Eski hal muhal sözünün iki hakikati var
Açıkgenç, Bediüzzaman'ın henüz 20. yüzyılın başlarında bilimsel alanda da çok geri kaldığımızı esefle belirttiğini söyledi
Risale Haber-Haber Merkezi
Yıldız Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, Bediüzzaman'ın henüz 20. yüzyılın başlarında bilimsel alanda da çok geri kaldığımızı esefle belirttiğini söyledi.
Star'ın Açık Görüş ekinde Bediüzzaman'ın "Eski hâl muhâl; ya yeni hâl ya izmihlâl" sözünü, iki önemli hakikati dile getirmek için söylediğini ifade eden Açıkgenç, "Birincisi, tarihte geriye dönüş olamaz. O halde geçmişin hayali ile yaşamanın bir anlamı yoktur. İkincisi, şayet güzel bir geçmişiniz vardı da ona tekrar kavuşmanın özlemini çekiyorsanız, tarihe geriye gidemeyeceğinize göre ya yeni bir hal oluşturup eski ihtişamınızı yakalayabilirsiniz; ya da geçmişin hayali ile yaşayarak yerlerde sürünüp durursunuz" dedi.
Geçmişte Müslüman bilim adamlarının insanlık âleminin önderliğini yaptığına dikkat çeken Açıkgenç, bilim tarihinin kurucusu olarak anılan George Sarton'un “9. yüzyıldan sonra neredeyse 15. yüzyıla kadar dünya ilim tarihinde sadece Müslümanlar vardı” dediğini hatırlatarak, "Bir bakıma Sarton, Bağdat, Semerkand, Buhara, Hemedan, Kahire, Saragossa, Toleydo ve Kordoba gibi merkezlerden gelmeyen bilimsel bir çalışmanın rağbet görmediğini belirtmektedir. Buna rağmen Sarton’ın eserini (Bilim Tarihine Giriş) İbnu’n-Nedim’in el-Fihrist adlı bilim tarihi eseri ile yanyana koyup karşılaştırdığınızda İbnu’n-Nedim’in yöntemini birebir taklit ettiğini gayet açık bir şekilde görebilirsiniz. Hâlbuki İbnu’n-Nedim 9. yüzyılda, Sarton ise 20. yüzyılda yaşamıştır" şeklinde yazdı.
Bediüzzaman'ın henüz 20. yüzyılın başlarında bilimsel alanda da çok geri kaldığımızı esefle belirttiğini vurgulayan Açıkgenç, yazısını şöyle sürdürdü:
"Ancak bununla kalmayarak her açıdan geri kalmamızın nedenlerini acılı bir tahlile tâbi tutmuştur. Şöyle ki; “Şu fakir, garip Nursî ki, “Bid’atüz-zaman” lâkabıyla müsemmâ olmaya [adlandırılmaya] layık iken, haberi olmadan “Bediüzzaman” ile meşhur olan biçare, tedennî-i milletten [geri kalmışlıktan] ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek, “Ah, ah, ah! Vâ esefâ!” der ki: İslâmiyetin mağz ve lübbünü [özünü ve esasını] terk ederek kışrına ve zahirine [dış görünüşüne] vakf-ı nazar ettik [yoğunlaştık] ve aldandık. ... Zira biz İsrailiyâtı usulüne ve hikâyâtı akaidine ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada tedip için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak, yine onun merhametidir.”
"Bediüzzaman, 1911 yılında basılan Muhâkemât adlı eserinin girişi olan bu alıntıda geri kalmışlığın önemli dört sebebi olduğundan bahsetmektedir: 1. istibdad-ı mütenevvi (çeşitli baskılar), 2. ahlâksızlık, 3. müşevveşiyet-i ahval (görev ahlakının eksikliği), 4. atâleti intaç eden yeistir (tembelliğe yol açan ümitsizlik). Aslında istibdad, diktatörlük demektir. Hatta istibdadın en kötüsü, Bediüzzaman’a göre ilmî istibdadtır. Diğer taraftan bilimsel ilerlemeye engel olan en önemli etken şüphesiz ki ahlâksızlıktır. Tabii ‘ilmi edepsizlik’ de ilmî istibdat gibi ahlâksızlığın en tehlikelisidir. İlim âdâbı ilme, âlime ve ilim kanallarına saygıyı gerektirdiği gibi ilmî titizliği ve ilim elde ederken ilme olan aşkı gerektirir. Bu yüzden bizde ilim devamlı övülmüş ve takdir edilmiştir. Mesela İslâm’ın henüz üçüncü yüzyılında yaşayan Nazzam diyor ki, “İlim, öyle bir şeydir ki, sen kendini tamamen ona vermedikçe o bir parçasını sana vermez. Sen kendini tamamen ilme versen dahi, o bir parçasını sadece mükafat olarak sana sunabilir; ama sen yine de hata edebilirsin.”
Burada sayılan, ilim geleneğimizin gerilemesi ve çöküşüne neden olan sebeplerin ayrıntılı bir şekilde tahlil edilmesi gerekmektedir. Öyle zannediyorum ki, Bediüzzaman sonraki faaliyetlerinde bu sebepleri bire indirgeyerek bütün gayretini buna ayırmıştır. O da ahlaktır. Zira ahlâk, hayattır, ruhtur, mücadele ve cevvaliyettir. Ahlâk insanın benliğidir, özüdür ve hayatının asıl gayesidir. İnsanın hem dünya, hem ahiret saadetinin anahtarıdır. Ahlâk imanın tezahürüdür ve onun hayata geçirilmesidir.
Müslümanların her zaman ahlâka bakışları, Kur’an açısından olmuştur. Bu açıdan bakınca İslâm medeniyetinde verilen mücadelenin özü anlaşılır ve bunun bilgiye oradan bilime nasıl yol açtığı görülür. Aslında Kur’an açısından ahlâk diye ayrılmış ayrı bir alan yoktur. Kur’an açısından din ve ahlâk özdeştir. Çünkü insanın kendisi ahlâk ilkeleri oluşturursa bunun hangi toplum için geçerli olduğuna kim karar verebilir? Demek ki, her toplum için geçerli bir ahlâkın olabilmesi için insan dışında bir merci’e yani makama ihtiyaç vardır; o da Allah’tır. Allah’tan başka kimse ahlâk ilkesi belirleme yetkisine sahip değildir. Ancak Allah ahlâk ilkelerini iyi ve kötü, yani hayır ve şer olarak belirledikten sonra insanı öyle bir yapıda yaratmıştır ki, bu ahlâkî ilkeleri o yapısı ile sezebilsin ve onları çiğneyince içi sızlayabilsin ki onlara uymak insan için güç olmasın. Kur’an bu yüzden şöyle der: “Nefsi şekillendirene, ona iyiliği ve kötülüğü yerleştirene Andolsun. Kim nefsini temizlerse kurtulur, kim de kötülüklerle nefsini kirletirse zarara uğrar.” (91/Şems, 7-10). O hâlde Kur’an açısından ahlâkî ve dinî diye bir ayırım yoktur. Yani İslam ve ahlâk özdeştirler. Ancak; İslam’ın hayata uygulanması, uygulamalı ahlak diye bugün tabir ettikleri “edep”tir. Bu ilkelerin tümüne birden “âdâb” denmektedir. İlim âdâbımızdaki eksiklik geri kalmamıza sebep olmuşsa burada aslında iki husus var demektir: birincisi, İslâmî yaşantı ve durumda zayıflık; ikincisi ise, bu durumun uygulanmasında eksiklikler var demektir.
Gelenek ve çağdaşı birleştiren harç
Bediüzzaman ayrıca, ilmî bir tutumu zannedersem epistemolojik bir zaaf olarak sunmuştur ki. Osmanlı’nın son döneminde çağdaş bilim, mederese geleneği ve tasavvuf kopuktur. Bu üç gelenek de ona göre çok yararlı olup biribirinden ayırt edilmemelidir ve mezc edilmelidir. Bunun için Bediüzzaman örnek üniversitelerin açılmasını önermiştir. Bu üniversitelerde “vicdanın ziyası, ulûm-u diniye, aklın nuru fünun-u medeniye olmalıdır. Çünkü ikisinin uyumlu bir şekilde birleşmesi ile hakikat tecelli eder. Ayrıldıklarında ise, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe ortaya çıkar. Böyle bir üniversite; yayacağı bilimsel bilgi ile bilim adamları için en iyi bir araştırma kurumu olduğu gibi, ehl-i kalp olan İslami ilim çalışan kimseler için “en ekmel bir medrese ve vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir.”
Bugün için küreselleşmeye doğru giden bir Batı bilim geleneğinden söz edebiliriz. Hayatımızın her boyutuna yayılan bu küreselleşme sürecinde karşımıza yeni hal olarak çıkan durum çok vahimdir. Geriye dönüş muhal, (imkânsız) olduğuna göre yeni durum ne olabilir? Zannedersem artık gelecekte mahalli ilim gelenekleri olmayacaktır. Karşımıza çıkan küresel insanlık bilim geleneğine her medeniyet ne kadar katkı yaparsa o kadar payına düşeni alacaktır. Burada Bediüzzaman’ın bahsettiği üç geleneği “mezc” etme, yani uyumlu bir şekilde birleştirme sadece İslam bakış açısından mümkün görülmektedir. Çağdaş bilimi aklın temsil ettiğini düşünürsek, tasavvuf geleneğini de kalp temsil etmektedir. Eski medrese yaklaşımında kullanılan yöntem tefsir ve fıkıh ilimlerinin üzerine kurulduğu gelenek olarak alınırsa bunlar mezc edilerek çağdaş bilim geleneğine sunulmalıdır. Bunu yapabilmek için merhum Fazlur Rahman’ın dediği gibi geçmiş tarihimizi çok iyi anlamaya çalışırken o devirlerde kalmayarak günümüze gelip bu anlayışları uygulama ve uyarlama yolları aramalıyız. Zannedersem Bediüzzaman’ın eserlerini telife başladığı 1900’den günümüze uzanan ışık, bu yaklaşım olabilir.