Himmet UÇ
Onbirinci Pencere
Onbirinci Pencere biri psikolojik diğeri felsefi ağırlıklı iki alt pencereden oluşuyor. Birisi kalplerin ve ruhların varlığın anlamını çözemedikleri için ruhlarında meydana gelen ızdırap, keşmekeş ve manevi elemleri söz konusu eder. Keşmekeş çıkmazlar, huzursuzluklar, karışıklıklar demek. Ruhun ana özelliklerinden birisi araştırmak sormak, ama insanlar bunu basit işler için kullanıyor. İnsanlar anlamları çözmek için çabalamazlar ama ruhun sorgulama özelliğine uygun, bilerek bilmeyerek yaşadığı için ruh onu taciz eder.
İkinci alt pencere ise merak ve hakikati talep etmeyi istemenin sıkıntılarıdır. Bu öncekine göre felsefi ama çare aynı. Büyük adamlar, ilim adamları, peygamberler ve veliler meraklarını tatmin etmek için çırpınmışlar. İlim adamları da aynı şekilde kimi coğrafi kimi astronomi daha başka maksatlarla hakikati araştırmışlar. Merak ve talep yerinde kullanılmayınca ruhun ve kalbin şubelerini huzursuz ediyor, bazıları bunları hissediyor ve merakını tatmin ediyor, bir hakikat arıyor. Bir hayvana ve bir bitkiye ömür vermiş nice zoologlar ve biyologlar var. Atomun hareketlerine bir fizikçi elli yılını vermiş, biri atom altı bölgeyi sormuş, “ben daha orayla ilgili bir şey yapmadım“ demiş. Yani kuantum. Varlığın bütün sırları oralarda.
“Bütün ervah ve kulubun dalaletten neşet eden ızdırabat ve keşmekeş ve ızdırabattan neşet eden manevi elemlerden kurtulmaları, birtek Halık’ı tanımakla olur. Bütün mevcudatı birtek Sanie vermekle necat buluyorlar, birtek Allah’ın zikriyle mutmain olurlar.”
Bu cümle de dalaletten neşet eden, dalalet sebelmesan olan Fatiha–i Şerif’de metnin sonunda zikredilir. İşarat’ül İcaz’da dalaleti anlatır Bediüzzaman.
“Dalalet nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan Kur’an-ı Kerim o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir. Ve ism-i fail olarak zikrindeki sebeb ise dalaletin dalalet olması devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman afva dahil olacağına işarettir.”
Bediüzzaman, Fatiha tefsirinde dalaleti bir vaka tahlili tarzında anlatır. Olayları tahlil etmek telif metodudur.
“Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi bütün elemler de dalalettedir. Bunun izahı ise: Bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane (istirham ederek, yardım beklemek, ricakar olmak) tabiata ve anâsıra baktığı vakit, kasavet-i kalple, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdad etmek (yıldızlardan yardım beklemek) üzere başını havaya kaldırır. O ecram, (cirimler) atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki hayatî hâcetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir.
“Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, (başlangıç yani Allah, sonuç ise ahiret) Sâni’ ile haşri itikad etmezse onun o vaziyetinden cehennem daha serin olmaz mı?
“Evet, o bîçare havf ve heybetten, acz ve ra’şetten, (titremek) vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle meyusiyetten mürekkeb bir vaziyet içinde olup kudretine bakar, kudreti âciz ve nâkıs. Hâcetlerine bakar, def’edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese yardımına gelen yok. Her şeyi düşman, her şeyi garib görür. Dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lanet okur. Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa o zulmetli evvelki vaziyeti nurani bir halete inkılab eder.”
Gerektiği şekilde inanmayan insanlar aynen bu durumları yaşarlar. Bu durumu yaşadıkları için nesnelere, aya, güneşe, hayvanlara, güçlü buldukları şeylere tapmışlar. Bütün bir eski Yunan ve ateist felsefe bu psikolojik durumdur. Bizim şairimiz Cahit Sıtkı “ne doğan güne hükmüm geçer ne halden anlayan bulunur” der. Tam o halettir işte.
Bediüzzaman devam ediyor:
“Şöyle ki:
O şahıs; hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakk’a istinad eder, (dayanır) müsterih (ruhu istirahat eder) olur.
“Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidatlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi tasavvur eder. (Kabiliyetlerinin şu sahipsiz telakki ettiği dünyada anlamsız olduğunu anlar.) O saadet-i ebediyenin mâü’l-hayatından bir yudum içer. (Ebedi saadet onun kabiliyetlerini yerinde kullanmasıyla ona hazırlanır.) Kalbindeki emellerini teskin eder. (Kalbindeki emelleri istekleri böylece sakinler.)
“Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar; her şeyle ünsiyet peyda eder. (Sema denetim altındadır, başıboş değildir, onun arkadaşıdır, ona hizmet ederler, güneş ışığını verir, bulut suyunu, rüzgar mektupçudur, varlıkların izdiacını sağlar.)
“Yine o şahıs, semadaki ecrama bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda eder ve onların o hareketlerini, ibret ve hayretle tefekkür eder. (Semadaki cirimlerden büyük cisimlerden, dehşet almaz, çünkü onlar hareketleri vazifeleri ile sınırlıdır, kimse o sınırı aşamaz, bu yüzden onun onlar da arkadaşlarıdır.)
“Yine o şahıs, ecram-ı ulviye (büyük gezeğenler) ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki (arkadaşlık dostluk anlaşması) hangi bir cirme bakarsa baksın, o cirmlerden “Ey arkadaş! Bizden tevahhuş etme! (Dehşet alma) Hareketlerimizden korkma! Hepimiz bir Hâlık’ın memurlarıyız” diye me’nus (ümit verici) ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.
Hülâsa: O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden (şiddetli elemlerden) kurtulmak için teselliler ile hissini iptal (duygularını hissetmez hale getirmek) ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci haletinde ise ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik (harekete geçirir) edip ruhunu ihsas ettikçe (hissettirdikçe) o saadetler ziyadeleşir ve ona manevî cennetlerin kapıları açılır.”
Bir kelimeden bir roman çıkacak kadar geniş düşünülmüş. İkinci söz de bu mealde bir sözdür.
Izdırab, keşmekeş, manevi elemler ancak Halıkı tanımakla giderilebilir. Burada tanımak demiş. Allah’ı bilmek ile tanımak farklı şeyler. Çok insan bir ilahın varlığını bilir ama tanımaz. Bütün eserler tanımanın ayrıntılarıdır, izahıdır.
Bugün bütün psikolojik hastalıklar bir dayanak noktası bulamayan insanın çektiği sıkıntılardır. Psikanalitik tedavi yüz yüze mülakatlarla insanları tedavi etmeye çalışır. Din de aynıdır ama dinde özne bellidir. Psikanalitik tedavide ise insanın düşüncesi harekete geçirilir, ne kadar başarırsa…
“Çünkü, Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbaba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve, kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyade müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur. Ve yüz nefer bir zabitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur. Öyle de, çok muhtelif esbabın birtek şeyin icadında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pek çok eşyanın icadı birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur.
“İşte, mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihayetsiz ısdıraptan kurtaracak yalnız tevhid-i Halık ve Marifet-i ilahiyedir. Madem küfürde ve şirkte nihayetsiz müşkilat ve ızdırabat var. Elbette o yol muhaldir hakikatı yoktur. Madem tevhidde mevcudatın yaratılışındaki suhulete ve kesrete ve hüsn-ü sanata muvafık olur, nihayetsiz suhulet ve kolaylık var. Elbette o yol vaciptir, hakikattır.”
Birinci kısımdaki psikolojik iken bu ikinci bölümdeki merak ve hakikati taleb temasıdır. Yani insanlar alemin gidişatını, nereden gelip nereye gittiğini merak etmişler, bu merak ve hakikatı aramaya çare bulamamışlar. Fetret asırlarında bu yüzden çok insan hakikati göremeden gitmiş. Bunun da çaresi Allah’ın birliği ve Allah’ı bilmektir. O ıstırabdan ancak böyle kurtulunur. Bunun da izahı Risale-i Nur’a yayılmıştır. Ayet’ül Kübra, Haşir Risalesi bu merakı ve marifeti tatmin eden izahlarla doludur.
“İşte, ey bedbaht ehl-i dalâlet! Bak, dalâlet yolu ne kadar karanlıklı ve elemli! Ne zorun var ki oradan gidiyorsun? Hem bak, iman ve tevhid yolu ne kadar kolay ve safâlı! Oraya gir, kurtul.”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.