Habibi Nacar YILMAZ
Hayatın Anlamını Düşünmemek İçin, Filodox'u mu Dinlesek?
Trabzon'un Araklı ilçesi, bizim manevî dünyamızda önemli bir yere sahip. Daha öğrencilik yıllarımızdan başlayan bir uğrak ve ders yaptığımız ilçelerin başında gelir. Her zaman bize şevk ve gayret veren bir yer olmuştur.
Eskilerden bir gün, yine Araklı'dan dersten sonra dönüyoruz. Minibüste yanımıza, elinde epeyce şarkıcı kaseti olan bir genç de oturdu. Biraz sohbet ve tanışmadan sonra gence:
"Bu kasetlerin içinde, 'Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime, Allah'ım, bu dünyaya ben niye geldim?' türküsü de var mı?" diye sordum.
"Var abi", dedi. "Hem de birkaç kişinin sesinden."
Peki, dedim. "Sana göre, niye geldik bu dünyaya?" diye sorunca, "Abi, hiç düşünmemiştim." dedi.
Arkadaşa, dünyaya gelmeyip gönderildiğimizi anlattık önce. Hatta gelmeyip gönderildiğimizi belli bir yaşa gelince fark ettiğimizi de ifade ettik. Yani gelmeyip gönderildiğimizi anlamak ve kim tarafından gönderildiğimiz sorusunu sorabilmek için, bize belli bir mühlet verildiğini de hatırlattık.
Bunları anlatınca, 8. Söz'deki, "Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yol başında, ciddî bir adamı gördüler." cümleleri aklıma geldi. Seyahat, gözümün önünde canlandı birden. Bu seyahat neydi, yol niçin ve ne zaman ikileşiyordu? Ve yol başındaki ciddî adam kimdi? Daha önemlisi, ikileşen yoldaki ciddî adam, yolculara ne diyor, hangi ikazlarda bulunuyordu?
Düşünmede biraz daha ciddileşip derinleşince, aslında her an ikileşen yol başında ve bu yoldaki ciddî adamla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz hemen. Her bakışımız, her adımımız, her cümle ve nefesimiz bir karar neticesi değil mi arkadaş? Nereye bakıp hangi tarafa gideceğimizi, ne konuşup nasıl yürüyeceğimizi kime sorup öğreneceğiz peki? Kesilmeyen ve ara verilemeyen yolculuğumuzda, her an bu ciddî adama ihtiyacımız var, farkında mıyız?
Âşık ne güzel söylemiş değil mi?
"Uzun ince bir yoldayız,
Gidiyoruz gündüz gece."
Yoldaysan yolcusun, demektir. Ben otuz yaşındayım, bu yaşımı çok sevdim. Bu yaş durağında yolculuğa bir müddet ara vermek istiyorum, diyemiyorsun. Sadece bu uzun yolculukta, duraklar var. Ruhlar âlemi, dünya, kabir ve berzah âlemi durakları var. Son durak ebed memleketinde ise yolculuğun, zaman, mekân ve vasıta keyfiyeti değişiyor sadece. Zamanın durduğu, mekânın taşı ve toprağı ile hayattâr olacağı ebed memleketinde "fâniden bakiye yol bulup istidadı nispetinde ekip ekilenler" mahsulünü alacaklar. Dünya durağında iken, her yol ayrımında işi ciddiye alıp o ciddî adama danışanlar ve O'nun tembihlediği kanun ve nizama tebaiyet edenler, dünyadaki "numuneleri hayvan gibi yutmayıp asıllarına müşteri olanlar" "dünyanın vücudu kadar kat'i olan" âlemde elemsiz, firakı olmayan lezzetlere yani bu dünyadaki numunelerin asıllarına kavuşacaklar.
Fakat bütün mesele, bu yolculuğun sırrını yani bize verilen bu kısa hayatın anlamını çözmede düğümleniyor. Geçen hafta, hayatın anlamını sorduğumuz bir şaşkın arkadaş: "Ben kendimi kediden üstün görmüyorum. Can ve ruh itibariyle eşitiz ve biz bir böcek gibi, eşit olarak toprağa düşeceğiz." diyordu.
Bunu, daha önce meşhur şair Orhan Veli:
"Düşünme,
Arzu et sade!
Bak, böcekler de öyle yapıyor."
dizeleri ile anlatmıştı.
Kâinat fabrikası bir an dursa, hayat bitecek. Hayatın devamı için, kâinat fabrikasının bu düzeni ile durmadan çalışması gerek. Uğruna kâinat fabrikasının çalıştığı bir hayatın "kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak" lazım değil miydi? Yani böyle olması gerekmez mi?
Öyle olması gerekir de sosyal medyada boy göstermeye çalışan Filodokx nâm bir geveze, değil hayatın anlam ve neticesinin olmasını; hayatın anlamının ne olduğunun sorulmaması için, kendine göre formüller geliştiriyor ve bunu bir de alay-ı vala ile anlatıyor.
"Hayat nedir, bu kıymetli cevher bize kim tarafından ve niçin verilmiştir?" bunu düşünmeyin, demeye getiriyor. Hem de güya filozoflardan mülhemen filodox ismini utanmadan kullanarak. Hayatın anlamını, hangi varlıklar düşünmez, daha doğrusu düşünemez? Hayat sahibi olup da aklı olmadığından, bunu düşünemeyen varlıklar çok. Yani hayvanat ve cemadat. Hayvanat düşünmüyor ama kendilerine biçilen rollerini de bir akıllı gibi oynuyorlar. Koyun otu alıp ondan, yünden tut deriye; etten süte üretip bize takdim ediyor. Diğerleri de ondan aşağı değil. Bir buzdolabını açın bakın. İlaveten giydiklerinizi inceleyin. Hayvan ehlinin ürünleri ile kuşatılıp beslendiğinizi göreceksiniz. Peki, insanın görevi sadece bunları tüketip eskitmek midir? Yani "rahatça yaşamak ve gafletle lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmek" midir? Bunun başka bir ifadesi "pislik makinesi" olmak için mi hayat bize verilmiş?? Kocaman azametiyle kâinatın bu çalışması, bir posayla nitelenecek demektir o zaman. Normal bir akıl, bunu nasıl kabul edip düşünebilir, anlamak mümkün değil.
Evet, resmen bunu diyor arkadaş. Hayatın anlamını düşünmemek için, yollar öneriyor.
Mesela bir iş bulun, diyor kendinize.
Başka?
Toplumda kendinize saygınlık kazandıracak bir konu bulun.
Bu da hayatın anlamını düşünmenize engel olmazsa ne yapacağız?
O zaman üçüncü yol olarak, toplumsal sistemi değiştirecekmişiz.
Ya arkadaş, bunları yapınca insan olmaktan çıkıyor muyuz ki hayatın anlamını düşünmeyelim?
Bu flodaka eşlik eden başka bir geveze daha var. O daha başka bir öneride bulunuyor. Bu üç şeyi yaptınız ama yine hayatın anlamını düşünmenize engel olamıyorsunuz. Bu sefer, "gökotta" yapın, diyor. Bu neymiş peki? Cehaletimize verin, ilk defa duydum. İsveç malıymış, yeni ithal edilmiş. Ama çok hoşuma gitti. İsveç'te sabah öten kuşların sesini dinlemek için, erken uyanıp dışarı çıkıp kuşları dinlemekmiş, gökotto denen şey. Kuşları hem de sabah saatinde dinleyince, hayatın anlamı aklınıza bile gelmeyecek ve böylece bu işlerden kurtulmuş olacakmışız. Gerçekten, bir insan hem de genç yaşta bu kadar tefessüh edip aklını uyuşturabilir mi? Oluyor, olabiliyor demek ki. Felsefe böyle bir şey.M eşhur bir filozof, hayatın anlamı intihar etmektir, bile demişti.
Fakat bu gökotto işi, bayağı güzelmiş. Tam bu fakire göre. Her sabah namazı vaktinde yaptığımız bir tefekkür ayrıca. "Şimdi kuşlara bak, onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları bir Sâni-i Hakîmin intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat'i ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-yi maksat etmeleridir." Bu metni, kuşların uçuşunu anlatan âyetlerin eşliğinde tefekkürün tadına doyum olmaz. Fakat bu tefekkür, hayatın anlamını düşünmeyi engeller mi, hayatın anlamlı olmasını ortadan kaldırır mı? Kaldırmaz arkadaş kaldırmaz, daha da pekiştirir. Kuş böyle sesiyle anlaşıyorsa, insan ne yapmalı? İnsanın da bir gayesi olmalı değil mi?
Ey filodox ve emsalleri! Gelin bu pek kıymettâr olan hayat nimetini, şuur hediyesini ve akıl ihsanını hafife almayın, tahkir etmeyin, küfrân-ı nimete düşmeyin. Aklınızı imanla başınıza alın. Kendinize yazık etmeyin. İmanın geniş ve makul dairesinde nefes alın.
Evet dostlar, "Hayatın gayesi ve neticesi, hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyiye karşı şükür, ibadet, hamd ve muhabbettir ki bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın da gayesidir."
Bu özet üzerine, başka ne diyebiliriz ki?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.