Said Nursi filmindeki harika sahneler!
Mehmet Tanrısever gibi büyük bir Bediüzzaman sever olduktan sonra daha neler göreceğiz
Risale Haber-Haber Merkezi
Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer'in yazısı:
Hür Adam filmi üzerine
Hür Adam filmi çekimdeyken bir yazı yazmış, filimde Bediüzzaman’ın şahsı ile birlikte eserlerinin şahsından çok nazara verilmesi gerektiğini söylemiştim. Film harika bir film, ben de Atila Dorsay gibi Bediüzzaman 1600 dakikaya da sığmaz diyorum. Ama “daha güzel güzelin düşmanınıdır, hakkı bulduktan sonra ehakta ihtilaf çıkarma” prensipleri mucibince filmi yüz yıllık bir mücadelenin geldiği noktayı belirlemesi yüzünden büyük bir içtenlikle bu dava için çile çeken insanların bir bayramı kabul ediyorum. Bediüzzaman ve Hür Adam filmi ile ilgili oldukça yazı çıktı, yüreğinde insaf taşıyan herkes bir şeyler söylemek istedi. Susanlar sadece aklı selimden uzak, hala kafalarındaki huffaş ülkesinden aydınlık ülkeye gelmek istemeyen garabet insanlar. Çünkü o kadar mantıklı bir görüntü ve izlenimler varki, ikna olmasalar da ilzam olmak durumundalar.
Sıradan bir insanın, gündelik hayatını anlatmayan bir film, bu yönü ile epik, olağanüstü bir film. Çünkü Bediüzzaman en basit ahvalinde bile epik ve olağanüstü bir insan. O su içmek istese talebesi Isparta’nın bir tepesine gidip su getirmek zorundadır. Çünkü o sıradan değildir, her şeyi de sıradan insanlara benzemez. Bir lokma ekmek ile tagaddi eder, onun yarısını da "Vahşi Şaban"a teberrük olarak verir. “Üstadım hepsi bir lokma idi zaten bunun tamamını yesen ne olur ki” der. Vahşi Şaban vahşiliğinden ötürü ayıplanınca “Şaban ben gençliğimde senden daha vahşi“ idim der. Araba ile çıkılamayan dağlara yaşlı halinde yürüyerek çıkar, vuhuş ile ünsiyet içinde yaşar.
Film ironik bir filimdir, neyin ironisidir denirse, neyin değil ki? Bize yutturulan garabet görüntü modernizminin, bir sürü kanun ile bir sürü bez parçası içinde son derece garabet bir modernist tipin modernizminin ironisi. Mehmet Tanrıverdi, (bu soyad da güzel, gerçekten onu bize Tanrı verdi) modernizmin köydeki fantasmagorik temsilcisi adamı konuşturur. Bu sahne Mustafa Kemal ile Bediüzzaman’ın görüşme sahnesinden daha etkili bir okyanus dalgasıdır, ama ifade derinliğinden anlamayanlar o görüşmeye taktılar. Adam “saz çalmayacaksınız, türkü söylemeyeceksiniz, aha bunu çalacaksınız, Mandalin" deyince, öteden biri "yok portakal” der. “Çocukluğumuzun en büyük modernizmi çocukların sırtında mülevves bir emanet gibi taşıdıkları bu mandolindi, bizi modern yapmak isteyenler, çocukların hissesine de bu mandolin düştü der gibi herkese mandolin dersi aldırılırdı, çocuklar akşam eve mutlu, başları yüksekte, mandolin dersi almış ve alabildiğine modern olarak gelirlerdi. Babası evde mandolin çalarak kendini huzursuz eden oğluna “ulan ben senin mandalinanı dağıtırım" der, kafasına vurur. Tanrısever bu Mandolin’in nasıl seçmiş nasıl bu yer altından giden devri hicvetmek için helal olsun bu tasarıma.
Modernizmimizin bu büyük dalgası eserin, nasıl modernizmimizin karikatürünü verdiği çok harika bir şekilde ortaya koyar. İstiklal savaşından ülkesini kurtarıp başı yüksekte çıkmış o köylülerimize karşı birileri yeni bir savaş açmıştır, karikatür modernizmin ruhları ve bedenleri azab içinde bırakan savaşı. Ankara’da okuma yazma seferberliği vardır, bir tahtanın üstünde harfler rakamlar görünür, ikinci okuma yazma seferberliği sadece alfabeyi değil, çağın en büyük eserlerini yazan büyük bir mektebin okuma yazma seferberliği. Dünyadan sosyologlar ve psikologlar gelip Barla’nın köylerinde dolaşıp "bu saf insanları nasıl bir büyük matbaaya çevirmiş bu Bediüzzaman" diye araştırma yapmaları gerekirken, onları başına gönderilen zavallı inzibat ruhlu, yürekleri kararmış garebetler yazılan metinlere karşı savaş açmışlar. O metinler bugün dünyanın dünyevi ve uhrevi mutluluğunun vesikasına dönüşmüş hala onlar bozuk mandolinlerinin sesini dinleye dursunlar. O okuma yazma seferberliğinde Bediüzzaman’ın idareci kimliğini görünce Peygamber Aleyhisselatü Vesselamın Kabe’de gördüğü kendine ve arkadaşlarına yirmi beş yıl zulm eden adamları affederken, “on kişiye okuma yazma öğreten serbet kalacaktır” demesi akla geliyor. Dünyanın rastlanmadık matbaasının bütün üyeleri ellerinde kalemleri ile cennetteler, Isparta, Barla, Eğiridir bütün orta Anadolunun mezarlıkları bu büyük matbaanın izlerini taşırlar mezar taşları üzerinde. Yüz yıldır görülmedik zulümler ne onu ne de eserlerini unutturmadı bu millete. Zülmün topu var güllesi var kalası varsa, hakkın da bükülmez kolu dönmez yüzü vardır.
Bediüzzaman ne kadar ilkeli bir adamdır, hiçbir zaman giyiminden ve fikirlerinden, ideallerinden vazgeçmez. Menfaatleri, küçük sıradan mutlulukların getirdiği mutluluklara ne kadar yabancı. O ne kadar büyük bir direnç, sıradağlar gibi bir ruh, en büyük zulmü görürken bile yine ayakta bir ruh. Bediüzzaman’ın çelikten kişiliği karşısında örümcek ağı gibi sistemin nasıl sırıttığını görmemek mümkün mü.
Filimde en dikkat çekici sahneler geriye dönüş teknikleri ile verilen Bediüzzaman’ın harika hayat ayrıntılarıdır. Ankara’ya, çocukluğuna, Şam’a, Kostruma’ya, savaşa giden sahneler onun ulaşılmaz kahramanlığının belirtileridir. Bediüzaman’ı hep aynı teranelerle suçlayan huffaşlar onun neler yaptığını görsünler. Seller gibi birliğimizi katletmeye gelen zulme uğramış, gözü zulme karşı mukabil bir hareket koymak isteyen ama ileriyi görmeyen insanları nasıl Türk-Kürt kardeşliği adına dizginlemiş, eğer o onların önüne engel değil de onlar ile birlikte olsaydı, olacakların ne kadar kötü şeyler olacağını düşünmezler bu adamlar. Bediüzzaman’ın nasıl kendi bölgesinin insanına sabır ve itidal, mertlik ve birlik ruhu verdiğini görmeyen bu adamlara ne dense yeridir. Eli kolu bağlı zulümden ruhu felcolmuş insanların hırçınlaşması sosyolojik ve psikolojik bir zaruretken onun “Bunlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” demesi, inşa edilen evin nasıl zulüm temelleri üzerine konduğunu eniyi eleştiren bir cümledir. Bin yıl islamın bayraktarlığını yapmış bir milletin hukukunu , o milletten birkaç maceracının gönüllerden silmeye çalıştığı bir ortamda, hala o milletin hukukunu görmezlikten gelmeyen, bin yıl bu topraklarda at üstünde şehit olup cennete uçan ecdadın alkışladığı bir adam, Bediüzzaman.
Karşımıza çıkarılan bir kötü adam var, bütün aktörlerin sahneden indirildiği , rejisörden sahneye çık rüşveti ile emir alıp çıkan garip aktörlerin matematik tarihsi serüvenleri. Onlara göre anlatılmış bir hikaye. Antik destan kahramanlarını bile güldürecek garabet büyüklükler üzerine kurulmuş, milletin kahramanlıklarının çalınıp üstüne yamalandığı garabet aktörler. Don Kişot değirmenlerin pervanelerine karşı savaş açmıştı, bunlarda bez parçalarına savaş açtılar. Ama o bez parçaları haysiyet ve onur olarak onları tebcil etti, öbürlerini ise mahcub ve şaşkın. Ermenilere, Ruslara karşı sokak mücadeleleri veren insanları ödüllendirmek için onları vatanlarından sürgün eden, yadellerde yüssüz gözsüz eden karikatür modernizm. Don Kişot berber dükanından şapkaya benzeyen yıkama kabını alır ve kafasına takar, o artık onun şövalye şapkasıdır. Onu büyük bir alayın içine atan traş tası asırlar sonra bizi de harika destansı sahnelere kadir kılar. Ne neymişsin be Don Kişot. Bizim halka savaş açmış Don Kişotlar.
Tarih boyunca zulüm üzerinde kazanılmış saltanatlar vardır, basireti olan devlet adamları böyle medeniyetler tesis etmemişler, çünkü onların backraundunda büyük dini ve kültürel derinlikler vardır. Fatih istanbul’da kurduğu medeniyeti ilk defe Rumlar ve hristiyanlar alkışlarlarlar, bizim filimdeki medeniyet ise insanları çaresiz düşündürür, ağlatır, isyana teşvik eder. Nerde atalar nerde onların torunu dahi olamayacak insanlar. Zülüm üzerine kurulan saltanatlar munkeriz olmuştur tarih boyunca, o saltanatların gölgesinde otlanan menfaat canavarları, birinin kendilerine dokunması ile isyan eder, o insanların karşısına ise zulüm ile elde ettikleri sistemin levhasını koyarlar. Ne garabet bir tarih ve ne garabet bir saltanat hülyası.
Filimde mukayese ile harika yorumlar çıkacak harika sahneler var. Başında sarığını çıkarmaya çalışan adamsıya “Ben sizin ecdadınızın temsilcisiyim“ diyen, eteğinde karıncaların dolaştığı tarifsiz büyük adam, bir sarsıcı cümle ile tedhiş ve zulme dayanan durumları düşünceye sevkeder. Barla’nın dağlarında elli milyon neferi olan bir adam gibi muamele gören yalnız adam, ne kadar adamları ürkütmüş, ne kadar korkulan bir adam. Ama o hiç kimseden korkmamış, başında uçan uçakları kelebekler gibi gören sakin bir büyük adam. Ne derseniz deyin bin yıllık tarihin en büyük adamlarındandır, tarihimizi kurcalayalım var mı onun kadar zulme aklı selimle cevap veren bir adam. Namık Kemal, Nazım Hikmet daha niceleri gördükleri az bir zulüm ile ne hallere düşmüşler, o ülkesini bile terk etmemiş, insanlık tarihinin en büyük eserlerini en büyük matbaası ile tesis etmiş v e onları bütün dünyaya okutur hale gelmiş. Hala utanmadan onu eleştiren hayret verici karanlık aydınlar.
Filmi yorumlamak bütün bir siyasi tarihi bilmeyi gerektirir, mukayeseler için bu gereklidir. Özellikle düzmece tarihin palavralarının nasıl sırıttığını sahneler gösterir.Devlet adamları da büyük insanlar gibi insanlar ile nefes alırlar,etrafından nefes alacağı insanları itekleyen bir mantık oksijensiz kalan insan gibi nefes alamaz ve ölür. Büyük hükümdarların büyük nedimleri vardır, bir küçük dumanlı boru, bir şişe ve cinsi latiften oluşan oksijenli ortamlar zahiren cazib de olsa kısa sürede kişiyi ruhsal yalnızlığının pençesine iter, oksijensizlikten öldürür. Onun kendine reva gördüğünü milletine de reva görmesi milleti de öldürür. Bediüzzaman’ın Ankara’nın evhamı dediği kelime ne kadar manidardır, herkesi memnun eden bir tasarımla oluşan bir kuruluşun korkusu olmaz, ama herkesi susturan bir mantık ile oluşan bir bina sürekli harici nefes ve rüzgardan büyük vehimlere kapılır. Dağdaki bir kasabaya bakanlar, valiler, emniyet müdürleri, uçaklar daha neler uğrarlar, garip adamı kolaçan etmek için. Ama o hep müsbet ve yapıcı olmaya karar vermiş çelikten iradeli , tahriklere kapılmayan adam hep sabreder ve kazanır. Aslında bu bizim tarihimizin en büyük irade savaşları içinde bir olaydır, bu kadar zulme karşı bahar gibi bir meltemsi ruhla tavır alan ilke adamı, sabırla geldi bu günlere, daha nice günlere..
Tek partinin pencereleri tahtalarla kapatılmış ve dünyaya küskün tek odasında yatan tek adamlar, harika bir psikanalitik hikaye . Büyük düşünce adamlarını sahneden, halkı seyirci mahfelinden kovan bir idare , içeri girmeye çalışan seyirciyi zulme maruz bırakıp onları hain ilan eden bir mantık. Bu buraya kadar diyor, artık öyle değil.
Bu filimde görülen bir önemli ayrıntı da Cumhuriyetçilerin heybeden Cumhuriyet karşıtı gösterdikleri Bediüzzaman’a olan borçlarıdır, artık borçları ödeme zamanı geldi. Eğer taze cumhuriyetin gayri memnunları olan doğu ve güneydoğu ahalisinin isyan isteklerinin önünde Bediüzzaman durmasaydı ne olurdu, siyaset teorisi üretenler bunu düşünsünler. Eleştiri dili zerafettir, ama yapılan o kadar mantıksız hareket var ki bazen insan kalemine ve bilgisayarın tuşlarına esir olmaya dayanamıyor. Türklerle Kürtler arasında Allah bu millete büyük bir köprü olan insanı yaratmış, sahilde yalısında realist siyasi fikirler üretmek kolaydır. Ama üzerinize isyan etmiş insanlar geliyor siz onlara aklı selim tavsiye ediyorsunuz, sonra da kalkıp bu adama bilmem neyin karşıtı diyorsunuz. Tarih önünde ayıptır, millet önünde ayıptır, böyle vicdan aranır kayıpdır. Ya Bediüzzaman’ı dinleyip bu ülkede barış içinde yaşayacağız ya da sonu hak gele. 19 yüzyılın başından beri siyaset felsefesi ve teorisi üretiyoruz. Üdeba ve siyasiler, eğer onların ürettikleri siyaset teorisi ve uygulaması derde deva olsaydı, bugünlere gelir miydik. Onların hepsi tahdada sağlayı yapılmayan matematik hesaplarına döndüler, sonra Bediüzzaman koşarak kendi hesabını getirdi, halk ve uyanık , aklı başında aydınlar evet bu dediler. Hasan Cemal’in dediği gibi ”Bediüzzaman’a hayatı zehir ettik de ne oldu, Nurculuğun önünü mü aldık, hayır.”
Mehmet Tanrısever, temsili vakaları iyi seçmiş. Dickens, İki Şehrin Hikayesi romanını yazmadan önce Claude Berdard ona Fransız ihtilali ile ilgili kitaplar vermiş, onları okumuş Fransız ihtilalilin Paris ve Londra’daki yansımalarını yazmış. Ama Dickens çok az temsili vaka seçerek ihtilal havasını yansıtmış, o zaman ki açlığı , şarapçının önünde devrilen bir kırmızı şarap fıçısından dökülenleri halkın yerlere dökülüp çamurlu yalaması olarak anlatır. Mehmet Tanrısever, hangi olayları görsel olarak yansıtacağını iyi seçmiş helal olsun, bravo, o binlerle insanın yapmadığı bir şeyi yaptı. Özellikle yaldızlı ve cafcaflı salonlarda, resmi gazete gibi gazetelerde, vilayet binalarında verilen kokteyllerde büyük reklamlarla büyük çoğunluğa ters düşün uygulamaları kendin söyle kendin dinle reklamları tarzında zoraki hazmeden zevatı namüsait, olayların perde arkasına yansıyan komedi ve karikatürünü şimdi gördüler. Bu yüzden bir yazarı bivakar “Bunu niye yasak etmiyorlar“ diyor. Ne yapsın perde arkasına hiç bakmamış ki .Antuvanet’in “Ekmek yoksa pasta yesinler” demesi gibi bunları tutumu, işte o ekmek bulamayan halk şimdi pastayı ve ekmeği gördü.
Yakup Kadri, Cumhuriyetin salonlarının o salonların uzağında fakir halk tarafından nasıl hayretle seyredildiğini Ankara romanında Panorama’da anlatır. Dönemin açık gözlerinin nasıl devletin imkanlarını çarçur ettiklerini yine Panorama’da anlatır. Mehmet Tanrısever, bunlara değil ama dindar halk kitlesinin nasıl zulme uğrağını ilk defa insanlara açar, evimizin nasıl zulmün üzerine kurulduğunu bize gösterir bizi mazi ile hesaplaşmaya iter. Yüz yıla yaklaşan yeni dünyamızın her gün sarsıntılar geçirmesi belki de üzerine kurulduğu ahların tesiri iledir, çünkü mazlumun ahı arşa çıkar, ne zaman düşer Allah bilir. Gelin toplumsal tevbe edelim, bu sallanmalar bitsin, gemimiz güzellikle yol alsın.
Cumhuriyet tarihinin Ankara mahreçli mahkemeleri vardır, çeşitli isyanlara karşı kurulmuş mahkemeler. Bir de hiç nazara verilmemiş, orta Anadolu’da cereyan eden mahkemeler. Denizli, Afyon, Eskişehir ve diğerleri.Bu mahkemeler fikir ve sanat , edebiyat tarihinin en büyük mahkemeleridir, köylerde yazılan eserlerin nasıl insanlık tarihinin sahifelerine geldiğini anlatan mahkemeler. Nasıl büyük bir iradedir Bediüzzaman’ın ki, nasıl o insanları örgütlemiştir, hayret. Bir yazar sadece bir yazar, siyasete ve sisteme yönelik bir cümlesi yok, ne kahrolsun demiş, ne yıkılsın. Filimde ağırlıklı birinci Sözü üzerinde durulmuş, inşallah Tanrısever Tanrı’yı en iyi anlatan Haşir ve Ayet ül Kübra gibi eserleri sinemaya çeker, asıl Bediüzzaman oralarda, üç ay önce yazdığım Hür Adam'ın çevrildiği dönemdeki yazıda eserlerine nazarı dikkatı çekmek gerektiğini söylemiştim, bu dikkat az da olsa var, ama daha neler olacak göreceğiz, Mehmet Tanrısever gibi büyük bir Bediüzzaman sever olduktan sonra daha neler göreceğiz.
Hür Adam’a devam edeceğiz sağ ol Ali Murat Güven’in “lisanssız Nurcu dediği” Mehmet Tanrısever. Biz lisanslılar sana devrettik lisanslarımızı.