Bir Said değil, bin Said feda olsun

Bir Said değil, bin Said feda olsun

Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

(Üstadımızın çok evvel yazmış olduğu zîrdeki mektubu, şahsî nüfuz temin ve dini siyasete âlet etmek ittihamlarına tam bir cevap olduğundan, kararnameye ilhak edilmiştir:)

Konuşan yalnız hakikattir

Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki, bazen zulüm içinde adalet tecellî eder. Yani, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellîsine bir vesile olur. Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesb etmiş olan o kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlâhînin bir nevi tecellîsidir.

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zâlimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu niçin tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde böyle birşey yoktur.

Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere mâruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar.

Onlar bu ittihamı kasten mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasıt olsun, ister vehim olsun, ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemâl-i kat’iyetle yakinen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla ittiham edenler de biliyorlar. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve mâsum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye mâruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i İlâhiyeye muhalif düşmez mi?

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi anladım. Ben kemâl-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma âlet yapmakmış.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki, uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mânialar beni men ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mâl-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men ediliyordum. Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.

Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlâhî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor; “Sakın” diyor, “iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma-tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.”

İşte, Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka bir şey değildir. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.

Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki:

Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ ve cefâlara mâruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlâhînin sırlarına, derin tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetü’z-Zehranın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar. (Emirdağ Lâhikası-2, 69)

Bediüzzaman Said Nursî

SÖZLÜK:
adalet-i İlâhî : Allah’ın adaleti
âsâyiş : bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, güvenlik
efrad : fertler, bireyler
ehl-i takvâ : Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan ve dindarlıkta çok ileri olan kimseler
emniyet-i umumiye : genel güvenlik
feraiz : farzlar; Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifle sabit olan Allah’ın kesin emirleri
hakikat : gerçek
hakikat-i hal : işin aslı, bir meselenin iç yüzü
ihtiyac-ı şedid : şiddetli ihtiyaç
iktiza etmek : gerektirmek
ilhak : ekleme, ilave etme
istihkak : lâyık olma, hak etme
itham : suçlama
kader-i İlâhî : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması
kararname : suçlama veya aklamaya dair resmi yazı
kebair : büyük günahlar
kesb etmek : kazanmak
mahkûm etmek : hüküm altına almak, hüküm giydirmek
mahkûmiyet : hüküm giyme, tutukluluk
mâruz kalma : bir şeyin etkisi altında kalma, etki alanı içinde bulunma
mâruz kılmak : bir şeyin etkisi altında kalma
muhafaza : koruma
muhakeme : yargılama
nevi : tür, çeşit
nüfuz : etki, güç
sofî : tasavvuf ehli, tarikat mensubu
tahakkuk ettirme : gerçekleştirme
tahribatçı : tahrip edenler, yıkıp bozanlar
tazyik etmek : sıkıntı verme, baskı yapma
tecellî : belirme, görünme
temin : sağlama, elde etme
vâkıa : olay
zabıta : güvenlik güçleri
zâlim : zulmeden, haksızlık eden
zâlimane : zâlimcesine
zîr : alt, aşağı
a’mâl-i saliha : Allah rızası için yapılan iyi işler
adalet-i İlâhiye : Allah’ın adaleti
ahval : hâller, durumlar
derunî : içle ilgili, içten
felâket : belâ, musibet
fevkinde : üstünde
fıtrî : doğal, yaratılıştan gelen
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, esasları
hakikî : asıl, gerçek
haricinde : dışında
hizmet-i imaniye : iman hizmeti
hizmet-i Kur’âniye : Kur’ân hizmeti
husus : konu
ihtiyar : dileme, istek, irade
ilham : Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
isnad etme : dayandırma
ittiham : suçlama
kanaat : inanma, ikna olma
kasten : kasıtlı olarak
kat’î : kesin
kemâlât : faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri
kemâl-i kat’iyet : tam bir kesinlik
kemâl-i teessür : tam bir üzüntü
keşmekeş : karışıklık
makamat : makamlar
mâruz kalma : bir şeyin etkisi altında kalma, etki alanı içinde olma
mâsum : günahsız, suçsuz
men etme : yasaklama
meşru : helâl, dine uygun
muannid : inatçı, direnen
muhalif : aykırı, karşıt
musibet : belâ, büyük sıkıntı
müteveccih : yönelen, yönelik
nihayet : sonunda
rıza-yı İlâhî : Allah’ın rızası
saadet : mutluluk
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk; âhiret mutluluğu
sevk : gönderme, yönlendirme
suret : biçim, şekil
şükretmek : Allah’ın (c.c.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek; Allah’a teşekkür etmek
terakkiyat : ilerleme ve gelişmeyi sağlayan gelişmeler
ubudiyet : Allah’a kulluk
uhrevî : âhirete ait
vazife-i ilmiye : ilmî vazife, görev
vehim : zan, şüphe, kuruntu
yakinen : kesin ve şüphesiz olarak
belîğane : beliğ bir şekilde; maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleyerek
beşer : insan
cefa : büyük sıkıntı, eziyet
cemiyetçilik : cemiyet taraftarlığı
dahilinde : içinde
dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık
dehâ : olağanüstü zekâ ve akıl
desise : hile, aldatma
ehliyet : iktidar, layık olma, hak etme
ene : ben
evham : kuruntular, şüpheler
ezâ : sıkıntı
hakikat : doğru, gerçek
hakikat-i imaniye : iman hakikati, gerçeği
haricinde : dışında
husule gelmek : meydana gelmek
ihtiyar : dileme, istek, irade
ikaz etmek : uyarmak
ittiham : suçlama
izale etmek : gidermek, ortadan kaldırmak
kader-i İlâhî : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması
kanaat : inanma, ikna olma
kat’î : kesin
komitecilik : belli bir amaç için bir araya gelme ve faaliyet gösterme
kudret : güç
küfr-ü mutlak : sınırsız inançsızlık; Allah’ı ve Allah’tan gelen her şeyi inkâr etme
mahz-ı adalet : tam anlamıyla adalet
mâruz kalma : bir şeyin etkisi altında kalma
mertebe : derece, makam
muannid : inatçı, direnen
musibet : belâ, büyük sıkıntı
muvaffak : başarılı olma, erişme
mücadele : uğraşma, çabalama
mütemerrid : inatçı
nefis : insanı daima kötülüğe, hazırdaki zevk ve isteklere sevk eden duygu
neşretmek : yayımlamak, dağıtmak
nur-u hakikat : hakikat nuru, ışığı
şahsiyet-i mâneviye : tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik
şerait : şartlar
şükür : Allah’ın (c.c.) nimetlerine karşı memnunluk gösterme; Allah’a teşekkür etme
tevellüd eden : doğan, meydana gelen
uhrevî : âhirete ait
vesvese : kuruntu, şüphe
zâlimâne : zâlimce, zulmedercesine
zulüm eden : haksızlık yapan
âdil : adaletli
Başvekil : Başbakan
cefâ : eziyet, sıkıntı
ekser : çoğunluk
ezâ : sıkıntı
ferağat : fedakarlık, hakkından vazgeçme
füyûzât : feyizler, mânevî bolluk ve bereketler
hakikat : gerçek
hakikat-i imaniye : iman hakikati, gerçeği
hayat-ı içtimaiye ve siyasiye : sosyal ve siyasi hayat
hidayet : doğru ve hak yol
hizmet-i imaniye : iman hizmeti
ihtar : hatırlatma, ikaz
inkişaf : açığa çıkma, açılma
inziva : yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama
kader/kader-i İlâhî : Allah’ın meydana gelecek hâdiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması
mahkûm etmek : hüküm altına almak
mâruz kalma : bir şeyin tesirine uğrama, etki alanı içinde bulunma
meb’us : milletvekili
mekteb-i irfan : ilim ve irfan okulu
meşru : helâl, dine uygun
mukabil : karşılık
mukaddeme : başlangıç
musibet : belâ, büyük sıkıntı
münasip : uygun
müstahak : hak etmiş, lâyık
nevi : tür, çeşit
sadakat : bağlılık
sebat : kararlılık
tâkat : güç
tecellî : belirme, görünme, yansıma
temenni : dileme, isteme
zerre kadar : çok az miktar