Hasan TANRIVERDİ
Ölüm olmasa hayat ölürmüş-4
İnsan Bir Kelime Gibidir
...Önemli olan şuydu; bu küçük insanlar nereden, niçin, neden gelmişlerdi ve nereye gideceklerdi? Bu soruların cevaplarını belki hayatlarının ileriki yıllarında vereceklerdi. İşte hayatın mahiyetini o zaman anlayacaklardı.
Gerçek odur ki; insansız, ne kâinatın, ne güneşin, ne de ayın anlamı vardı. Her şey insanla güzelleşiyor, insanla anlam kazanıyordu. O halde insan, mahiyetinin çözülmesi gereken bir varlıktı. Hayatının gayelerini iyi okumak gerekirdi. Daha doğrusu her insan kendi hayatının mahiyetini okumak zorundaydı.
Nerden geldim?
Ne için geldim?
Nereye gideceğim?
Bu üç sorunun cevabını bulabilirse, hem yaşadıkları bu hayatta, hem de ebedi hayatta mutluluğa ve saadete erişebilirdi.
İnsanın mahiyeti şudur ki; yaradılış itibarıyla vücudunda yerleştirilen birtakım duyguların terazileriyle, kâinat çarşısında sergilenen ilahî rahmet hazinelerini ve nimetlerini tartmak ve bu nimetlere karşı şükrünü eda etmekti. Verilen bu ölçülerin hiçbiri sebepsiz yaratılmamıştı. Aksine her biri bir gaye içindi.
Daha da önemlisi, insan fıtratında verilen cihazların anahtarlarıyla, Yüce Allah’ın Kutsî isimlerinin gizli definelerini açmak, yüce kudret sahibinin kusursuz marifetlerini, yine O’nun esmalarıyla tanımaktı. O’nun sanat ve marifetlerinin teşhir edildiği dünyada, ilahî isimlerinin süslendirdiği muhteşem sanatları ve güzel ziynetleri okuyarak, hayatıyla ve yaşantısıyla teşhir etmekti.
Konuşma ve davranışlarımızla bizi yaratan Rabbimizin dergâhında kulluğunu ilân etmek ve O’nun ilahî isimlerinin üzerindeki cilvelerini, lâtif insani duygular olarak bilip, süslenip, ezeli şahit olan Rabbimizin nazarına görünmekti
Tüm mahlûkatın, yaratıcılarına karşı yapmış oldukları zikirlerini bülbülün ötmesinden, kurbağaların bağırmalarına, ağaç dallarının hışırtılarına kadar tefekkür edip, onlar adına şahitlik yapmak, verilen akıl ve irade sayesinde Hâlık-ı Zülcelâl’in sanat ve marifetleri tartmak ve ölçülerini bilmekti. Bu âlemin büyüklüğü nispetinde ustasının kudretini, ilmini ve hikmetini tanımaya çalışmak, dahası nihayetsiz acizliğin ve güçsüzlüğü ölçüsünde yüce Allah’ın kudretini ve zenginliğini tanımak ve her daim huşu ve tazimle önünde secde edip eğilmekti.
Velhasıl işin özeti; hayatımız, Yüce Allah’ın isimlerine delâlet eden yazılmış ilahî bir mektuptu. İnsanın ellerinde avuçlarının içinde, gözlerinde ve simasında bu mektuba ait satırlar vardı. İnsan bu vasıflarıyla kudret kalemiyle yazılmış hikmetli bir sözdü. Görülür, okunur ve işitilir, sonra da bir başka bahara yaprak açmak üzere ebediyete uğurlanır. Uykuya ne kadar ihtiyacımız varsa, ölüme de o kadar ihtiyacımız vardı. Allah izin verirse, sabah uyandığımızda dirileceğiz. Önemli olan yaşarken uyuma rolü yapmamaktı.
Hayatımızın sırrı ise; Kâinat üzerinde Allah’ın birliğinin tecellilerinde var olan isimlerinin güzelliklerini tefekkür etmek, kendine has ibadeti ile mevcudatın ibadetini görüp hissedebilmekti.
Hayat aynamızda şekillenen ezeli güneşin nurlarını hissedip, akıl ve düşünce sahibi olarak, O’na sevgi göstermek ve O’nun muhabbetiyle kendimizden geçip, kalbin göz bebeğine O’nun nurunun yansımasını yerleştirmekti. İşte bu sırlar bizleri Allah katında en yüce noktaya çıkacaktı.
Fıtratımızda verilen cihazların anahtarlarıyla, Yüce Allah’ın kutsî isimlerinin gizli definelerini açmak, kudret sahibi ve kusursuz marifetlerini O’nun Esmalarıyla tanımak yaradılışın mahiyetleri arasındaydı.
Cismen fani ve her an ölüme namzet olan insana, fani şeylerden ne fayda gelebilirdi? Fani dünyaya fani olarak gelen insanın dünyayı sevip, ahireti unutmak ve hayatı sevip, ölümü unutmak gibi bir lüksü olmamalıydı. İnsanoğlu, bütün bunlardan aldığı derslerle gururu bırakıp, aczini anlamalı, yaratanını tanıyıp, dünyaya ne için geldiğini öğrenmeli ve vazifesini bilmeliydi. Çünkü yaşadığı dünya ve kâinatta kendisine özel bir statü tanınmış ve her şey emrine verilmişti. İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandı.
Bediüzzaman’ın, “Gururu bırak, aczini anla, malikinin tanı, vazifeni bil ve dünyaya niçin geldiğini öğren” sözü, bizlere ders olmalıydı.
Dünyayı bir an insansız düşünelim,
Rabbimin sunduğu nimetleri kim tadacaktı?
Kim tanıttıranı bilecek ve şükredecekti?
Bu kâinat üzerindeki muhteşem ahengi ve ihtişamı kim çözecekti?
İlahî tasarımı kim algılayacaktı?
Güzellikleri kim görecek, üzerlerindeki satırları kim okuyacaktı?
İnsanoğlunun dünyaya nereden, nasıl ve niçin geldiğini anlama şansı bu soruların cevaplarında gizliydi.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.