Umreye gitmek için ölümü göze aldım
Salih Tuna, son dönemde medyada yazıları ve polemikleriyle öne çıkan bir isim.
Murat Tokay'ın röportajı
Trabzon Tonyalı, beş çocuk babası. Tiyatro yazarlığı, dizi senaristliği ve reklamcılık yaptı.
Altı yıldır Yenişafak Gazetesi'nde yazıyor. Haftada dört gün yazmaya başlayalı ise bir yıl oldu. Bu sürede mizaha yakın duran üslubu ve demokrat kimliğiyle dikkat çekti. Geçtiğimiz günlerde Umre ziyaretinden dönen Salih Tuna'yla hem kutsal toprakları hem gazeteciliği konuştuk.
Umreye gitmek yazılarınızda yer yer değindiğiniz gibi bir 'alıp başını gitmek' miydi?
Böyle düşünmemiştim ama o kadar çarpıcı bir soru ki bu! Evet ya; alıp başını gitmekle umre arasında müthiş bir bağlantı var. O alıp başını gitmek hülyasında her şeye sıfırdan başlamak, hayatı yeniden kurmak; ah keşke yapmasaydım dediğim şeyleri yapmamak vardı. Kâbe'yi zamanın ve mekânın orijini kabul edersek, her şeye yeniden başlamak için müthiş bir imkân umre.
Nasıl karar verdiniz kutsal topraklara gitmeye?
Tasarlamamıştım. Çok sevdiğim iki arkadaşım "Bizimle umreye gelir misin?.." dediler. Böyle bir teklife hayır demenin elbette vebali vardı. Bu arada bir yığın engel üst üste gelmeye başladı. Bir yandan "gitme" diyen enva-i çeşit engeller çıkıyordu, bir yandan da "durma git" diyen "işaretler" tezahür ediyordu. Mesela, aynı dönemde bir yayıncı hiç beklenmedik bir anda karşıma çıktı ve durduk yere bir kitap hediye etti. İranlı bir yazarın (İbrahim Hasan Beygi) Peygamberimizin hayatını romanın imkânlarıyla anlattığı "Muhammed" adlı bir kitaptı bu! Neden bu zamanda bana böyle bir kitap hediye edildi diye düşündüm ve bunu da işaretlerden bir işaret saydım. Demem o ki: Engeller ve engellere aldırış etmememi gerektirecek "alametler" arasında müthiş bir mücahede başlamıştı. Gideceğim günün sabahında bile henüz kararımı vermiş değildim. Eyüp Sultan'a gittim. Sabah namazının ardından "Ya Eyyub El Ensari" dedim bir destur, bir izin istercesine, "Mescid-i Nebevi'ye gidip, selamını Peygamberimize söyleyeceğim..." dedim. O andan itibaren öyle bir inşirah indi ki gönlüme; artık hiçbir şey, hiçbir engel tutamazdı beni.
Uçak fobiniz var. Uzun yıllardır uçağa binmiyorsunuz. Bu yolculukta korku yaşadınız mı?
İdam mahkûmu için "giyotin" neyse, benim için de "uçak" odur.
Yendiniz mi bu fobiyi?
Uçak korkusunu yenmedim, ama bu kutsal yolculuk için 1.000 defa gidip, 1.000 defa gelirim.
Sizin umreye gidişiniz "Salih Tuna da modaya uydu, umreye giden ünlüler kervanına katıldı" diye yazıldı sitelerde. Bu sizi rahatsız etti mi?
İbadetin modası nasıl oluyorsa! Umreye gidip de kazanç olarak turistik bir seyahatle dönmekten Allah'a sığınmak lazım. Umre modasına uydu ne demek?!. "Giyotin" benzetmesiyle anlatmaya çalıştığım o korkunç uçak fobime rağmen gittim. Yani, umreye gidebilmek için ölümleri göze aldım, ne modası!
Kâbe'yle ilk karşılaşma anını anlatır mısınız?
Bende iki tür korku hasıl olmuştu. Birincisi huzura kabul edilmeme korkusu! Yani, kartpostal bir merakı gidermekten doğru dürüst öteye geçememek halinden korkuyordum. İkincisi, Kâbe'yi görmenin vereceği hayrete dayanamama korkusuydu. Mescid-i Haram'a giderken, arkadaşlarım, sen gözlerini yum, biz koluna girelim; Kâbe'ye yaklaşınca söyleriz, gözünü açarsın dediler. Söylediklerini yaptım. Kafamdaki resimde, Kâbe çok uzaklarda bir yerdeydi. Gözümü açtım ki... Uzun süre hareketsiz kaldığımı hatırlıyorum. Kâbe, o kadar yakın, o kadar tanıdıktı ki! Nasıl anlatayım o hali, yaşamak lazım. Bir mesafesizlik gördüm. Allah'ın tecelli ettiği mekânı gördüm, başka ne diyeyim!
Ayrılırken zor oldu mu?
İlginçtir, dönerken ben Kâbe'den ayrılıyorum diye bir duygu yaşamadım; yaşasaydım galiba ayrılamazdım. Kâbe'nin fakirdeki mucizesi de bu olsa gerektir. Şimdi şimdi bir hasret vurmaya başladı ama!
Zaman