Bediüzzaman'a göre vatan birliği nedir?
Emin Talha Karamusa'nın Risale Akademi'deki 'Bediüzzaman'a göre vatan birliği' başlıklı makalesi...
Emin Talha Karamusa'nın makalesi
İnsanların kısım kısım yaratılmış olmaları, halledilmez ve giderilmez ayrışmalar için değil, birbirlerini tanımaları ve sosyal hayat içerisinde yardımlaşmaları içindir. Bu farklılıkların bir zenginlik olduğu ayet-i kerimenin emriyle de açıkça ifade edilmektedir. (1)
Bu bölük-bölük, takım-takım olmayı Üstad Bediüzzaman “tearüf ve teavün düsturu” olarak ifade etmekte ve son derece güzel bir örnek vererek, hizmet ve görev taksimi yapılmasının önemine ve değerine, yani taburlar, bölükler birbirlerine hasmane tutum içinde olmak için değil, orduların varlık nedeni olan ve vatan savunmasının gereği olarak birlikte ve bir komutanın emrinde çalışmak için bulunduklarına işaret etmektedir.
“Heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur.” (2) ifadesi görev ve hizmet taksiminin binlerce noktadan birliğe engel değil, birliği kuvvetlendirici özelliğine dikkat çekmektedir. Birlik noktaları ise;
Hâlıkları bir,
Rezzakları bir,
Peygamberleri bir,
kıbleleri bir,
kitabları bir,
vatanları bir, bir, bir, bir.. binler kadar bir, bir...
Bu bine kadar birlerin de gösteriyor ki, aynı vatanı paylaşan insanların bir ırk üzerine ve doğumla getirilmiş olunan özelliklerle değil, doğum sonrasında kazanılan değerlerle kardeş olmayı, birbirimize muhabbet etmeyi, yardımlaşarak iman eden insanın iki cihan saadetini ortaya koymak yönü ile kendimizi göstermemiz gereğini ortaya koyuyor. Burada iman derken Üstad Bediüzzaman’ın işaret ettiği üzere taklidi değil, tahkiki iman vurguladığımı belirtmek isterim.
Vatan birliği konusu paralelinde olan ve “Medresetü’z-Zehra” konusu izah edilirken bu üniversiteyi Mısırdaki Ezher Üniversitesinin kız kardeşi olarak Bitlis merkezli kurulacak üniversitenin, din ve fen bilimlerini birlikte ve iç içe öğretim yapacak şekilde kurulması, bu üniversitenin uluslar arası bir yapısı bulunması gereği ile bilim, eğitim ve yerel dillerde eğitim vermesi halinde vatan birliğine ve mutluluğuna kaynaklık edeceğine Üstad işaret ediyor.(3) Bunu yaparken de ırkçılık yolunun (menfi milliyetçilik) vatan birliğini engelleyeceğini, Kürtlere has bir özellik olarak, sosyal hayatlarının Türklerin sosyal hayat, mutluluk ve huzurları ile yakından alakalı olduğunu belirterek yapıyor. Ülkemizin bu gün yaşadığı ayrılıkçı terörün ortaya çıkmasına, zemin ve fırsat bulmasını engelleyecek reçeteler öneriyor.
Bu reçetelerin biri de kuşkusuz ki din ve fen bilimlerinin birlikte okutulması konusunda kalplere nakş edilmesi gereken sözü; “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” ile hem yol gösteriyor, hem de aksi halde yaşanabilecek tehdit ve tehlikeler konusunda uyarıyor.
Çok ağır bir dille istibdadı eleştiren Üstad Bediüzzaman, istibdadın keyfi bir idare olması, bütün idarenin tek bir kişide bulunması, zulüm ve zor’la iş görmesi, insan ve İslamın tabiatına ters olması gibi yönlerden eleştirirken, meşrutiyeti; herkesi padişah hükmüne getiren, meşverete sahip, bilgiyle iş gören, dili tatlı olan bir idare olarak sıfatlandırarak, İslamiyet namına meşrutiyete sahip çıkmaktadır. (4)
Böyle bir demokratik idare farklılıkları zenginlik olarak göreceğinden, iç veya dış’tan gelen hile ve provokasyonlara açık ve güvenilir bir rejim olması nedeni ile net bir şekilde mücadele edebildiği için, farklı unsurlardan mürekkep olan milleti, tek vatana sahip çıkmak hususunda yüreklendirecektir.
Üstat Bediüzzaman, vatan ve millet kavramlarını sürekli ve bilinçli olarak birlikte kullanmaya dikkat etmiştir. Bu iki kavram üzerinden İslam aleminin mutluluk ve huzurunun temini konusunda Risale-i Nur’da tavsiyeler olduğunu ve Risale-i Nur’un bu tavsiyelerden oluştuğunu belirtmiştir. Bunu hadis-i şerif ile bağlayarak, âlimlerin âlim olmak sıfatları gereği her hal ve şart altında, hatta zalim hükümdarlara karşı bile “hak ve hakikati” söyleyenlerin gerçek âlim olabileceğinin altını çizmiştir.(5)
Kur’an’ın hikmeti gereği, asıl olan kuvvet değil haktır, hakkı olan güçlüdür. Gaye ise menfaat değil, fazilet ve Allah rızasıdır. Cemaatlerin ortak noktaları ise ırk ve milliyet değil, din ve vatan’dır diyerek, temel ortak noktanın din ve vatan olduğun tekraren hatırlatmaktadır. (6)
Üstat Bediüzzaman, kavramları kullanırken sıralarına ve önceliklerine de çok dikkat etmiş, kavramların zihin dünyamızda oluşturacağı haritalar konusunda dikkatli davranmıştır. Buna belki en güzel örnek Türk-İslam’ değil de, İslam ve Türk gençleri hitabı olmuştur. İslam ve Türk gençlerine seslenişinde, Meyve ve Gençlik Rehberi’ni hayatlarına tatbik etmeleri halinde iki cihan saadeti kazanmaları yanında, “sâir zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur” diyerek yol göstermiştir. Ek olarak, söz konusu gençlerin günlük 24 saat’ten 1 saatini ayırarak beş farz namazı kılması, günahlardan kaçınması, eski günahlarına tevbe etmesi halinde, hem kendi hayatına, kendi geleceğine, vatanına, milletine, akrabasına büyük faydası olacağını Kur’an’ı şahit göstererek ifade etmektedir. Yani iyi bir adamın iyilikleri, suya atılan taşın dalga dalga yayılması gibi diğer insanlara ve tüm vatana yayılacak, herkes ondan hisseder olacaktır. (7)
Üsdat Bediüzzaman, kişisel ihtiyaçları için neden dilekçe vermediğini soranlara verdiği cevapta; bu müracaatı yapmadığını ve yapamadığını öncelikle belirttikten sonra; dünyanın çok hızla değişen bir misafirhane olması nedeni ile adeta geçici bir ikametgâh olduğunu işaret ederek kendi deyimi ile bu dünya’yı “hakki vatan değil” diye işaret etmiştir. Devamında ifade ettiği üzere “Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır.” demiştir. Yani, âlemlerin Yaratıcısı ve her türlü misafirhanenin sahibi olan Yüce Rabbimiz bize yar ve yardımcı ise her şey ve herkes yar olur, aksi halde hiç kimsenin yapabileceği bir şey olmadığını gayet veciz bir şekilde ifade etmiştir. Yine bu vesile ile geçici ve baki olmayan bu vatan yerine esas ve “hakiki vatan” varlığına işaret ederek kendimizi hazırlamamız gerektiğini hatırlatıyor. (8)
Milliyetçilik fikrinin çok yayıldığı ve Avrupalılar tarafından Müslümanlar içerisinde fitne çıkarmak, bölmek, ayrıştırmak, bir vatan içinde birden başka unsurlar icad ederek, devletle milleti karşı karşıya getirmek planlarını, zehirli bal hükmünde yedirmek türünden uygulamalar ile İslam memleketlerini kendi etkileri altına alıp, yutmak niyetleri vardır diye akıl ve fikir sahiplerini uyarıyor. İnsan nefsine çok tatlı gelen milliyetçilik-ırkçılık akımlarına bilmeden alet olan insanlar nedeni ile bu insanlara milliyetçiliği-ırkçılığı terk etmeleri söylemek yerine, diğer birçok analizinde olduğu gibi müspet ve menfi milliyet ayrımına gitmektedir Üstad Bediüzzaman. (9) Yani, olumsuz ve serseri bir enerjinin karşısına dik ve doğrudan çıkmak yerine onu soğutacak ve ehlileştirecek bir yöntem uygulamayı öneriyor. Akla kapı açarak ve ihtiyarı elden almayarak müspet ve menfi olanı zaman içinde insanların ve toplumların görmesine fırsat tanımaktadır.
Müspet milliyet için; “Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? (Şimdi bir buçuk milyar) Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın?” O gün için hem de baki bir vatanda 350 milyon kardeşi başka hiçbir milliyetçi-ırkçı düşüncenin kazandıramayacağında belirtiyor.
Çok eski tarihlerden beri, çeşitli nedenlerle memleketimize çok çeşitli kültür, ırk ve milliyetten insanlar gelmiş ve zaman içerisinde birbirlerine karışmışlardır. Bu gün için bunların hangi kültür, ırk ve milliyetten olduklarının tespiti ancak “Levh-i Mahfuz”un açılması halinde bilinebilir. Dolayısıyla gerçek ve temel (menfi) milliyetçiliğin üzerine bir şeyler inşa etmek hem anlamsız, hem de tehlikeli bir oyuna bulaşmaktır. Buna bağlı olarak ırkçı-milliyetçi görüşe göre "Dil, din bir ise millet birdir." iddia edilmişken, Bediüzzaman bunun içine vatan katılmadan tam olamayacağını veciz bir şekilde ifade etmektedir. “Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.”
Hangi unsurdan gelerek olsa bile, kendini İslam milleti olarak bilerek, cepheye koşan vatan evladı; “Ölürsem şehit, öldürsem gaziyim der.” ve vazifesini hayatı pahasına yapar, bunu yaptıracak başkaca bir fikir mümkün değildir. Diğer yandan, Avrupa’nın ejderha gibi devletleri bu devlet ve millete tokat vurduklarında 350 milyon İslam ümmeti-milletini ağlamıştır. Bunu başka bir hasletle veya milliyetçilik ile açıklamak mümkün değildir.
Bediüzzaman Said Nursi gerek eserlerinde gerekse söyleşilerinde vatan birliğinin gereği ve temelleri noktasında açıklayıcı ve uyarıcı reçeteler ortaya koymuştur. Bu reçetelerin uygulanabilmiş olsaydı beklide, bu gün yaşamış olduğumuz bir çok sorun, provokasyon ve terör olaylarının istismar edilecek şekilde kullanılması önlenebilirdi.
Bu öyle bir bahs olmalı ki Abdulhamit Han’dan devletin borçlarını ödemeyip, hazineyi doldurmak karşılığında Filistin’i isteyenlere verdiği cevap gibi olmalı. “Tabi, aldığımız fiyata veririz.” Aldığımız fiyat şehit kanları olunca satış fiyatı da aynı cinsten olması gerekiyor, tabiatıyla. “Filistin vatan topraklarından kopup gitmedi mi?” diye, şeytan avukatlığı yapanlara verilecek cevap iki tanedir.
1- Bu milletin hiçbir ferdi, hiçbir bedel (kan ve can hariç) vatan satan bir hain olmamıştır.
2- Osmanlının bağrından koparılan vatan parçalarında kurulan onlarca devlete rağmen, özgürleştiren (!) halklara rağmen ve hiçbir taraf açısından Osmanlı zamanında yaşanan huzur ve güven bir daha yaşanmadı.
Yani, yine Akif’in İstiklal Marşımızda bu milletin hislerine tercüman olduğu gibi: “Verme, dünyaları alsan da bu Cennet vatanı”. Dolayısıyla, unsuriyet anlamında Türk olmayan ve fakat her hali ile biz olan, Akif’in yüreğinin derinliklerinde yanarak, tutuşarak ifade ettiği bu dizeler, bir toprağın vatan olabilmesinin asgari şartlarını kısmen ifade etmiş olmaktadır.
Mehmet Aktif’in; “Toprak, eğer uğurunda ölen varsa vatandır” sözü ile devam etmek istiyorum. Yani bir toprak parçasının alelade olmaktan çıkması için üzerinde yaşayanlar tarafından mülkiyet sahibi olmaktan daha fazla bir bağlılığı ifade ettiği, yabancı çizmelerin basmaması için canını feda etmekten çekinmediği bir anlamdan bahs ediyorum.
Tüm bunları en iyi görebileceğimiz yer belki de Çanakkale Şehitliğidir. Oraları gidip görüp de duygulanmamak, gözleri yaşarmamak mümkün değildir. Zira bugün bizden kopan vatan parçalarından gelerek Çanakkale’yi yani vatanını savunan insanların en temel gayesi, kâfir çizmelerinin bu vatanı çiğnemesine engel olmaktır.
Zira Çanakkale’de yatan şehitlerin memleketlerine bakıldığında, bugün için özgürleştirilmiş (!) ama huzura kavuşturulamamış onlarca devlete ve millete mensup topraklardan geldikleri görülecektir. Orada yatan şehitlerin bugün iki ortak yanları vardır:
1-Yattıkları Mezar,
2-İman ettikleri Allah
Ayrı bir vatan için yanıp tutuşanlar ile istibdat bir araya geldiğinde vatan ve millet birliğini temin etmek çok zor oluyor. Dil birliği olmasına rağmen, din birliği olmasına rağmen mezhep farkı münafıklar tarafından tahrik edilince ve aklıselim yolunda olması gerekenler, bundan bihaber olunca veya olması sağlanınca vatan ve/veya millet birliği tehlikeye girmiştir.
Sonuç olarak; vatan birliği hususunda devletimiz tarafında yaşanan derin korku veya başka amaçlar için kullanılan korku, bu birliği muhafaza için yeterli değildir. Bu vatan ve milletin evlatları tehlike altında birçok kez gösterdikleri gibi, canları pahasına korumak için üzerlerine düşen vazifeyi yapacaklardır. Fakat, provokasyonlar, hatalar veya kasıtlar nedeni ile milletin bir bölümüne karşı diğer bir parçası için ötekileştirmiş ise (ne yazık ki bu gün bu yaşanmaktadır) buna çare üretmek gerekmektedir. Bediüzzaman ortaya koyduğu şablon ve vatan birliği hususunda yukarıda yapılan alıntılar ve açıklamalarda da görüleceği üzere, hepimiz “baki bir vatana” gidinceye kadar burada bir misafirhanede kalmaktayız. Bu misafirhanede kalırken, yaratılış gayemize de uygun olarak birbirimizle tanışmak ve yardımlaşmamız gerekiyor. İslam ümmetinin veya Bediüzzaman’ın tabiri ile İslam milletinin iş bölümü ve hizmet taksimi ile bir diğerine destek vermesi ve yardımlaşması gerekmektedir.
Bu, iki şey’e mani olacaktır:
1. Boş duranların fitne ve dedikodu üretmesine
2. Çalıştıkça ve ürettikçe kendine ve topluma saygısı ile birlikte güveni artacak olup, başkalarının provokasyonlarına
Son cümle olarak ise, kendisine Risale-i Nur’u yol haritası olarak benimseyenler açısından, müspet milliyetçilik ve vatan birliği tahakkuk etmiştir. Zira, farklı unsurlardan gelse bile kardeşi ile kendisini, ötekileştirmeden biz duygusunu yaşamak mümkün olmuştur. Sanırım, bu da ilahi bir rahmet olsa gerektir.
Kaynaklar:
1- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s: 309, Y.A.N. İstanbul
2- A.g.e., s: 310
3- Nursi, Bediüzzaman Said, Münazarat; s: 126
4- A.g.e., s: 22
5- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Sayfa 710-Konferans
6- A.g.e., s: 371
7- A.g.e., s: 135
8- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Sayfa 74
9- A.g.e., s: 309
Kaynak: www.risaleakademi.com