Rabbim! Gerçekten ben, bana indireceğin her hayra muhtâcım!

Rabbim! Gerçekten ben, bana indireceğin her hayra muhtâcım!

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Kasas Sûresi 23-28. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

23-Ve Medyen suyuna varınca, (kuyunun) başında (hayvanlarını) sulayan bir insan topluluğu buldu; onların gerisinde de (hayvanlarını sudan) men‘ etmekte olan iki kadın (iki genç kız) buldu. (Onlara:) “Bu hâliniz nedir?” dedi. (Onlar:) “Çobanlar (sulayıp) gitmeden (biz hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da yaşlı bir ihtiyardır (onları sulayamaz)” dediler.

24-Bunun üzerine (Mûsâ) o ikisinin yerine (hayvanlarını) sulayıverdi; sonra gölgeye çekildi de: “Rabbim! Gerçekten ben, bana indireceğin her hayra muhtâcım!” dedi.(*)

25-Derken o iki (genç kız)dan biri (erkeklere dönmeden, uzaktan uzağa) utana utana yürüyerek ona geldi: “Doğrusu babam, bizim için (hayvanları) sulamanın karşılığını sana vermek (örfümüze göre ikramda bulunmak) üzere seni çağırıyor” dedi. Bunun üzerine (Mûsâ) ona (kızların babası olan Şuayb’a) gelip (başından geçen) kasas’ı (o hikâyeyi) kendisine anlatınca, (o:) “Korkma, o zâlimler topluluğundan kurtuldun!” dedi.

26-O iki (genç kız)dan biri: “Ey babacığım, onu ücretle (çoban) tut; çünki ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısı, o kuvvetli, emîn olandır” dedi.

27-(Şuayb) dedi ki: “Doğrusu ben, sekiz sene bana ücretle çalışmana karşılık, şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Fakat on (seney)e tamamlarsan, artık (o) senin tarafından (bir lütuf)dur. Yoksa sana zorluk çıkarmak istemem. İnşâallah beni sâlih kimselerden bulacaksın!”

28-(Mûsâ:) “Bu (sözleşme) benimle senin arandadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam, o hâlde bana düşmanlık (bir kızgınlık) yok. Çünki Allah, söylemekte olduğumuza vekîldir” dedi.

(*)Rivâyete göre, bu yolculuk boyunca Hz. Mûsâ (as) yedi gün yaprak ve ot gibi şeylerle açlığını gidermeye çalıştığından oldukça hâlsiz düşmüştü. (Nesefî, c. 3, 336)
“İnsan, nihâyetsiz acziyle nihâyetsiz beliyyâta (belâlara) ma‘ruz ve hadsiz a‘dânın (düşmanların) hücûmuna mübtelâ ve nihâyetsiz fakrıyla berâber nihâyetsiz hâcâta giriftar (ihtiyaçlara düşmüş) ve nihâyetsiz metâlibe (isteklere) muhtaç olduğundan, vazîfe-i asliye-i fıtriyesi, îmandan sonra ‘duâ’dır. Duâ ise, esâs-ı ubûdiyettir (kulluğun esâsıdır). Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir merâmını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister. Yani ya fiilî, ya kavlî (sözlü) lisân-ı acziyle bir duâ eder. Maksûduna muvaffak olur. Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nâzik, nâzenîn, nazdâr bir çocuk hükmündedir. Rahmânürrahîm’in dergâhında, ya za‘f ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyâcıyla duâ etmek gerektir. Tâ ki, makāsıdı (maksadları) ona musahhar olsun (emrine girsin) veya teshîrin (emrine verilmesinin) şükrünü edâ etsin. Yoksa bir sinekten vâveylâ (feryâd) eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, ‘Ben kuvvetimle bu kābil-i teshîr olmayan (emir altına alınamayan) ve bin derece ondan kuvvetli olan acîb şeyleri teshîr ediyorum ve fikir ve tedbîrimle kendime itâat ettiriyorum’ deyip küfrân-ı ni‘mete (nankörlüğe) sapmak, insâniyetin fıtrat-ı asliyesine (yaratılışının aslına) zıd olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder.” (Sözler, 23. Söz, 106)