Habibi Nacar YILMAZ
Kötülük problemi mi iyiliği görememe körlüğü mü? -2
Aslında Hazret-i Hızır'ın, Hazret-i Musa ile seyahati, hadiselerin arkasındaki sırları tam bilemeyince, hadiseleri itiraz parmaklarımızla yoklayıp hikmetleri sorgulamaya bizi götürmemesi gerektiğine güzel bir örnek.
Bir de yaşanan bir örnek vermek istiyorum. Soruların cevaplarına ondan sonra geçelim.
Meşhur bir ilâhiyat hocası anlatmıştı. Arkadaşı tam profesörlük unvanını aldığı gün, kötü bir hastalığa yakalandığını öğrenince, etrafındakilere "Niye ben?" sorusunu sormaya başlıyor. Uzun bir süre haber alamadığı arkadaşının kızına denk gelince, babasının son durumunu soruyor. Kızımız da "Hocam duymadın mı?" deyince, arkadaşının öldüğünü düşünüp "Duymadım, baban öldü herhalde, Allah rahmet etsin." diyor. "Hayır, hocam; iki ağabeyim kaza geçirdi, vefat ettiler, babam evden daha çıkamıyor." diyor. Hocamız bu sefer evine koşuyor. İlâhiyatçı hocamız bu sefer de "Hocam, niye ben değil? ifadesini kullanarak, itirazlarını sürdürdüğünü görüyor.
Nasıl bir kitaba baktığımızda, okuma-yazma bilmezsek, kitaptaki yazıları lüzumsuz çizgilerden ibaret görürüz. Onların ifade ettikleri derin anlamları göremez, haliyle okuyamaz ve kitabın değerini bilemeyiz. Kitaptaki yazılanları, anlamsız çizgiler zanneder, hepsinin beyaz sayfadaki güzelliği bozan karışık çizgiler zannederiz. Öyle de kâinatta bizi ilgilendiren veya ilgilendirmeyen binlerce olayı değerlendirdiğimizde, onların arkalarındaki hükmeden hikmeti, ön yüzündeki güzellikleri ve neticesine takılan güzellikleri göremediğimizden okuyamadığımız kitap gibi; hadiseleri anlayamayız, güzellikleri ise çirkinlik zannederiz.
Mesela iki yazı düşünelim. Biri çirkin biri güzel olsun. Çirkin yazı, niye ben çirkin yazıldım, diye itiraz edebilir mi? Ya hiç yazılma hakkın yoktu. Onun, çirkin yazılmasına bakmayıp vücut sahası ile beraber bir sürü anlamları, hangi hakla yüklendiğini anlamaya çalışması daha uygun değil midir?
İşin başında ve suallerin kaynağında dünyayı ebedî ve ahiretin de olmadığını zannetmenin yattığını görüyoruz. Yani insanın bu kısa dünya hayatında sahip olmadığı, mesela bir gözün, bir saçın ya da uzun boyun, ona artık hiç verilmeyeceğini zannetmesidir. Ya da dünyada mahrum yaşadığı bir saraya, hiç kavuşamama zannı yatmaktadır. Halbuki bu dünyada sana verilen nimetler, ne ebedî olarak senin ne de mahrum olduğunu düşündüğün servetlerden ebedî mahrumsun. Belki de senin hayırlı bir büyük nimet olarak gördüğün servet, makam, boy ve saç; hem dünyada hem de ahirette sana dert olacaktır. Bunun örneklerini çokça görmekteyiz. Nice servet, makam ve mevki sahiplerinin acı; bunlardan mahrum olanların da mutlu sonlarına ve ahiretteki kavuşacakları veya kaybedeceklerine bakınca, neyin nimet, neyin de nikmet olduğunun ancak neticelerine bakarak anlaşılabileceğini anlıyoruz. Ne sahibi olduklarının ebedî sahibi, ne de mahrumu olduklarının ebedî mahrumusun. Dünya hayatı ebedî değil ki mahrum olduğunla kalasın.
Sahibi oldukların senin zâtî malın, alnının teri değil ki mahrum olmadıkların bir hak kaybı olsun. Sadece insan sahibi olduklarının bazen farkında değil. Bazen de kendi malı zannetmesinden kaynaklanan şükürsüzlüğü ah vahı var.
Hani bir adam bir müddetliğine sahibi olduğu villasını satmak için emlakçıya müracaat ediyor. Emlakçı da villanın özelliklerini tek tek yazıp satılık ilanına asıyor. İlanına astıran adam, bir müddet sonra emlakçıya yeni bir villa almak için uğradığında, farkında olmadan kendi villasının ilanını görüyor. Fakat ilanın, kendi villasının ilanı olduğundan habersizdir. Adresini sorunca, ilanın kendi villasına ait olduğunu anlıyor ve "Ben mülkümün bu özellikleri olduğunun farkında değilmişim, satmaktan vazgeçtim." diyor.
Biz de biraz üstünkörü baktığımız kendi vücudumuza takılan ve hassas bir makine gibi işlettirilen her biri dünyalar değerindeki cihazatımıza ve her nefes alış verişimizde iki defa bağışlanan hayatımıza, ruh ve nefsimize bakınca, bize verilenlerin ne kadar paha biçilmez olduğunu hemencecik anlarız.
Fakat ne oluyor ülfetten(alışkanlıktan) dolayı sahip olduklarımızı, bize ihsan edileni görmüyoruz, farkına varamıyoruz. Bize verilmeyen ve sorguladığımızda sonu da bulunmayacak nimetlerin peşine düşüyoruz. Hem de bazı nimetlerin bize verilmeyişini, bize bir haksızlık yapılmış bunda bir zulüm varmış kılıfına da sokuyoruz. Halbuki haksızlık bir hak kaybından, zulüm ise başkasının mülküne tecavüzden doğar. Burada hak ile ihsanı birbirine karıştırıyoruz.
Mesela bir çiftlik sahibi iki kişiyi aynı işte çalıştırsa, hizmetlerin karşılığında her birisine beş altın vereceğini taahhüt etse ve anlaşma yapılsa, bu iki kişi de aynı işi yapsalar; çiftlik sahibi birine beş diğerine iki altın verse, ebette üç altınını alamayan kişi mazlum, altını vermeyen adam da zalim olmuş olur.
İhsan ise, haktan farklıdır. Çünkü ihsan, kalbin şefkatinden ve merhamet hissinden gelen bir cömertliktir. Bir bağış ve bir ikramdır. Bu bağış ve ikram bu lütuf ve kerem, hak terazisinde tartılmaz. Hiçbir cihette medar-ı itham ve sebeb-i kusur olarak algılanamaz.
İhsandaki farklılık, azlık ya da çokluk ihsan eden zatın kerem ve lütfunun derecelerini gösterir. Kerem sahibine karşı hiçbir insan, "başkalarına niye fazla, bana niye az." diye itirazda bulunamaz. Mesela cömert zengin bir adam iki fakirden birisine bir kese, diğerini üç kese altın 'ihsan' etse, arkadaşının üç kese altın aldığını gören fakir adam, hiddet ve şiddet içinde cömert zengin adama karşı infial etse, kaşlarını çatarak: "Senin bu yaptığın doğrudan doğruya zulümdür, ben sana ne yaptım ki, niye ona üç kese altın verdin, bana bir kese, bu adalete sığar mı? dese, elbette onun böyle bir şikayete hakkı yoktur. Çünkü ortada gasp edilmiş ne bir hak ne de zayi edilmiş bir hukuk vardır. Bu olaya hiçbir cihetle zulüm olarak bakılamaz. Olay bir ikram olayıdır. Cömert zengin adam, iradesiyle keremini öyle takdir etmiştir. Az verir veya çok verir, ya da hiç vermez.
Evet, ihsan; şefkat sıfatının bir tezahürüdür. Az veya çok vermek, ihsan sahibinin iradesine bakar. İhsan nimetine karşı yapılması gereken şey, minnettarlık ve teşekkürdür.
İhsana karşı hiddet edilemez. Çünkü ortada işlenmiş bir zulüm, ödenmemiş bir alacak, zorla elden alınmış bir hak yoktur.
Evet şimdi bu makamda, Cenab-ı Allah'tan hak dava edenlere sorulacak bir tek soru vardır:
Kimin Allah'tan ne alacağı vardır? Tek tek saysın, ortaya koysun. Yüce Allah'ın bize bahşettiği her şey O'nun ihsanıdır, ikramıdır. Dolayısıyla hiç kimsenin Allah'tan hak istemeye hakkı yoktur. Hem Cenab-ı Hak da kullarına zulmetmiş değildir. Mesela bir adamın boyu bir metre olsa, bu adamın "Niçin benim boyum bu kadar kısa?" demeye hakkı yoktur. Haddini aşarak "Bu bana zulüm değil mi? derse, elbette ona sorulur:
"Söyle bakalım, senin boyunun ne kadar olmasını istiyorsun?"
"Bir metre yetmiş santim olsun isterim."
"Arada ne fark var?"
"Yetmiş santim."
"Söyler misin bana, senin Allah'tan yetmiş santim boy alacağın mı vardı? Allah vermedi de -haşa- zulüm mü etti?"
Evet, Allah-ı Azimüşşanın bize bahşettiği bütün nimetler, doğrudan doğruya O'nun lütfundandır, ikram ve ihsanıdır. O dilediğine dilediği kadar lütfeder.
Ayrıca dünyadaki kayıplar, eksikler nakıs ve noksan vücutlar, fizikî arızalar ahirette telafi edilecek, fani vücutlar bâkiye tebdil olunacaktır. Nakıs ve noksan azalarıyla Allah'a şükredenler, diğer müminlerden daha ziyade ikram ve ihsanlara mazhar olacaktır.
Evet, noksanı verip mükemmeli alanlara, arızalı bedenleri verip ebedi vücutları kazananlara, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana intikal edenlere imrenilir.
Bu üç beş günlük dünyada bu tip şeyler soru kağıtlarımızdır. Önemli olan o soru kağıdını nasıl dolduracağımızdır herhalde. Bu da ancak şükür ve sabırla olacaktır. Biz Allah'tan alacağımızı peşin almışız. Evvela insan olarak yaratılmışız. Kâinat kadar kıymetli nimetlerle taltif edilmişiz. Gözümüz, kulağımız dünya kadar kıymetli... Akıl ve şuurumuz, kâinat kadar değerlidir.
Allah-ı Azimüşşan, insanı düşünen, irade eden bir mahluk olarak yarattı. İnsanı sonsuz ihsan ve nimetlerine de merkez kıldı. Ona kelâm ve kalem nimetini verdi, konuşma kabiliyeti ihsan etti.
Evet, bütün bu enfusî ve afâkî nimetlere karşı bizim görevimiz yüce Allah'a minnettarlıktır, şükür ve hamd etmektir.
Evet, dostlar, Cenab-ı Allah liyakat ve tescil istasyonu olan şu dünya hanında, bizim rızkımız ve hayatımıza kefildir ama ahiretimize, âkıbetimize kefil değil. Dünyaya gelişimiz değil ama cennete gidişimizin tercihi bize bırakılmıştır. Ahiretin dehşetli o mizan gününde, mahkeme-i kübrada derece derece, kademe kademe açılıp tasnife tâbi tutulacağız. İman ve ahlak derecemiz, ibadet keyfiyetlerimiz, sıdk, sebat, hamiyet, sabır, ihlas, saffet, tevekkül ve teslimiyetlerimizle numaralar alacağız. Dosyalarımız açılacak, o dosyalarımızın yazılarını, derecelerimizi doğru ve sağlam tutabiliyor muyuz acaba?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.