Onu duyduğunuz zaman 'Bu büyük bir iftirâdır!' demeniz gerekmez miydi?

Onu duyduğunuz zaman 'Bu büyük bir iftirâdır!' demeniz gerekmez miydi?

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Nûr Sûresi 11-20. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

11-Şübhesiz ki o iftirâyı getirenler, içinizden bir topluluktur. Onu (o iftirâyı), kendiniz için bir şer sanmayın! Bil‘akis o, sizin için (hakkınızda inen âyetlere ve bir çok sevâba vesîle olmakla) bir hayırdır. Onlardan (o iftirâyı çıkaranlardan) her bir kişiye (ise, âhirette cezâsını görmek üzere) o işlediği günah vardır. Onlardan, (elebaşılık yaparak, bu günahın) büyüğünü yüklenen kimseye ise, (pek) büyük bir azab vardır.(*)

12-Onu işittiğiniz zaman, gerek erkek mü’minlerin ve gerekse kadın mü’minlerin, kendi vicdanlarıyla hüsn-i zanda bulunarak: “(Böyle bir şey olamaz!) Bu apaçık bir iftirâdır!” demeleri gerekmez miydi?

13-(Onların) buna karşı dört şâhid getirmeleri gerekmez miydi? Mâdem ki şâhidleri getiremediler; öyleyse onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir.

14-Hâlbuki dünyada ve âhirette Allah’ın ihsânı ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, içine daldığınız bu şeyden (iftirâdan) dolayı, size elbette (pek) büyük bir azab dokunurdu.

15-Bunu (bu iftirâyı) (**) dillerinizle (birbirinizden) alıyor ve hakkında bir bilgi sâhibi olmadığınız bir şeyi ağızlarınızla söylüyor ve bunu (pek) kolay (ehemmiyetsiz) bir şey sanıyordunuz. Hâlbuki bu, Allah katında büyük (bir günah)tır.

16-Hem onu duyduğunuz zaman: “Bu hususta konuşmamız bize yakışmaz! Hâşâ! Bu büyük bir iftirâdır!” demeniz gerekmez miydi?

17-Eğer mü’min kimseler iseniz, böyle bir duruma ebediyen (bir daha) dönmemeniz için Allah size (böyle) nasîhat ediyor.

18-Ve Allah size âyetleri açıklıyor. Çünki Allah, Alîm (herşeyin içyüzünü bilen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.

19-Şübhesiz ki çirkin şeylerin (söz ve fiillerin), îmân edenlerin içinde yayılmasını arzû edenlere, dünyada da âhirette de (pek) elemli bir azab vardır. Ve Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.

20-Ve eğer üzerinizde Allah’ın ihsânı ve rahmeti (olmasaydı) ve şübhesiz ki Allah, Raûf (çok şefkat eden), Rahîm (çok merhamet eden) olmasaydı (sizi hemen azâba uğratırdı)!

(*) Burada geçen iftirâ, Abdullah İbn-i Übey ismindeki yahudi asıllı bir münâfığın, mü’minlerin annesi Hz. Âişe-i Sıddîka vâlidemiz (ra) hakkında ortaya attığı iftirâdır ki, târihe “İfk Hâdisesi” olarak geçmiştir. Cenâb-ı Hakk bu âyetlerle, o iftirâyı reddetmiştir. (Nesefî, c. 3, 200)

(**) “Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inâdın (inadcı, kıskanç ve kindar insanların) en çok isti‘mâl ettikleri (kullandıkları) alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sâhibi, bu pis silâha tenezzül edip isti‘mâl etmez. Nasıl meşhur bir zât demiş: اُكَبِّرُ نَفْس۪ي عَنْ جَزَاءٍ بِغَيْبَةٍ فَكُلُّ اِغْتَيَابٍ جَهْدُ مَنْ لَهُ جَهْدٌ Yani: ‘Düşmanıma gıybetle cezâ vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünki gıybet, zaîf ve zelîl ve aşağıların silâhıdır.’ Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hâzır olsa idi ve işitse idi, kerâhet edip (çirkin bulup) darılacaktı, eğer doğru dese, zâten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftirâdır. İki katlı çirkin bir günahtır.” (Mektûbât, 22. Mektûb, 102-103)