tâ Allah, sevdiği ve kendisini seven mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibi, Allah yolunda cihad eden bir topluluk getirecektir (Maide Sûresi: 54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi, Avrupa'nın ve frenkmeşreb münâfıkların desîselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitâba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!

Cây-ı Dikkat Bir Hâl

Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde; dünyanın her tarafında olan Türkler ise, Müslümandır. Şâir unsurlar gibi Müslim ve gayr-i Müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir; nerede Türk tâifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır—Macarlar gibi. Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-i Müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kâbil-i efrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen, şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!

Beşinci Mesele: Asya'da uyanan akvâm, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa'yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesâtları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kâmet-i kıymeti başka bir elbise ister; bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. bir kadına, bir jandarma elbisesi giydirilmez—bir ihtiyat hocaya, tango bir kadın libâsı giydirilmediği gibi. Körü körüne taklit dahi, çok defa maskaralık olur. Çünkü:

Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir câmi hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez; kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.

Hem, ekser enbiyânın Asya'da zuhuru, ağleb-i Hükemânın Avrupa'da gelmesi, kader-i ezelmin bir remzi, işaretidir ki; Asya akvâmını intihâba getirecek, terakkî ettirecek, idâre ettirecek, din ve kabdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli yerine geçmeli.

Sâniyen: Dîn-i İslâmı, Hıristiyan dînine kayas edip, Avrupa gibidine lâkayd olmak, pek büyük bir hatâdır. Evvelâ, Avrupa dînine sâhiptir. Başta Wilson, Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıp olmaları şâhittir ki, Avrupa dînine sahiptir; belki bir cihette mutaassıptır.

Sâlisen: İslâmiyeti Hıristiyan dînine kıyas etmek, kıyâs-ı maalfârıktır, o kıyas yanlıştır. Çünkü, Avrupa, dînine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terk etti, medenîleşti. Hem, din onların içinde üç yüz sene muhârebe-i dahiliyeyi intâc etmiş. Müstebit zâlimlerin elinde avâmı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vâsıta olduğundan, onların umûmunda muvakkaten dînine karşı bir küsmek âsıl olmuştu.

İslâmiyette ise, tarihler şâhittir ki, bir defadan başka dâhilî muhârebeye sebebiyet vermemiş. Hem ne vakit, ehl-i İslâm, dîne ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakkî etmişler. Buna şâhit, Avrupa'nın en büyük üstâdı, Endülüs devlet-i İslâmiyesidir. Hem, ne vakit, cemâat-i İslâmiye, dîne karşı lâkayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler. Hem, İslâmiyet, vücûb-u zekât ve hurmet-i ribâ gibi binler şefkatperverâne mesâil ile fukarâyı ve avâmı himâye ettiği, Akıl erdirmezler mi? (Yasin Sûresi: 68.) Tefekkür etmezler mi? (En'âm Sûresi: 50.) Düşünmezler mi? (Nisâ Sûresi: 82.) gibi kelhimâtıyla aklı ve ilmi istişhâd ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himâye ettiği cihetle, dâimâ İslâmiyet fukarâların ve ehl-i ilmin kal'ası ve melcei olmuştur. Onun için, İslâmiyete karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur.

İslamiyetin, Hıristiyanlık ve sâir linlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki:

İslâmiyetin esâsı, mahz-ı Tevhiddir; vesâit ve esbâba tesir-i hakîki vermiyor, îcad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, "velediyet" fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbâba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Âdetâ Rubûbiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. Allah'ı bırakıp, bilginlerini ve rahiplerini Rabler edindiler. (Tevbe Sûresi: 31.) âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhâfaza etmekle beraber, sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dîni olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.

Altıncı Mesele: Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:

Evvelâ: Şu dünya yüzü, husûsan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhâceretlere ve tebeddülâta mâruz olmakla beraber; merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden, pervâne gibi, çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde, Levh-i Mahfûz açılsa ancak hakîki unsurları birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakîki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti binâ etmek, manâsız ve hem pek zaralıdır. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir ise, millet birdir." Mâdem öyledir; hakîki unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münâsebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.

Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti bu vatan evlâdının hayat-ı içtimâiyesine kazandırdığı yüzer fâideden iki fâideyi misâl olarak beyân edeceğiz:

Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa'nın büyük devletlerine karşı hayatını ve rnevcudiyetini muhafaza ettiren, şu evletin ordusundaki nûr-u Kur'ân'dan gelen şu fikirdir: "Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim." Kemâl-i şevk ile aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbâl etmiş, dâimâ Avrupa'yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın rûhunda şöyle ulvî fedâkârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebililir? Hangi hamiyet onun yerine ikamet edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona fedâ ettirebilir?

İkincisi: Avrupa'nın ejderhâları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyiye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât sahipleri onları inletmemek ve sızlatmamak için, elini çekmiş; elini kaldırırken, indirmiş. Şu hiçbir cihette istisgar edilmeyecek mânevî ve dâimî bir kuvvetüzzahr yerine hangi kuvvet ikâme edilebilir? Gösterilsin! Evet, o azîm mânevî kuvvetüzzahrı menfî milliyet ile istignâkârâne hamiyet ile gücendirmemeli!

Yedinci Mesele: Menfî milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: Eğer şu milleti ciddi severseniz, onlara şefkat edersiniz. Öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserisinin şefkat sayılsın. Yoksa, ekserîsine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat gafletkârâne hayat-ı içtimâiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü, menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizinden ikisine muvakkat fâidesi dokunabilir, lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine ... mazhar olurlar. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musîbetzededir, ya çocuktur, ya çok zaiftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür muttakîdirler ki; bunlar, hayat-ı dünyeviyeden ziyâde, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nur, bir tesellî, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübârek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellîlerini kırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık!

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı hak, bin seneden beri Kur'ân'ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tâyin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nûru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir.