Onların çoğu, ancak müşrik kimseler olarak Allah’a îmân ederler

Onların çoğu, ancak müşrik kimseler olarak Allah’a îmân ederler

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Yusuf Sûresi 102-108. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

102-(Habîbim, yâ Muhammed!) İşte bu (anlatılanlar) gayb haberlerindendir ki, onu sana vahyediyoruz. Yoksa, onlar (Yûsuf’un kardeşleri) hîle yaparak işlerine (karar vermek üzere) toplandıkları zaman, onların yanında değildin.

103-(Sen ne kadar) hırs göstersen de, yine insanların çoğu îmân edecek kimseler değildir.

104-Hâlbuki (sen) buna (bu Kur’ân’ı tebliğ vazîfene) karşı onlardan bir ücret istemiyorsun. O (Kur’ân), (bütün) âlemlere ancak bir nasîhattir.

105-Hem göklerde ve yerde nice deliller vardır (*) ki, onlar (ibret almadan) bunlardan yüz çevirici kimseler olarak üzerlerinden geçip giderler.

106-Hâlbuki onların çoğu, ancak müşrik kimseler olarak Allah’a îmân ederler. (Hem inanırlar, hem de şirk koşarlar).

107-Ya (onlar,) Allah’ın azâbından kuşatıcı bir musîbetin kendilerine gelmesinden veya onlar farkında değillerken kıyâmetin ansızın kendilerine gelivermesinden emîn mi oldular?

108-(Habîbim, yâ Muhammed!) De ki: “İşte benim yolum budur! (Ben, sizi) bir basîret (açıkça görünen bir delîl) üzere Allah’a da‘vet ediyorum; ben de, bana tâbi‘ olanlar da! Ve Allah’ı tenzîh ederim. Çünki ben (sizin gibi) müşriklerden değilim!”

(*) “Bir kısmı arzımızdan (dünyamızdan) bin def‘a büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür‘atli yüz binler ecrâm-ı semâviyeyi (gök cisimlerini) direksiz, düşürmeden döndüren ve birbirine çarptırmadan fevka’l-had (haddinden fazla) çabuk ve berâber gezdiren, yağsız söndürmeden mütemâdiyen (devamlı) o hadsiz lâmbaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihâyetsiz büyük kütleleri idâre eden ve güneş ve kamerin (ayın) vazîfeleri gibi, hiç isyân ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazîfelerle çalıştıran (...) ve o nihâyetsiz kalabalığın enkazları gibi göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam (intizamlı) ordu manevrası gibi manevra ile gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli (heybetli ve yüce) manevranın başka bir sûrette hakīkī ve hayâlî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkātına gösteren bir tezâhür-i rubûbiyet (Allah’ın terbiye ve idâre ediciliği) içinde görünen teshîr (itâat ettirme), tedbîr, tedvîr (çevirme), tanzîm (düzenleme), tanzîf (temizleme), tavzîfden (vazîfelendirmeden) mürekkeb (meydana gelen) bir hakīkat, bu azameti ve ihâtası (büyüklüğü ve kuşatması) ile o semâvât Hâlıkının (göklerin yaratıcısının) vücûb-ı vücûduna (varlığının zarûrî oluşuna) ve vahdetine (birliğine) ve mevcûdiyeti (varlığı), semâvâtın mevcûdiyetinden daha zâhir (âşikâr) bulunduğuna bil-müşâhede (gözle görülür bir şekilde) şehâdet eder.” (Şuâ‘lar, 7. Şuâ‘, 100)