O (asm) ümmetine saadet-i ebediye istiyor
Günün Risale-i Nur dersi...
Bismillahirrahmanirrahim
İşte bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda, bir ibâdet-i ulyâda saadet-i ebediye için duâ ediyor ki, güyâ bu cezîre, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünkü ubûdiyeti ise, ona ittibâ eden ümmetin ubûdiyetini tazammun ettiği gibi, muvâfakat sırrıyla bütün enbiyânın sırr-ı ubûdiyetini tazammun eder. Hem o, salât-ı kübrâyı öyle bir cemaat-ı uzmâda kılar, niyaz ediyor ki, güyâ benîâdem'in Hazret-i Âdem'den asrımıza kadar, belki Kıyâmete kadar bütün nurânî ve kâmil insanlar ona tebâiyetle iktidâ edip, duâsına "Âmin" derler.
Bak: Hem öyle bekâ gibi bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudât niyazına iştirak edip lisân-ı hal ile, "Oh, evet yâ Rabbenâ! Ver; duâsını kabul et. Biz de istiyoruz" diyorlar. Hem bak, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştâkâne, öyle tazarrûkârâne saadet-i bâkiye istiyor ki, bütün kâinatı ağlattırıp, duâsına iştirak ettiriyor.
Bak: Hem öyle bir maksad, öyle bir gâye için saadet isteyip duâ ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı esfel-i sâfilîn olan fenâ-i mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekâya, ulvî vazifeye, mektûbât-ı Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.
Bak: Hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdâdkârâne ile istiyor ve öyle tatlı bir niyâz-ı istirhamkârâne ile yalvarıyor ki, güyâ bütün mevcudâta, semâvâta, arşa işittirip, vecde getirip duâsına, "Âmin, Allahümme âmin" dedirtiyor.
Bak: Hem öyle Semî' ve Kerîm bir Kadîr'den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm'den saadet ve bekâyı istiyor ki, bilmüşâhede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafif bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Lisân-ı hal ile de olsa icâbet eder. Öyle sûret-i Hakîmâne, Basîrâne, Rahîmânede verir ve icâbet eder ki, şüphe bırakmaz, o terbiye ve tedbîr, öyle Semî' ve Basîr'e mahsus, öyle bir Kerîm ve Rahîm'e hastır.
Acaba, bütün benîâdem'i arkasına alıp şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hulâsa-i ubûdiyetini câmi' hakikat-i ubûdiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde duâ eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (a.s.m.) ne istiyor; dinleyelim:
Bak: Kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, bekâ istiyor, Cennet istiyor; hem, mevcudât aynalarında cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. O esmâdan şefaat talep ediyor; görüyorsun.
Eğer âhiretin hesabsız esbâb-ı mûcibesi, delâil-i vücudu olmasa idi, yalnız şu zâtın tek duâsı, baharımızın icâdı kadar Hâlık-ı Rahîmin kudretine hafif gelen şu Cennetin binâsına sebebiyet verecekti. (Sözler)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ABESİYET : Faydasız ve boş olma, lüzumsuz ve gayesiz oluş.
A'LÂ-YI İLLİYYÎN : Cennette en yüksek derece. Cenâb-ı Hakkın indinde en iyilerin ve kâmillerin derecesi.
ALLAHÜMME : Allah'ım.
ARŞ : Kürsü, taht, yüce makam; en yüksek gök; Allah'ın kudret ve saltanatının tecellî yeri.
ARŞ-I A'ZAM : En büyük arş. Cenab-ı Hakk'ın arşı.
BASÎR : Herşeyi gören Allah.
BASÎRÂNE : Görerek, iç yüzünü de görür gibi.
BEKA : Varlığı devam ettirme; devamlılık, sonsuzluk.
BENÎÂDEM : İnsanoğlu, âdemoğlu; insanlık âlemi.
BİLMÜŞÂHEDE : Bizzat şâhit olarak, görerek, görür şekilde, görme derecesinde.
CÂMÎ : Kapsayıcı;birçok şeyle alâkalı olan; toplayan ve ihtivâ eden.
CEMAAT-İ UZMÂ : Büyük topluluk, büyük cemaat.
CEZÎRE : Yarımada.
EHL-İ ARZ : Dünyadakiler, dünyada bulunanlar.
ESFEL-İ SÂFİLÎN : Aşağıların en aşağısı; Cehennemin en aşağı tabakası.
ESMÂ-İ KUDSİYE-İ İLÂHİYE : Allah'ın kusursuz, noksansız ve yüce isimleri.
FAHR-I KÂİNAT : Kâinâtın kendisiyle övündüğü zât olan Peygamberimiz (a.s.m.).
FENÂ-İ MUTLAK : Mutlak yok oluş.
FERÎD-İ KEVN Ü ZAMAN : Kâinâtın ve bütün zamanların benzersizi olan.
FÎZÂR : Ağlayıp inlemek, sesli ağlamak.
FÎZÂR-I İSTİMDATKÂRANE : Yardım isteyerek inleyip ağlamak.
GÜYÂ : Sanki.
HÂCET-İ ÂMME : Umumî ihtiyaç, herkesin ihtiyacı.
HAZİNÂNE : Hüzün, üzüntü verircesine.
HULÂSA : Birşeyin, bir bâhsin özü; kısaca esâsı
İBADET-İ ULYÂ : Yüce ibâdet.
İCÂBET : Kabul olma, kabul etme, katılma.
İKTİDÂ : Tâbi olmak, uymak.
İŞTİRAK : Ortaklık, katılma.
İTTİBÂ : Uyma, tâbî olma, arkasından gitme.
KÂMİL : Olgun, kemâl sâhibi.
LİSÂN-I HÂL : Birşeyin duruşu ve görünüşü ile bir mânâ ifâde etmesi.
MAHBÛBÂNE : Sevilerek.
MEKTUBÂT-I SAMEDÂNİYE : Herbiri Cenâb-ı Hakkın birer mektubu olan, yani O'nun isim ve sıfatlarını anlatan varlıklar.
MEVCUDÂT : Yaratılmış olan, mevcut olan şeyler; varlıklar.
MÜŞTAKÁNE : Şevkle, çok isteyerek. Aşık olarak
MÜTEVECCİHEN : Yönelerek. Yüz tutarak.
NEV'-İ BEŞER : İnsanlar, insan cinsi.
NİYAZ : Yalvarma, yakarma, duâ.
NİYAZ-I İSTİRHAMKÂRÂNE : Merhamet isteyerek duâ etmek, yalvarmak.
NÛRÂNÎ : Nûrlu, ışıklı, aydın.
RABBENÂ : Rabbimiz.
RAHÎMÂNE : Şefkat ve merhametli bir şekilde.
SAADET-İ EBEDÎ : Sonsuz hayatta dâimî mutluluk.
SALÂT-I KÜBRÂ : En büyük namaz.
SEMÂVÂT : Gökler.
SEMİ' : Herşeyi işiten Cenâb-ı Hak.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
SÛRET-İ HAKÎMÂNE : Hikmetli bir sûret.
ŞEFAAT : Af için vesîle olmak.
TAZAMMUN : İçinde bulundurma, içine alma, ihtivâ etme, muhît olma.
TAZARRÛKÂRÂNE : Yalvarıp yakararak.
TEBÂİYET : Uyma, tâbî olma, bağlanma.
TERBİYE : Beslemek, yetiştirmek, büyütmek.
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
ÜMMET : Bir peygambere inanıp onun yolunda gidenlerin hepsi.
VECD : Aşk, muhabbet; kendinden geçecek ve kendini unutacak kadar İlâhî bir aşk hâli; yüksek heyecan, iştiyâkın galebesi.