Nizamettin MELİKOĞLU

Nizamettin MELİKOĞLU

Kur’an ve Hadis’te Allah‘ın (c.c.) Sıfatları ile Mecaz İlişkisi

İslam tarihinde Kur’an ve hadislerde geçen Cenab-ı Allah’a ait sıfatlarla veya müteşabih nasslarla alakalı tartışmalar genel olarak Selef-i salihin döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Yani sahabe, Tabiin ve Tebe-i tabiin döneminde böyle bir tartışma yaşanmamıştır.

İslam coğrafyasının genişlemesiyle birlikte müslümanlar farklı felsefe ve dinlerin etkisinde kalan yeni yeni toplumlarla karşılaşmış, bunlara karşı Kur’anda geçen bazı nassları veya müteşabih ifadeleri izah konusunda farklı eğilimler/mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu akımları kısaca üç kategoride özetlemek mümkündür;

  1. Tefviz edenler/Nassın manasını, hiçbir şeyine karışmadan Allah’a havale edenler ki bunlar Selef alimleridir.
  2. Tespit edenler/Nassın zahirindeki ifadeyi te’vil etmeden sabit olduğunu kabul etmekle beraber, manasının Allahtan başkası tarafından bilinemeyeceğini savunanlar ki İbn Teymiyye, İbn Cevzi ve ez-Zehebi gibi alimler bunlardandır.
  3. Te’vil edenler/Nassın zahir manasının tatbikinde zorluk çıktığı için nassın te’vil edilmesi gerektiğini savunanlar ki Eş’ari ve Maturidi alimleri bunlardandır.

Bu her üç grup ta Allah’ın sıfatları ile alakalı müteşabih nasslara yaklaşım usulunu koymaya çalışırlarken لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ ‘O'nun benzeri hiçbir şey yoktur.’ [1] ayetinin manasına uygun hareket etme prensibiyle ters düşmemeye dikkat etmişlerdir. Yani Allah c.c. nun zatını mahlukata teşbih etme/benzetme, cismin özellikleriyle bağdaşlaştırma/ tecsim veya O’nu maddi bir varlık gibi tasarlama/tecsidden uzak durmaya gayret göstermişlerdir.

Sahabe ve Tabiin döneminde, ayetlerde geçen ve özellikle akideye taalluk eden Allahu Teala’nın sıfatlarına dair bir yorum yapmaktan çekinilmiştir. Zikredilen bu sıfatlar bize malum olmakla beraber keyfiyeti bizce meçhul denerek, Cenab-ı Allah’ın şanına yakışmayan bir tavra girmemeye özenle gayret edilmiştir. Tabiri caizse ‘Biz bu kelimelerin ne anlama geldiklerini, bu kelimelerin zahir manalarının kasdedilmediklerini çok iyi biliyoruz. Ancak Allah’ın zatına ve şanına yakışmayan ve tevhid akidesine zıt olacak bir manayı veya tartışmayı arkasında sürükleyebilecek bir tefsir ve yorumu yapmaktan imtina ederiz.’ demişlerdir. Yani ‘يد الله ’ ‘Allah’ın eli’ tabiriyle gerçek manada bir el mi kasdedilmiş, yoksa Allah’ın gücü ve kudreti mi kasdedilmiş konusunda bir tartışma ve müzakere yaşanmamıştır. Bunun manasını Allah c.c. ya tefviz etmişlerdir. ‘Onun tefsiri okunuşundadır. Neyse odur, manasını ancak Allah c.c. bilir.’ demişlerdir. Nassı hem tespit, hem de Allah c.c. yu tenzihi bir anda yapmışlardır. Yani Allah’a ait bir sıfatı veya ona izafe edilen bir meseleyi inkar etmedikleri gibi, O’nun zatını da mahlukata teşbih, tecsim ve tecsidden tenzih etmişlerdir.

İmam Malik’e الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى ‘Rahmân, Arş'a istivâ etmiştir.’[2] ayetindeki ‘İstiva’ kelimesinin manası sorulduğunda İmam Malik şu cevabı vermiştir الكيف غير معقول، والاستواء منه غير مجهول والسؤال عنه بدعة’ ’Allahın sıfatlarının keyfiyeti aklımızın terazisiyle tartılamaz, İstiva kelimesinin manası bizim açımızdan manası bilinmiyor değildir, Allah’ın sıfatları hakkında soru sormak bid’attır.‘[3]

İmam Ebu Hanife ye hadislerde geçen Allah’ın dünyanın semasına nüzulu hakkında sorulduğunda ينزل بلا كيف demiştir. ‘Yani Onun nüzulunu kabul ederiz ancak keyfiyeti bizce mechuldur.’[4]

Velid ibni Müslim, Kur’an ve hadislerde geçen Allah’ın sıfatları ve rü’yet hakkında Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Malik bin Enes ve Leys ibni Sa’d a sorduğumda أمروها كما جاءت بلا كيف. ‘Onları keyfiyetini sormadan geçin/kabul edin.’[5] dediklerini bizlere aktarmıştır.

Dolayısıyla tevhid akidesinin inşa ve tesisi sürecinde Yunan felsefesi, Mesusilik veya putperestliği çağrıştırabilecek en ufak bir çığıra mahal vermemek için, Selef-i salihin çok isabetli ve zekice davranarak Allah’ın zatı ile alakalı olarak kalınması gereken edeb dairesinde kalmışlardır. Ne nassın zahrindeki lüğavi mana üzerinde bir te’vil, ne de mecazi mana üzerinde bir te’vil yapmışlardır.

Ancak daha sonra gelen nesillerde bu hassasiyet kaybolduğu için, bu tabirlere yaklaşım noktasında farklı duruşlar sergilenmiştir. Örneğin, Mutezile alimleri akla daha çok önem verdikleri için, Allah’a ait sıfatları Yunan feylesoflarının etkisinde kalarak ifratvari şekilde te’vil etmişlerdir. Mutezile alimleri, feylesofların tenzih ilkesinden etkilenerek, subuti sıfatları zaid[6] olarak kabul etmemişlerdir. Allah’ın dışında bir sıfatın kabul edilmesi durumunda, güya ikinci bir varlığa mahal verebileceği endişesiyle subuti sıfatları da Allah’ın zatından sayarak reddetmişlerdir.[7] Yani Hristiyanlar, Allah’ın dışında Hz. İsa ve Ruhu’l-Kudüse de ilahlık izafe etmekte idiler. Onlara göre her üçü de kıdem sıfatına haiz idiler. Onun için Mutezile alimleri Allah’a izafe edilen sıfatların Hristiyanlıkta ve Yunan felsefesinde olduğu gibi, sıfatın kendisi ayrıca kadim kabul edilmesi durumunda şirke gireceği için, Cenab-ı Allah’ın zatının dışındaki sıfatları kabul etmeme yoluna gitmişlerdir.

Mutezilenin böyle bir görüşü savunmasında Kerramiyye’nin sıfatları Allah’ın zatından bağımsız değerlendirip şirke varabilecek bir görüşü savunmaları da etkili olmuştur. Ayrıca Müşebbihe’nin Allah’ın sıfatlarını insanın sıfatları ile bir tutmaları da etkili olmuştur.

Daha sonraları Mutezile ve Muattıla’nın düştüğü pozisyona düşmemek için, müteşabih nassları mizansız bir şekilde te’vil etme yerine, nassın zahirini evvela mecaza kaydırmadan olduğu gibi kabul ederek, daha sonra da Allah’ın zatına ters düşecek bir manayı nefyeden İbn Teymiyye, İbn Cevzi ve ez-Zehebi gibi alimler ortaya çıkmıştır. Yani önce nassın zahirini olduğu gibi kabul etmişlerdir, ikinci aşamada ise tenzihe giderek mananın hakikatını Allaha tefviz etmişlerdir.[8]

Bu gruptaki alimler, insanların gelişigüzel te’vil yapmalarını engelleme amacıyla mecazın Kur’anda olmadığını savunmuşlardır.[9] Ancak burada İbn Teymiyye veya ibn Kayyım el-Cevzi’nin hangi şartlarda mecazı kabul etmedikleri veya nasıl kabul etmedikleri sorusunun cevabını tespit etmek önemlidir. Zaten ibn Teymiyye ve ibn Cevzi’nin mecazı farklı bir şekilde kabul ettikleri yazmış oldukları eserlerinde anlaşılmaktadır.

O halde ibni Teymiyye ve İbni Cevzi şu sebeplerden dolayı Kur’anda mecazın olduğunu teorik olarak kabul etmemişlerdir;

  1. Bazı alimler zaruret olmadığı halde Allah’ın zatına taaalluk eden hassas konularda tevili mizansız kullanmışlardır. Zira te’vilde ileri gidenler Kur’anda çelişkinin olduğu konusunda bir kanaatin oluşmasına sebebiyet vermişlerdir.
  2. Yedullah/Allah’ın eli gibi müteşabih ifadelerin kudret olarak te’vil edilmesi durumunda, İbn Teymiyye’ye göre Allah’a ait haberi bir sıfatın iptalini beraberinde getirmiştir.
  3. Te’vilde ileri giden bazı Halef uleması Selef alimlerini bilgisizlikle suçlamış[10], yani Selef alimleri Allah’ın zatıyla alakalı müteşabih nassları bilmedikleri için te’vil edememişler, demişlerdir.

İbn Teymiyye ve İbn Cevzi her ne kadar yukarıda sayılan sebeplerden dolayı mecazın Kur’anda olmadığını söylemişlerse de telif etmiş oldukları eserlerde, mecazi ifadelerin geçtiği nassları zahir manaları ile değil, te’vili manalarıyla kabul etmişlerdir. Bu da mecazı farklı bir şekilde kabul manasına gelmektedir.

Örneğin أهلك الناس الدرهم والدينار واهلك النساء الاحمران الذهب والحرير[11] ‘İnsanları dirhem ve dinar, kadınları da altın ve ipek helaka etmiştir.’ hadisini İbn Teymiyye zahirine göre değil, mecazi manayı esas alarak kabul etmiştir. Çünkü altın ve gümüş veya altın ve ipek, tek başlarına helak olmaya sebep olmanın dışında zarar vermeleri mümkün değillerdir.

İbn Cevzi de selefi İbn Teymiyye gibi أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَلَّن نَّجْمَعَ عِظَامَهُ İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanır?’[12] ayetini tevil ederek kabul etmiştir. Aksi taktirde, yani Allah c.c. hakkındaki istifhamlar zahir nassa göre tevil edilmeden kabul edilmeleri durumunda, Allah’ın kudreti sorgulanmış olacaktır.[13]

Kısaca İbn Teymiyye ve İbn Cevzi Allah’ın eli vardır, deyip nassın zahirini evvela kabul etmişlerdir. Bazı alimlere göre bu lüğavi açıdan icmali bir te’vildir. Ancak keyfiyetini biz bilemeyiz, deyip temsil ve teşbihten de uzak durmuşlardır.

Eş’ari ve Maturidi alimleri ise nassın zahiri sorun oluşturduğunda, nassın zahirini tefsir/te’vil etmişlerdir. Muevvilin kategorisine giren bu alimler, nassın zahirindeki ifadeyi te’vil ederek, te’vil edilen mananın keyfiyetini de Allah c.c. yu tenzih ederek tefviz etmişlerdir. Yani Bediüzzaman hazretlerinin tabiriyle, ne Zahirilik gibi tefrit ederek; nassın zahirini ölçüp tartmadan olduğu gibi alma, ne de Batinilik gibi ifrat ederek[14]; her bir nassın altında felsefe-i şeriat, belağat, hikmet ve mantık prensiplerinden fersahlarca uzak olan mecazi manalara yapışmadan itidalli yolu tercih etmişlerdir. Yani ‘يد الله ’ ‘Allah’ın eli’ ifadesinin zahir manası teşbih ve tecsim sonucuna götürdüğü için, Allah’ın kudreti veya gücü şeklinde te’vil etmişlerdir. Bu kudretin mahiyeti veya keyfiyetini ise tefviz etmişlerdir.

Halef alimlerinin nassın manasını te’vile cüret etmeleri, Selef döneminde İslam akidesinin inşa ve tesisi sürecinde varolan birtakım endişelerin izale olmasından kaynaklanmaktadır. Bununla beraber Eş’ari ve Maturidilerin tevilleri şer’i şerif dairesinde kalmıştır. Çünkü müteşabih sıfatların hakiki manalarını onlar da ‘Doğrusunu ancak Allah bilir’, diyerek tefviz etmişlerdir. Dolayısıyla Eş’ari ve Maturidi alimlerinin, Mutezile alimlerinin felsefe endeksli yaklaşımları veya takip ettikleri usul ile hiçbir münasebet ve mukarenetleri yoktur.

Netice olarak müteşabih nassların manalarını tefviz, tespit ve te’vil eden mezheplerin hepsi de Allah’ın şanına ters düşecek bir manayı veya tenzihi ihlal edecek bir tutumu kabul etmemişlerdir. Yani Allah c.c. nun insanlara teşbihi veya cismin özelliklerinden birini O’na yakıştırmayı kabul etmemişlerdir. Ancak İbn Teymiyye’nin müteşabih nassları ele alış usulu Selef-i salihin’in takip ettiği usulden farklı olup biraz tekellüflü olduğu söylenebilir. Çünkü Selef-i salihin nassın zahirinde lüğavi bir tahdide girişmeden manayı tefviz etmişlerdir.

[1] Şura, 42/11.

[2] Taha, 20/5.

[3] Ebu’l-Kasım bin Mansur el-Elkai, Şerhu usulu kitabi ehli’s-Sunne, c. 19, s. 10.

[4] Er-Racıhi, Şerhu Akidetu’s-Selef ve Eshabu’l-Hadis, c. 6, s. 8.

[5] Ebu Hatem Muhammed bin İdris er-Razi, Kitabu’l-İlel, c. 5, s. 468.

[6] Zaid demek, ne ayn ne de ğayr olan subuti sıfatlar demektir. Bu sıfatlarin Allah’ın zatının bizatihi kendisi olmadığı gibi, Onsuz da Allah’ın düşünülememesidir. Yani Allah’ın zatı bu sıfatlarla kaim değildir, tersine bu sıfatların kendisi Allah’ın zatı ile kaimdirler. Örneğin ilim sıfatı Allah’ın zatı ili kaimdir, Allah’ın zatı onun ile kaim değildir ve Allah’ın zatı ilimsiz düşünülemez ya da ğayrı değildir.

[7] Nasri Nadir, Felsefetu’l-Mutezile, 37.

[8] Muhammed Abdulfadil el-Kusi, Mevkıfu’s-Selefi mine’l-Müteşabihat, s. 13.

[9] İbn Teymiyye, el-İman, s. 17.

[10] İbn Cevzi, Sevaiku’l-Mürsele, s.8.

[11] İbn Teymiyye, Dekaiku’t-Tefsir, c. 4, s. 59.

[12] Kıyame, 75/3.

[13] İbni Kayyım el- Cevzi, et-Tibyan fi aksami’l-Kur’an, s. 120.

[14] Said Nursi, Muhakemat, s. 27.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum