Meleklerin varlığı, insanların varlığı gibi kesindir
Günün Risale-i Nur dersi...
Bismillahirrahmanirrahim
Melâike ve ruhâniyâtın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar katîdir denilebilir.
Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyân edildiği gibi, hakikat katiyen iktizâ eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun; ve o sekeneler, o semâvâta münâsip bulunsun.
Şeriatın lisânında, pek çok muhtelifü'l-cins olan o sekenelere melâike ve ruhâniyât tesmiye edilir.
Evet, hakikat böyle iktizâ eder. Zîrâ, şu zeminimiz, semâya nispeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîşuur mahlûklarla doldurulması; ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvât dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyâsı olan zîşuur ve zevi'l-idrâk mahlûklarla elbette doludur.
O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitâbının mütâlâacıları ve şu saltanat-ı Rubûbiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumi ubûdiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudâtın tesbihâtlarını temsil ediyorlar.
Evet, şu kâinatın keyfiyâtı, onların vücutlarını gösteriyor. Çünkü kâinatı hadd ü hesâba gelmeyen dakîk sanatlı tezyinât ve o mânidar mehâsin ile ve hikmettar nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedâhe ona göre mütefekkir istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister; vücutlarını talep eder.
Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir; öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü sanat içinde gıdâ-i ervâh ve kût-u kulûb, elbette melâike ve ruhânîlere bakar, gösterir.
Mâdem bu nihayetsiz tezyinât, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubûdiyet ister; halbuki, ins ve cin şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezârete, şu vüsatli ubûdiyete karşı milyondan ancak birisini yapabilir; demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi' olan şu vezâif ve ibâdete, nihayetsiz melâike envaları, ruhâniyât ecnâsları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.
Evet, şu kâinatın her bir cihetinde, her bir dairesinde, ruhâniyât ve melâikelerden birer tâife birer vazife-i ubûdiyetle muvazzaf olarak bulunurlar.
Bâzı rivâyât-ı ehâdisiyenin işârâtıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyâre, yıldızlar seyyârâtından tut tâ yağmur katarâtına kadar, bir kısım melâikenin sefine ve merâkibidirler. O melâikeler, bu seyyârelere izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehâdeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihâtını temsil ederler. (Sözler, 29. Söz)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂLEM-İ ŞEHÂDET : Şehâdet âlemi, gözle görülen âlem, dünya, kâinât.
BİLBEDÂHE : Açıklıkla, açıktan, meydanda olarak, besbelli, ap açık bir şekilde.
BURC : Muayyen bir şekil ve surete benzeyen sâbit yıldız kümesi; dünyaya göre güneşin döndüğü yerin on ikide bir kadarı.
DAKÎK : İnce ve derin.
DELLÂL : Îlân edici; hakka dâvet eden.
ECNÂS : Cinsler, türler.
ECSÂM-I CÂMİDE-İ SEYYÂRE : Gezegenler; gökteki seyyar cansız cisimler.
ENVÂ : Çeşitler, türler, cinsler, nevîler.
ENZÂR : Bakışlar, nazarlar.
GIDÂ-İ ERVAH : Ruhların gıdası.
HADD Ü HESAB : Hudut ve hesab.
HAKARET : Küçüklük, horluk; küçültme, aşağılama, horlama.
HİKMET : Felsefe, ilim; gayeli olma, faydalılık.
İKTİZÂ : Gerekme, gerektirme, lazım gelme, işe yarama, icab etme.
İNTİZAM-I ÂLEM : Àlemdeki mükemmel sistem. Kâinattaki nizam, intizam.
İSTİHSAN : Beğenme, güzel bulma.
İŞÂRÂT : İşaretler, belirtiler.
KASIR : Köşk, saray, bina, yapı.
KATARÂT : Katreler, damlacıklar.
KEYFİYÂT : Keyfiyetler, nitelikler, özellikler.
KÛT-U KULÛB : Kalplerin rızkı ve gıdası.
KÜLLÎ : Bütüne mensup parçalardan ve fertlerden meydana gelen, umumî, bütün.
MAHLÛK : Yaratılmış, yoktan var edilmiş olan.
MÂNİDAR : Bir mânâ ifâde eden, nükteli, ince mânâlı.
MEHÂSİN : Güzellikler, iyilikler, iyi ahlâklar, insana verilen hüsün ve cemâl.
MELÂİKE : Melekler.
MERAKİB : Binekler.
MESCİD-İ KEBÎR-İ ÂLEM : Büyük âlem mescidi.
MUHTELİFÜ'L-CİNS : Çeşit çeşit; cins cins, çeşitli, muhtelif cinsler.
MUVAZZAF : Vazifeli.
MÜTÂLÂACI : Birşeyi etraflıca düşünen, okuyan, tetkik eden.
MÜTEHAYYİR : Hayrete düşen, şaşıran.
MÜTENEVVİ' : Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli, değişik, türlü türlü.
MÜZEYYEN : Süslü.
NEZÂRET : Bakmak, seyir bakışı; nâzırlık etmek, reislik, bakanlık.
NİHÂYETSİZ : Sonsuz.
NİSBET : Münâsebet, yakınlık, bağlılık, oran, ölçü; rağmen, inat olarak, inat olsun diye.
NÛR-U VÜCUD : Varlık nûru, nûrun kendi vücûdu.
RİVÂYÂT-I EHÂDÎSİYE : Hadislerin rivâyeti. Hadislerin verdiği haber, müjde ve şifreli mânâlar.
RÛHÂNİYÂT : Ruhânîler, cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi mahlûklar.
SALTANAT-I RUBÛBİYET : Allah'ın kâinatı terbiye ve idâre eden saltanatı, hâkimiyeti.
SEFİNE : Gemi.
SEKENE : Sâkinler, kalanlar, oturanlar, meksûn olanlar.
SEMÂVÂT : Gökler.
SEYYÂRÂT : Gezegenler. Bir yerde durmayıp yer değiştiren şeyler.
SEYYARE : Gezegen. Bir yerde durmayıp yer değiştiren; sâbit ve devamlı olmayan.
TASRİH : Belirtmek, açık açık anlatmak.
TESBİHÂT : Tesbihler; Allah'ı eksik sıfatlardan tenzih etmeler.
TEZYİNÂT : Süslemeler.
VÜS'AT : Genişlik.
YAKÎNEN : Şüphesiz olarak bilme.
ZEVİ'L-İDRAK : İdrâk sahibi, anlayış ve kavrayış sâhibi.
ZÎHAYAT : Hayat sahibi, canlılar.
ZÎŞUUR : Akıl, şuur sâhibi.