Alaaddin BAŞAR

Alaaddin BAŞAR

Peygamberimizin (asm) şefaatine inanmamak imani bir konu mudur?

Hak ve hayır, vasat olan, orta olan, doğru olan yoldadır. Onun için nefis daima aşırılığa meyleder, uçlarda dolaşmak ister. İfrat ve tefrit, aşırılığın iki zıt kutbu. Birincisinde ileriye ve yukarıya, ikincisinde ise geriye yahut aşağıya doğru gidilir.

Bir kimsenin değeri, faraza, yüz birim ise, bunu onbinlere, milyonlara çıkarmak ifrat, sıfıra indirmek, onunla da yetinmeyip eksi sonsuza doğru yol almak ise tefrittir. Bunların ikisi de aşırı, ikisi de zulüm. İkisinde de insaf ve adaletten eser yok.

Bu mesele sadece şahıslar için değil, çoğu zaman mefhumlar için de geçerli... Bunları yok saymak tefrit, onlara aşırı değer vermek ise ifrat... İkisi de zarar, ikisi de istikametten uzak... İkisi de rıza çizgisinin, hak çizgisinin, hikmet çizgisinin dışında...

İfrat ve tefritin at oynattığı meydanlardan biri de “şefaat” meselesi. Bazılarını görürsünüz. Allah’ın sevgili kullarının türbelerine o kadar aşırı ve ölçüsüz rağbet gösterirler ki, sanki ne kadar günah işlerlerse işlesinler orada metfun zât, onları affetmeye güç yetirirmiş gibi... Bazılarını da görürsünüz, birincilerin aksine, evliyayı inkâr ederler, kabristanları yerle bir etmeği en büyük İslâmî hizmet sayarlar. Kabir ziyaretine karşı çıkar, kabre doğru dua etmeyi şirk sayarlar. Bunların ikisi de aşırı ve ikisi de islâm’ın ruhundan uzak davranışlar.

Konuyla yakın ilgisi dolayısıyla şirk meselesi üzerinde biraz durmak isteriz. Şirk, Allah’a ortak koşma cinayeti... Bununla daha çok, tevhit inancından sapma ve birden fazla ilâha inanma kastedilir. Zaten şirkin en dehşetli derecesi ve aftan mahrumiyete götüren şekli de budur.

Bir de şirk-i hafî var, yâni gizli şirk... Bunda Allah’ın zâtı birlenmekle beraber, sebeplere, vasıtalara o kadar fazla önem verilir ki, bunlar kişinin kalp âleminde sanki Cenâb-ı Hakk’a ortakmışçasına bir değer kazanırlar. Şefaatle ilgili tartışmalar da şirkin bu ikinci şekli üzerinde cereyan eder.

Burada gözden kaçan ve çok iyi değerlendirilmesi gereken bir hakikat var: Allah, birçok icraatlarını sebepler dairesinde yürütüyor. Bu, o’nun kutsi hikmetinin bir gereği. Sebepleri yaratan da o, belli vazifelerde çalıştırılan da. O halde, sebep ne inkâr edilecek, ne de ona olduğundan fazla önem verilecek. Bunların biri ifrat, diğeri ise tefrit. Ve ikisi de sırat-ı müstakimden uzak.

“Bahçemdeki falan ağaç, bu sene şu kadar meyve verdi.” diyen adam, ağacı da meyveyi de Allah’ın yarattığını bilir. Kendisine sorduğumuzda bunu böylece ifade eder. Ama meyveyi ağacın eliyle aldığı için konuşmasında, mecaz olarak, bu ifadeyi kullanmıştır. Şimdi, bu adama: “sen şirke düştün, ağacı Allah’a, -haşa- ortak koştun” diyen adam ifrattadır.

İnsanlara rahmet eden, onları rızıklandıran Allah’tır; ama ağacı bu rahmetine vesile etmiş, sebep kılmıştır. Aynı şekilde, güneşi de zemin yüzünün aydınlanmasına sebep etmiştir. Maddî rızıklara ve ışıklara böyle sebepler yaratan Allah’ın, manevî ihsanlarına da bazı makbul kullarını sebep kılması aynı şekilde değerlendirilmeli...

Vaktiyle bir eserde şöyle bir cümle okumuştum. Beni oldukça düşündürmüştü. Buyruluyordu ki: “Kur’an, Muhammed aleyhisselâmın ağzından dökülmüştür; ama kim, onu Muhammed söyledi derse kâfir olur.” Bu aslında her mü’minin bildiği bir hakikat. Ama bunu böyle harika bir üslûpla ifade etmek, birçok hakikatlere kapı açıyor.

Resulullahın (a.s.m.) ağzından dökülen âyetleri dinleyen müminler, burada Allah Resulünün (a.s.m.) sadece bir elçi olduğunu, kelâmın Allah fermanı olduğunu tasdik ederler. Tıpkı nur verenin de, rızık verenin de Allah olduğuna, güneşin ve ağacın sadece birer sebep olduklarına inandıkları gibi, hidayetin de Allah’tan olduğuna, Peygamber (a.s.m.)'in buna sadece bir vesile olduğuna inanırlar. İstikamet yolu budur. Bunun ötesi ya ifrata veya tefrite çıkar.

Hidayet şefaatten çok daha önemli ve neticesi çok daha büyük bir hâdise... Çünkü, hidayete eren bir insan, imanla göçmek kaydıyla, er-geç cennete girecek demektir. O artık Rabbini tanımış, o’nun kulu olduğunun şuuru içinde, o’nun razı olduğu tarzda bir ömür geçirmeye başlamıştır. Yolculuğu ebede, rızaya, cennetedir.

Böyle bir kul, beşeriyet itibariyle birtakım günahlar işlemiş olabilir. Mahşer meydanına çıkıldığında bu günahlarının bağışlanması için, kendilerine bu noktada izin verilmiş seçkin kulların Allah’tan mağfiret dilemeleri niçin şirk olsun!?

“Her hayır Allah’ın elindedir.” hakikatince hiç kimsenin ve hiçbir şeyin elinde o’nun vermediği bir hayır olamaz. Eğer Rabbimiz bizlere herhangi bir hayrı başkasının eliyle veriyorsa, biz o hayırda yine o’nun rahmetini görür, şükrümüzü o’na yaparız. Bu bizim tevhit inancımızın gereğidir.

Affa mazhar olmak da bir hayır... Bu da ancak Allah’tan beklenir. Bir peygamberin yahut bir velinin kabrine, her hayır onların elindeymişçesine, ölçüsüz bir muhabbetle bağlanmak elbette İslâm’ın ruhuna zıt ve bunu tasvip etmek de mümkün değil... Fakat bir kul, günahlarını ancak Allah’ın affedebileceğinin şuuru içinde: “Yâ Rabbi beni bu zâtların hürmetine bağışla.” diye duada bulunursa ve bu niyetle o mümtaz, o hatırlı, o mübarek zâtların kabirlerini ziyaret ederse, bunu şirk saymak da en büyük bir insafsızlık olur.

İbrahim aleyhisselâmın eliyle yapılan Kâbe’yi tavaf etmeyi şirk saymayanların, âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) kabrinin ziyaret edilmesine karşı çıkmaları da anlaşılacak bir mantık değil...

Bir takım kimseler, şefaati inkâr ederlerken karşımıza bazı âyet-i kerimelerle çıkıyorlar. İşin tuhaf tarafı bu adamlar, âyetle yola çıkarken: “Acaba bu hususta tefsir âlimleri ne buyurmuşlar?” diye lütfen merak bile etmiyorlar. Arapça bilmelerine güvenerek, yahut sadece meal okuyarak yanlış sonuçlara varıyorlar.

Her Arapça bilen Kur’an’dan hüküm çıkarabilseydi, bütün Arap çocukları âlim olur ve artık ne fâkihe, ne müfessire, ne müçtehide lüzum kalmazdı. Kur’an’ı anlamak bir ilim meselesidir. Onu tefsir etmek, kur’an’ın edebî inceliklerini kavrayacak kadar mükemmel bir arapça bilgisi yanında, âyetlerin nüzul sebeplerini, nâzil oldukları şartları, makamları, ilgili oldukları tarihî hâdiseleri ve daha nice şeyleri bilmeye bağlı. Mesele, sadece basit bir lügat meselesi değil.

Biz de bunun şuurunda olarak, tefsir âlimlerimizin eserlerinden aldığım dersleri nakletmekle yetineceğiz.

Arap müşriklerinde yaygın olan bir kanaate göre, kişinin doğrudan doğruya Rabbinden af dilemesi doğru olamazdı. Bu işe putların aracı olmaları gerekirdi. Yâni onlar, putları Allah katında şefaatçi kabul ediyorlardı. İşte şefaati reddeden âyetlerden bir kısmı bu bâtıl inancı yıkmak içindir.

Bir misal: “Yoksa onlar, Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler. De ki, onlar hiçbir şeye güç yetiremez, akıl erdiremez olsalar da mı (onları şefaatçi edineceksiniz)!?.." (Zümer, 39/43)

İslâm’ın, şu âyet-i kerimelerde kati ifadesini bulan temel bir hükmü vardır: Kişi ancak kendi ameliyle iyi veya kötü bir âkıbete uğrar.

“Her nefsin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir.” (Bakara, 2/286)

“Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez.” (Fâtır, 35/18)

İşte şefaatle ilgili bazı âyet-i kerimeler mü’mine başkasının yardımına bel bağlamadan, bu dünyada elinden geldiğince hayırlı ameller işlemesini öğüt verme makamındadır.

Bu konudaki bazı âyetler de kıyametin dehşetini anlatır ve mahşer meydanının, Resulullah Efendimize (a.s.m.) şefaat müsaadesi verilmeden önceki hâlini tasvir eder. Bu âyet-i kerimelerden iki misal:

“Öyle bir günden korunun ki, o günde hiç kimse hiç kimseye hiçbir fayda sağlayamaz. Ondan ne bir şefaatçi kabul edilir, ne de bir fidye alınır. Onlara yardım da edilmez.” (Bakara, 2/48)

“O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yetecek bir derdi vardır.” (Abese, 80/34-37)

Bu âyet-i kerimeler yanında bir çok âyetler de şefaatin hak olduğunu açıkça beyan buyururlar. Bu âyet-i kerimelerin verdiği derse göre, şefaat vardır, ama bu ancak Allah’ın izni ile ve o’nun razı olduğu kullara yapılabilir.

Kulun günahını ancak Allah affedebilir. Ama bu affı, dilediği seçkin kullarının hatırı için yapmakla onların şerefini bütün mahşer ehline ilân eder. Bu mânâya en büyük mazhar Resulûllah Efendimizdir (a.s.m.). Allah’ın o en sevgili kulu, mahşer meydanında makâm-ı mahmûd denilen ulvî bir makamda Rabbine secde edecek, yalvarıp yakaracak, Allah’ın kendisine ilham ettiği ve o güne kadar duyulmamış hamd cümleleriyle o’nu tâzim edecek ve sonunda kendisine şefaat izni verilecektir. O da (a.s.m.) ancak Rabbinin razı olduğu kimselere şefaat edebilecektir.

Bu mânâyı ders veren âyet-i kerimelerden bir kısmı:

“O’nun huzurunda kendisine izin verdiğinden başkasının şefaati fayda vermez.” (Sebe’, 34/23)

“Göklerde nice melek vardır ki, Allah, dilediği ve razı olduğu kimseler için izin vermedikçe onların şefaati hiçbir işe yaramaz.” (Necm, 53/26)

“O gün, ruh (cebrail) ve melekler saf hâlinde duracaklardır. Rahman’ın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar. Konuşan da doğruyu söyler.” (Nebe, 78/38)

“O’nun izni olmadan huzurunda şefaat edecek kimdir!” (Bakara, 2/255)

Bu âyet-i kerimeler şefaatin hak olduğunu açıkça ifade ettiği halde, artık bu rahmanî müesseseye kim, hangi salâhiyetle ve neye dayanarak karşı çıkabilir!?.. Son âyet-i kerime, âyet-el kürsî’de geçer. Bu âyetin tamamında tevhit işlenir. Allah’ın azameti ve kutsiyeti ders verilir.

Şefaatle ilgili bu âyetten bir önceki âyette: “Göklerde ve yerde her ne varsa hepsi o’nundur.” buyurulur. O halde ne sema, ne de arz ehli, o’nun izni olmaksızın şefaat edemezler. Bir sonraki âyette ise: “O, kişinin önünü ardını (geçmişini geleceğini) bilir. Onlar, o’nun bildirdiğinden başka, o’nun ilminden hiçbir şeyi ihata edemezler (bilemezler).” buyrulur. O halde, kime rahmet edileceğini, kimin şefaat etmeye yahut edilmeye lâyık olduğunu da en iyi o bilir. Ve o’nun sevgili kulları da ancak o’nun bildirdiği lâyık kullara şefaat edebilirler...

Bu konuyla ilgili olarak, yanlış yorumlara uğrayan bir hadis-i şeriften de kısaca bahsedelim.

Resulûllah efendimiz (a.s.m.), “Benim şefaatim ümmetimin günah-ı kebair (büyük günah) işleyen kısmınadır” buyurmuşlardır. Bu kelâmın sahibi, peygamberlerin şahı resulûllah efendimiz (a.s.m.) “ismet” sıfatına sahip... Yâni o’na günah dokunamaz. O’nun yaratılışı günahsızlık üzeredir. Bu sıfat bütün peygamberler içinde de geçerli...

Peygamberleri insanlar için birer rehber, birer önder olarak gönderen Allah, onları günahsız kılmakla insanlara şu mesajı da vermiş oluyor: “günah işlememeye bütün gücünüzle çalışın!”

Sözü edilen hadis-i şerifi bu gerçeğin ışığında değerlendirmek gerek. Bu hadisten; “şefaatin ancak büyük günah işleyenlere yapılacağını, küçük günah işleyenlerin bundan mahrum kalacaklarını” anlamaya mantıken imkân yok.Dikkatle incelenirse, bu peygamber kelâmından şu iki büy

ük mesaj hemen alınabilir: Birincisi: bu hadis-i şerif, “büyük günah işleyenin küfürle iman arasında kalacağını” iddia eden mutezile fırkasına en güzel bir cevap... Ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını haber veren Allah Resulünün (a.s.m) bu mübarek sözü, Ehl-i sünnetin en büyük bir delili...

Diğer mesaj da şu: şefaat izninin verilmesinden sonra, başta peygamberler olmak üzere, melekler ve salih kullar müminlerin günahlarının bağışlanması için Allah katında şefaatçi olacaklar. Bu herkesin manevî mertebesine göre gerçekleşecek. Büyük günahlar ise, Allah katında hatırı en ileri olan Peygamberimizin (a.s.m.) şefaatiyle af edilebilecektir.

Nice insanların imana susadığı, iffetsizlikle kavrulduğu, cehalet içinde çırpındığı ve kendilerine uzanacak şefkatli eller beklediği bu dehşetli zamanda, bütün bunları bir tarafa bırakıp bu gibi, zihinleri karıştıracak meseleleri gündeme getirmek en azından büyük bir gaflet. Ve bunda ne fayda görüldüğünü anlamak da mümkün değil!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum