Uzaylılar, Hawking ve Risale-i Nur
Ünlü fizikçi Hawking’in uzaylılarla ilgili sözlerinden Risale-i Nur’daki hakikate…
Risale Haber-Haber Merkezi
Belgesel kanalı Discovery Channel için hazırlanan bir programda konuşan dünyanın en önemli bilim adamlarından biri olan fizikçi Stephen Hawking, evrende 100 milyar galaksi, bu galaksilerin her birinde de 100 milyonlarca yıldız olduğunu söyledi. Bu şartlar altında sadece dünyada yaşam olduğunu düşünmenin imkânsız olduğunu savunan Hawking, “Benim matematiksel beynime göre, bu rakamlar bile uzaylıların varlığını gayet rasyonel kılıyor. Esas soru, uzaylıların neye benzediğini çözebilmek” dedi.
Bu zeki yaşam formlarının insanlık için tehdit oluşturabileceğini söyleyen Hawking, bu canlılarla irtibata geçmenin yıkıcı sonuçları olabileceğini vurguladı. Uzaylıların dünyaya yapabileceği olası bir ziyareti kaşif Christoph Colomb’un Amerika’yı keşfine benzeten evrenbilimci, “İşin sonu, Amerikan yerlileri için pek iyi sonuçlanmamıştı” dedi. Hawking’e göre bu uzaylılar zarar verebilirdi.
HAWKİNG’DEN BİR ASIR ÖNCE BEDİÜZZAMAN NE DEMİŞTİ?
Hawking ve bir çok yorumcunun "uzaylılar" diye nitelediği varlıklarla ilgili Bediüzzaman yaklaşık bir asır önce değerlendirmelerde bulunmuştu. Dünya dışında uzayda ve gezegenlerde farklı varlıkların olduğunu söyleyen Said Nursi, onların başıboş olmadığını Allah’ın emri ile hareket ettiklerini ifade ediyor. Hayatın sadece dünya ile sınırlı olmadığını açıklayan Bediüzzaman, “şu muhteşem burçlar… zîşuur (şuurlu) ve zevil’idrak (akıl sahibi) mahlûklarla elbette doludur” diyerek yıldızlarda da hayat olduğunu söylemişti.
Bediüzzaman Said Nursi Hawking’ten farklı olarak bu canlıların neye benzediklerini de açıklamıştı.
UZAYDA ŞUURLU İDRAK SAHİBİ MAHLUKLAR
Konuyla ilgili Risale-i Nur Külliyatından Sözler adlı eserin 29. Söz’ünde şu ifadeler yer alıyor:
“Hakikat kat’iyen iktiza eder (kesin gereklilik) ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semâvâtın (gökyüzü-uzay) dahi sekeneleri (sakinleri) bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler o semâvâta münasip bulunsun. Şeriatin lisanında, pek çok muhtelifü’l-cins (çeşitli cinste) olan o sekenelere “melâike ve ruhaniyat” tesmiye edilir (isimlendirilir).”
“Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira, şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahlûklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih (açıkça) eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan, müzeyyen (süslü) kasırlar (saraylar) misali olan semâvât dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat (hayatlı) ve zîhayatın ziyası (ışık) olan zîşuur ve zevil’idrak mahlûklarla elbette doludur.
“O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin (Allah’ın herşeyi kuşatan egemenliği) dellâllarıdırlar (duyurucu). Küllî ve umumî ubûdiyetleriyle (kulluk), kâinatın büyük ve küllî mevcudatın (varlıklar) tesbihatlarını temsil ediyorlar.”
VE MELEKLER...
Yine aynı eserde meleklerin nasıl mahluklar olduğu ile ilgili şu bilgiler veriliyor:
“…ecrâm-ı ulviye (gökcisimleri) ve ecsâm-ı seyyare (hareketli cisimler) içinde küre-i arzın (dünya) hakaret (küçüklük) ve kesafetiyle (yoğunluk) beraber bu kadar hadsiz zîruhların (ruh sahibi), zîşuurların (şuurlu) vatanı olması ve en hasis (değersiz) ve en müteaffin (kokuşmuş) cüzleri (bölümleri) dahi birer menba-ı hayat (hayat kaynağı) kesilmesi, birer mahşer-i huveynat (küçük canlıların toplanma yeri) olması, bizzarure ve bilbedâhe ve bi’t-tarikı’l-evlâ (en doğru ve tercihe değer yol ile) ve bi’l-hadsi’s-sâdık (doğruluğuna hemen hükmedilecek bir şekilde) ve bi’l-yakîni’l-kat’î (kesin bilgiye dayanarak) delâlet eder, şehadet eyler, ilân eder ki, şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semâvât, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur.”
“Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan (ses), râyihadan (güzel koku), kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sair seyyâlât-ı lâtifeden (akıcı ve cismanî olmayan, ruhla ilgili maddeler) halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) (Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet), Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan (ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân), “melâike ve cân ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder (isimlendirir).”
“Melâikenin ise, ecsâmın (cisimler) muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel (görevli) olan melek, şemse (güneş) müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pek çok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır.”