Rabbinden sana vahyolunana tâbi ol!

Rabbinden sana vahyolunana tâbi ol!

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), En'âm Suresi 104-107. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

104 . Muhakkak ki size Rabbinizden basîretler (kalb gözünüzün nûru olan deliller) gelmiştir. Artık kim (hakkı) görürse, kendi lehinedir. Kim de körlük ederse, kendi aleyhinedir.(1) Ve ben, sizin üzerinize (yaptıklarınızı gözetici bir) muhâfız değilim!

105 . İşte (ey Resûlüm!) Âyetleri böyle açıklıyoruz ki (ibret alsınlar), hem (o kâfirler): “Sen ders almışsın!” desinler, hem de (hikmetlerini) bilecek bir kavim için onu (o Kur’ân’ı) açıklayalım.(2)

106 . Rabbinden sana vahyolunana tâbi‘ ol! O’ndan başka ilâh yoktur. Ve müşriklerden yüz çevir!

107 . Hâlbuki (kullarını irâdelerinde serbest bırakan) Allah (îmân etmelerini) dileseydi, (aslâ) şirk koşmazlardı. Hem (biz) seni onların üzerine muhâfız yapmadık. Sen onların üzerine vekîl de değilsin!

1- “Gözün nûru, nûr-ı îmanla ışıklanırsa ve kavîleşirse (kuvvetlenirse), bütün kâinât gül ve reyhanlar ile müzeyyen (süslü) bir Cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, bal arısı gibi, bütün kâinât safhalarında menkuş (nakışlı) gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet (alışkanlık) gibi usâre (özsu) ve şiralarından vicdanda o tatlı, îmanlı balları yapar. Eğer o göz küfür zulmetiyle (karanlığıyla) kör olursa, dünya, genişliğiyle berâber bir hapishâne şekline girer. Bütün hakāik-ı kevniye (kâinâtın hakîkatleri), nazarında gizlenir. Kâinât ondan tevahhuş eder (yabancılaşır). Kalbi ahzân (hüzünler) ve ekdâr (kederler) ile dolar.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 65)

2- “Hâlık-ı kâinât (kâinâtın yaratıcısı), bütün o mu‘cizâtı onun elinde halk etmekle (yaratmakla) gösterdi ki; o, O’nun hesâbına konuşuyor, O’nun kelâmını teblîğ ediyor (bildiriyor). Hem ona gelen Kur’ân ise, içinde, dışında kırk vech-i i‘câz (kırk çeşit mu‘cize) ile gösterir ki; o, Cenâb-ı Hakk’ın tercümânıdır. Hem o kendi zâtında bütün ihlâsıyla (samîmiyetiyle) vetakvâsıyla (günahlardan çekinmesiyle) ve ciddiyetiyle ve emânetiyle (güvenilirliği ile) ve sâir bütün ahvâl ve etvârıyla (hâl ve tavırlarıyla) gösterir ki, o kendi nâmına, kendi fikriyle demiyor, belki Hâlık’ı (yaratıcısı) nâmına konuşuyor.” (Zülfikār, 19. Mektûb, 91)