Nizamettin MELİKOĞLU
Risale-i Nur’da Allah Tasavvuru (Tarihi çerçeve) (1)
Risale-i Nur’da Allah tasavvuru konusunu iyi anlayabilmek için, Kur’an nazil olduğu zaman insanların kafalarındaki Allah tasavvuruyla beraber, Risale-i Nur telif edildiği dönemde toplumda var olan Allah tasavvurunu özetlemekte fayda vardır.
Kur’an’ın indiği dönemdeki insanların -Hanifler istisna- Allah tasavvuru, insanların heveslerine göre oluşturmuş oldukları birtakım itikadlardan ibaretti. Putperestlik bir yandan sahih bir Allah tasavvuru önünde karanlık bir bulut gibi dururken, Yahudilik ve Hristiyanlıkta Allah’a beşeri özelliklerin, yine peygamberlere ve ruhbanlara ilahi özelliklerin isnad edilmesi, insanlığın itikadi açıdan çıkmaz bir sokakta olduğunu göstermekteydi. Onun için Kur’an nazil olduğunda, bir yandan putperestlerin yanlışlarını izah ve ispat sadedinde tashih etmeye çalışırken, diğer taraftan ehl-i kitabı da itikadi noktadaki hata ve eksikliklerini tashih etmek üzere müzakere ve diyalog masasına çağırmıştır.
لَقَدْ كَفَرَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ ثَالِثُ ثَلٰثَةٍۢ وَمَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّٓا اِلٰهٌ وَاحِدٌۜ وَاِنْ لَمْ يَنْتَهُوا عَمَّا يَقُولُونَ لَيَمَسَّنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
“Andolsun «Allah, üçün üçüncüsüdür» diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir.”[1]
لَقَدْ كَفَرَ الَّذ۪ينَ قَالُٓوا اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْمَس۪يحُ ابْنُ مَرْيَمَۜ قُلْ فَمَنْ يَمْلِكُ مِنَ اللّٰهِ شَيْـٔاً اِنْ اَرَادَ اَنْ يُهْلِكَ الْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَاُمَّهُ وَمَنْ فِي الْاَرْضِ جَم۪يعاًۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۜ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
‘Andolsun, "Allah, Meryemoğlu Mesih'dir", diyenler kesinlikle kâfir oldular. De ki: "Şâyet Allah, Meryemoğlu Mesih'i, onun anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek istese, Allah'a karşı kim ne yapabilir? Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir."[2]
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
‘(Bir de) yahudiler ve hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgili kullarıyız" dediler. De ki: "Öyleyse (Allah) size neden günahlarınız sebebiyle azap ediyor? Hayır, siz de onun yarattıklarından bir beşersiniz." (Allah) dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunanların da hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş de ancak onadır.’[3]
قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَٓاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ اَلَّا نَعْبُدَ اِلَّا اللّٰهَ وَلَا نُشْرِكَ بِه۪ شَيْـٔاً وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً اَرْبَاباً مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِاَنَّا مُسْلِمُونَ
‘(Resûlüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.’[4]
وَجَعَلُوا لِلّٰهِ مِمَّا ذَرَاَ مِنَ الْحَرْثِ وَالْاَنْعَامِ نَص۪يباً فَقَالُوا هٰذَا لِلّٰهِ بِزَعْمِهِمْ وَهٰذَا لِشُرَكَٓائِنَاۚ فَمَا كَانَ لِشُرَكَٓائِهِمْ فَلَا يَصِلُ اِلَى اللّٰهِۚ وَمَا كَانَ لِلّٰهِ فَهُوَ يَصِلُ اِلٰى شُرَكَٓائِهِمْۜ سَٓاءَ مَا يَحْكُمُونَ
‘Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah’a pay ayırıp zanlarınca, "Bu Allah’a, bu da ortaklarımıza (putlara)" dediler. Ortakları için ayrılan Allah’a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar!’[5]
وَمِنْ اٰيَاتِهِ الَّيْلُ وَالنَّهَارُ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُۜ لَا تَسْجُدُوا لِلشَّمْسِ وَلَا لِلْقَمَرِ وَاسْجُدُوا لِلّٰهِ الَّذ۪ي خَلَقَهُنَّ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
’Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Eğer Allah'a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de aya da secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin!’[6]
اَفَاَصْفٰيكُمْ رَبُّكُمْ بِالْبَن۪ينَ وَاتَّخَذَ مِنَ الْمَلٰٓئِكَةِ اِنَاثاًۜ اِنَّكُمْ لَتَقُولُونَ قَوْلاً عَظ۪يماً۟
‘(Ey müşrikler!) Rabbiniz, erkek çocukları sizin için ayırdı da, kendisi meleklerden kız çocuklar mı edindi! Gerçekten siz, (vebali) çok büyük bir söz söylüyorsunuz.’[7]
Burada aktardığımız ayetlerde görüldüğü gibi, Allah c.c. toplumda varolan veya olabilecek yanlış bir Allah tasavvurunu tenkit/tashih etmektedir. İslam dininin yeni bir Allah tasavvurunun inşasında kullandığı ‘لا اله الاالله’ parolası, müşriklerin ‘ الله وشركاؤه ’ ‘Allah ve ortakları’ , ‘الله وشفعاؤنا ’ ‘Allah ve şefaatçilerimiz’ veya ’ اِنَّ اللّٰهَ ثَالِثُ ثَلٰثَةٍۢ’ 'Allah, üçün üçüncüsüdür.’ parolalarına karşı kullanılmıştır. Dolayısıyla İslam dini, Allah’ı dünyevileştirme veya dünyevi olanları ilahlaştırma projelerini reddedip bu anlayışlarla mücadele etmiştir.
Kur’an’ın batıl olan İlah tasavvurları ile mücadele tarzının şekillenmesinde, o dönemdeki insanların batıl inanış tarzları ile onların üzerinde etkili olan siyasi hareketlilikler, etkili olmuştur. Onun gibi Risale-i Nur’un müellifinin islami faaliyetlere başladığı dönemde toplumda varolan Allah tasavvuru ile bu tasavvurun şekillenmesinde etkili olan dünyadaki gelişmeleri özetlemekte fayda vardır;
Rusya’da 1917 de Bolşeviklerin işçi haklarını bahane ederek gerçekleştirdikleri Ekim devrimiyle beraber, Çarlık ve Hristiyanlığa ait bütün mukaddesat yerle bir edilmiş, diyalektik materyalizm veya marksist felsefe, birçok devlette hakim bir ideoloji haline getirilmiştir. Dünyada dinsizlik ve ateizm, artık başta Çin ve Rusya olmak üzere birçok devletin resmi ideolojisi haline gelmiştir. Batı devletlerinde ise sanayileşmenin gelişmesiyle, daha önce araları zaten açık olan toplum ve din arasındaki mesafe, iyice açılmaya başlanmıştır.
1. Dünya savaşında Osmanlı devletinin yenik çıkmasıyla İttihatçı ekip, Batıya karşı mahcubiyetlerini, pozitivizme ve seküler bir yaşam tarzına bağlanarak gidermeye çalışmışlardır. Dolayısıyla Osmanlı devletinde Tanzimatla başlayan Batıya karşı kırılma, Cumhuriyet döneminde zirveye çıkarılmıştır.
Cumhuriyet kurulduktan sonra, 1921 anayasasında daha önce varolan ‘Devletin dini, din-i İslamdır.’ maddesi çıkarılarak, toplum devletin eliyle hızla dinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Okullarda okutulan ders kitaplarında Hz. Muhammed’in peygamber olmadığı anlatılmıştır. Gözleriyle görmediklerine inanmamayı bir prensip olarak kabul eden, fizikötesini bilimin kapsama alanı dışı ilan eden inkarcı felsefe, eğitimde baştacı edilmiştir. Yani Allah’ı inkar, adeta müsbet bilimler aracılığıyla yapılmıştır. Bir yandan pozitiv bilimlerin, diğer yandan gelişen sanayinin egosunu zirveye çıkarttığı ‘modern insan’ قَالَ اِنَّـمَٓا اُو۫ت۪يتُهُ عَلٰى عِلْمٍ عِنْد۪يۜ ‘Kārûn, "Bu serveti sahip olduğum bilgi sayesinde elde ettim" diye karşılık verdi.’[8] diyerek, Allah’a bilgi ve servetine güvenerek itiraz ve isyan etmiştir.
Hristiyanlığın şevket dairesi olan Batıdaki kiliseler pozitivitizm karşısında teslim bayrağını çekerken, Türkiyede de millet, devlet baskısıyla hizaya çekilmeye çalışılmıştır. Abdullah Cevdet gibi materyalist İttihatçıların kanalıyla tercüme ettirilen eserlerle, başta hem peygamberimiz ve İslam tarihi kötülenmiş, hem de İslam akidesinin pozitiv/müsbet bilimler karşısında aciz kaldığı, rasyonel bir değerinin kalmadığı müdafaa edilmeye çalışılmıştır. Örneğin Reinhart Dozy’nin İslam tarihi adlı eseri ittihatçı Abdullah Cevdet tarafından Fransızcadan tercüme edilerek, Hz. Muhammed’in peygamber olmadığı ispat edilmeye çalışılmıştır. Hatta haşri inkar ile alakalı bir eseri yazmaya niyetlenmişken, Bediüzzaman hazretlerinin telif etmiş olduğu Haşir risalesi eline geçtikten sonra, bu fikrinden vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Dolayısıyla cumhuriyet döneminde pozitiv bilimler, müslümanları dinsiz yapmak için kaba bir araç olarak kullanılırken, müspet/pozitif bilimlere sığınıp Allah’ı ve imani hakikatleri inkar eden materyalistlere karşı müspet bilimlerle cevap verilmesi gerekiyordu. Maddeyi ilahlaştırıp putlaştıran materyalistlerin felsefelerinin, yine onların felsefe ve diyalektikleriyle çürütülmesi gerekiyordu. Kısaca Osmanlı devletinin yıkılması ile beraber, İslam dünyası yeni bir evreye giriyordu. Devlet idareleri ve sosyal yaşam, adım adım seküler paradigma ile şekillendirilmeye çalışılıyordu. Osmanlı devleti döneminde medreselerdeki eğitim müfredatı tamamen ilğa edildiği için, birinin artık medrese vasıtasıyla kelam ilmini okuyarak materyalist felsefe karşısında Allah’ın varlığını tanıyıp anlaması neredeyse imkansızlaşmıştı. Bunun hem objektif hem de subjektif şartları ortadan kalkmıştı.
İşte Risale-i Nur’un telif usulu biraz da bu çerçevede şekillenmiştir. Şimdi aktaracağımız, Bediüzzaman hazretlerinin Risale-i Nur’un ifa ettiği görevlere dair yapmış olduğu tespitler, aynı zamanda kendi dönemine ait Allah itikadıyla alakalı tahlilleri barındarması açısından son derece önemli noktalardır;
- Ehl-i dalâletin/materyalistlerin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı tevhidi/Allah’ın varlığını belirtilerini göstermiştir.
- Ehl-i fennin/pozitivistler ve materyalistlerin en son ve geniş nokta-i istinatları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde nûr-u ehadiyeti göstererek orada da düşmanlarını takip edip, en uzak tahassungâh ve kalelerini bozmuştur.
- Her yerde, Allah’ı gösteren bir yol açmıştır. Örneğin sebepleri hakiki tesir sahibi gören birinin güneşe sığınarak onu hakiki tesir sahibi görmesi durumunda "O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? sorularıyla onu ayıltarak tevhide yöneltmiştir.
- Kâinatı baştan başa esma-i hüsnanın tecelli ettiği âyineler hükmünde göstererek, böyle bir okumayla kainata bakan kişinin ğaflete düşme ihtimalini minimuma indirmiştir.‘[9]
Dolayısıyla İslam dünyasında oturtulmaya çalışılan materyalist bir inanışın/küfr-ü mutlakın karşısında doğru bir Allah tasavvurunu ihya etmede ve müsbet bilimleri okuyup itikadi açıdan yaralanan akıllara, onların boğulup tıkandıkları yerlerde, pozitiv bilimleri de kullanarak, onlara Allah’ın zatını, sıfatlarını ve tecellileriyle beraber göstererek İslam dünyasına, belki bütün insanlığa Risale-i Nur bir can simidi gibi yetişmiştir. Bu hizmeti yapmaya çalışırken Peygamber (a.s.v.) gibi korkunç saldırılara maruz kalmış, 21 defa zehirlenmiş, defalarca ölümle yargılanmış, defaatle suikastlardan kurtulmuş, 28 yıl en ağır sürgün ve hapishane şartlarında yaşamış ve nihayetinde Risale-i Nur tefsiri başta Anadolu olmak üzere, bütün İslam dünyasında kök salarak küfrün ve dinsizliğin bilimsel esasa dayanarak bir daha kendini doğrultamayacağı şekilde belini kırmıştır.
[1] Maide, 5/73.
[2] Maide, 5/17.
[3] Maide, 5/18.
[4] Al-i İmran, 3/64.
[5] En’am, 6/136. Câhiliye Araplarından bazıları, ekinlerinin ve hayvanlarının bir kısmını Allah ile putları arasında bölüştürürler ve «Şu Allah’ın payı, bu da tanrılarımızın payıdır» derlerdi. Allah için ayırdıklarını konuklara ve fakirlere harcarlar, tanrılar için ayırdıklarını da onların huzurunda yapılacak âyin vb. şeylere sarfederlerdi. Eğer Allah’ın hakkından putun hakkına bir şey geçerse onu öyle bırakırlardı. Putun hakkından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçerse, onu alıp tekrar putun payına katarlardı. Ve «Allah zengindir, bunlar ise fakirdir» derlerdi. Puta ayrılan, neticede yine kendilerine kalacağından, onun payından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçmemesine dikkat ederlerdi. İşte Yüce Allah onların bu yaptıklarına işaret etmekte ve onları kınamaktadır. (Diyanet işleri meali)
[6] Fussilet, 41/37.
[7] İsra, 17/40.
[8] Kasas, 28/78.
[9] Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 286.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.