Misafir Kalem
Rasim Özdenören, Risale-i Nur ve Bediüzzaman romanı
Taha Çağlaroğlu'nun yazısı
(Bu yazı 29 Mayıs 2013 tarihinde Risale Haber'de yayınlanmıştı. Rasim Özdenören'in vefatı üzerine tekrar yayınlıyoruz.)
Ankara. Kurtuluş. Dede Efendi Sokak. Yanımda Muhsin Demirel ve Muhammed Özdemir. “Edebiyat Dünyamızda Risale ve Bediüzzaman”ın serüveni, Rasim Özdenören’in evinde böylece başladı.
Bizi kitap dolu bir salona buyur ediyorlar. Kitaplar oldukça düzenli ve alımlı bir biçimde dizilmiş raflara.
Rasim Özdenören 69 yaşında ve hâlâ dupduru bir hafızaya sahip. “Hocam, görüşmeyeli 10 yıl oldu mu?” şeklindeki sorusuyla beni de şaşırtmıştı; çünkü çok iyi hatırlıyordu. Sonradan ekledi: “Sizin okulunuzu ziyaretimden sonra bir de Kızılay’da görüşmüştük.” diye. Ben de hatırlamıştım, Kızılay’daki karşılaşmamızı.
Ben “Edebiyat Dünyamızda Risale ve Bediüzzaman” adlı çalışmamdan söz ediyorum. Çarpılmışlar’daki “Mor Sinekler”de geçen ölüm konusuna, orada risaleden yapılan alıntılara değiniyorum. Yıllar önce çekilmiş ve Avrupa’da ödül almış “Çok Sesli Bir Ölüm”de geçen ölümle ilgili sözlerin “Mor Sinekler” öyküsünden filme aktarıldığına işaret ediyor. Mavera dergisinin ilk sayısında (Aralık 1976) yayımlanan ve alışılagelenin dışında, hiçbir noktalama işaretinin kullanılmadığı Mor Sinekler’deki ilgili bölümü hatırlıyoruz:
“İnanan adam için ölüm nedir ki dedi Hafız
Nedir ki hiç dedi eniştem
Hafız eniştemin söylediğini duymadı
Bir tebdili mekândır dedi
Hepimiz öleceğiz eninde sonunda dayım
Bütün nefisler ölümü tadacaklar dedi Hafız hepimiz o yolun yolcusuyuz ama er ama geç
(…)
Yüzde doksan dokuz ahbabın toplandığı âlemi berzaha bir visal kapısıdır diyor Hafız
Nenem başımı kucağına çekti saçlarımı karıştırmaya başladı Hafızın konuşmasından korkuyorum konuşması bir fısıltı olarak sürüp gidiyor hiç böyle uyumadım ben Kabir kapısına ağlayarak değil gülerek gir çünkü cemili zülcelalin dairei rahmetine ve mertebei huzuruna gidiyorsun
Hasta bir renge doğru götürdüler beni babamın yüzü gibi ve çökmüş ağzı gibi karanlık ve bir şey olmayan bir yer olmayan
Ve ziyafetgâhı ebedisi olan cennete çağrılıyorsun,
Konuşuyor Hafız
Ölüm idam değil hiçlik değil bitiş değil çöküş değil sönmek değil yokluk değil tesadüf değil belki insanın öz yurduna terhisidir
Dilinden anlamadığım bir adamlar konuşuyor bir yer olmayan orada sesleri korkutucu değil ama insanlar korkuyor onların konuşmasından hiçbir yerde görünmeyen belki de oralarda hiç olmayan insanlar
Fenaya değil bekaya gidiyorsun ademe değil vücudu daimeye sevk olunuyorsun zulümata değil âlemi nura giriyorsun kesrette boğulmayacaksın vahdet dairesinde teneffüs edeceksin
(…)
Selâ verildiğini duyduğumuzda güneş iyice yükselmişti poyraz hâlâ sürüyordu yerden toz toprak kaldırarak kâğıtları birtakım paçavraları oraya buraya savurarak
Ölüm bi şey değil dedim kızlara birdenbire
Sonra birden aklıma geldi
Ölüm yokluk değil dedim ne dediğimi bilmeden
Sonra güneşin ışıkları altında kuşların cıvıltısını işiterek el ele tutuşup koşmaya başladık”
***
Rasim ağabey, bir yazısında Bediüzzaman’ın başkaları tarafından değinilmeyen bir yönüne işaret ettiğini belirtiyor. Kitaplarına yönelip oradan Acemi Yolcu’yu buluyor. Acemi Yolcu’daki Sinek ve Burada Sineğe Yer Yok başlıklı yazılarından söz ediyor ve Burada Sineğe Yer Yok başlıklı yazısından bir bölüm okuyor bize:
“Derken ceketimin cebinde taşıdığım Bediüzzaman Üstad’ın Latif Nükteler başlıklı risalesini fark ediyorum. Harika bir tasvir: Üstad, hapishanedeki odasında, güz mevsiminde, sineklerin “terhisat zamanı”na yakın bir vakitte, bencil insanların, küçücük tacizleri için sinekleri ortadan kaldırmak üzere bir ilaç kullandıklarından bahsediyor. Bu olay, üstadın rikkatine dokunuyor. Üst tarafını kitaptan aynen aktarayım, daha iyi:
‘Odamda çamaşır ipi vardı. Bilahare o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: ‘Bu küçücük kuşlara ilişme, başka yere ser.’ O da kemal-i ciddiyetle dedi ki: ‘Bu ip bize lazımdır, sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.’
Yaratılmışa yönelmiş bu sevgiyi daha şiddetli ve daha canlı biçimde dünyanın başka neresinde bulabilirim ben? Üstad’ın sineklere yönelttiği sevgiyi, insanlar birbirine yönelttiklerinde niçin çok görülüyor?”
***
Yanımda getirdiğim Elif dergisinin 1. sayısına ilgiyle bakıyor, kapaktaki Sezai Karakoç’u daha iyi görebilmek için dergiyi masadaki vazoya dayıyor. Dergiye bakıp: “Sezai Karakoç’u kim sevmiyor ki!” diyor. Sezai Karakoç’un üç temel dayanağının Mevlâna, İbni Arabi ve Bediüzzaman olduğunu, Bediüzzaman’ın vefatından dolayı Sezai Karakoç’un “Bir Güneş Battı” başlıklı bir yazı yazdığını vurguluyor. Bir ara söz Albert Camus’ye geliyor ve Sezai Karakoç’un Camus’yü “bilmeden İslâm’ı arayan adam” olarak takdim ettiğini belirtiyor.
“Bir Bediüzzaman romanı yazmayı düşünmediniz mi, düşünmez miydiniz?” sorusuna gülümseyerek cevap veriyor. “Onu yazacak romancılar çıkacaktır. O romancı, kendisine özgü tarzı da bulacaktır.” diye ümitvar konuşuyor.
Özetle şunları söylüyor:
“Doğrudan doğruya bir Bediüzzaman romanı yazmak kolay değil. Belki belgesel tarzda romanlar yazılabilir. Fakat roman sanatının kendi kurgusu ve söylemi içinde, Bediüzzaman’ın yaşadığı tarihî dönem içinde ona da değinilebilir. Farklı kişiler ve olaylar içinde Bediüzzaman, dolaylı olarak yer alabilir. Bu, daha güzel olur belki. Karamazov Kardeşler’de bir aziz, bir bilge kimse olarak Stareç vardır. Dimitri ile Stareç’in huzurunda bir münakaşa olur. Toplantı sona erip de oradakiler dağılırken Stareç, hiç de beklenmedik bir şekilde Dimitri’nin önünde diz çöker. Şaşkınlık uyandıran bu hareketini ise oradakilere şöyle açıklar: ‘Dimitri, ileride öyle bir ıstırap çekecek ki onun karşısında satgı duymamak elde değil. Ben o müstakbel ıstırabın önünde eğildim.’ Aslında Dostoyevski, Dimitri tiplemesiyle Hz. Musa’ya atıfta bulunuyor.
Alyoşa tiplemesi ile de Hz. İsa’ya atıfta bulunuyor, Alyoşa İsa’yı (as) temsil ediyor. Prens Mişkin’in şahsında da Hz. İsa’yı anlatıyor. Müstesna şahsiyetleri veya peygamberleri romanda doğrudan anlatmak zor. Fakat diğer kahramanları şekilden şekle sokabiliyor romancı. Bediüzzaman hakkında da bu şekilde, dolaylı bir yazılabilir mi, bilemiyorum. James Joyce’un Ulysess’i de çok ilginç bir romandır ve 24 saati anlatır. Bu roman için eleştirmenler ‘Dublin batsa Ulysess romanından tekrar inşa edilebilir’ demiştir.”
Mesela bizim öykülerde Maraş vardır. Anlatılan yerler Maraş’tır; fakat Maraş’ın adı hemen hemen hiç geçmez. Fakat bilen bilir ki orada anlatılan Maraş’tır. Buna stilize etmek deniyor.
Söz, daha çok Dostoyevski üzerinde dolanıyor. Ecinniler’de İncil’den alıntılanan, Hz. İsa ile şeytan arasında geçen bir epigraftan söz ediyor. Şeytan, Hz. İsa’ya “Kendini şuradan at, bakalım ölecek misin?” diyor. Bu bahsin risalelerde de geçtiğini vurguluyoruz. Yine Karamazov Kardeşler’de İncil’den alınan bir başka epigraftan söz ediyor: “Tohum çürüyüp gider; böylece meyve verir” mealinde. Kendisi de sara hastası olan Dostoyevski’nin sara hastalığını tanımlarken “Saradan önce şuur, bütünüyle uyanır, insan nura gark olur. (Hz.) Muhammed de (haşa) böyle anlar yaşamış” dediğini aktarıyor ve ekliyor: “Elbette sara ile vahyin ilişkisi yok. Burada önemli olan, Dostoyevski’nin Hz. Peygamber’i (asm) takdir eden yanı. Hayatının son dört yılında Dostoyevski İncil ve Kur’an okumuş. Ama Dostoyevski de Tolstoy da Müslüman olmadı.”
“Bediüzzaman, çok yönlü, zamanının ilimlerine vâkıf, sosyal hayatta da ağırlığını hissettiren birisi. Kimya da biliyor, matematik de biliyor… Bediüzzaman’ı anlamak için az çok felsefe, sosyoloji, tarih de bilmek lâzım. Bunları bilmezsek Üstad’ın kendisini Eski Said-Yeni Said diye niçin ayırdığını da bilemeyiz. Tarihi az çok bilmediğimiz takdirde, Abdülhamid Han hakkında malumat sahibi olmadığımız takdirde vb. Üstad’ın dönemlerini anlayamayız.”
Zaman zaman söze hatıraları, esprileri ile Nur hizmetlerinin göbeğinde yetişmiş bir insan olarak Muhsin Demirel katılıyor. Kâinat kitabından, Eski Said’in Yeni Said’e inkılabından, Bekir Berk, Sezai Karakoç ve Cemil Meriç’le ilgili hatıralarından, Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makaleler’de Celcelutiye’ye değinen yazısından, Kur’an’ın neyi, nasıl, hangi amaçla anlattığından vuzuhla bahsediyor.
Bu arada Rasim Özdenören, Bediüzzaman’ın Necip Fazıl’a cemilesinden bahsediyor. Vehbi Vakkasoğlu’ndan aktarıyor: “Bediüzzaman Büyük Doğu’nun niçin çıkmadığını soruyor. Derginin ekonomik nedenlerle çıkmadığı belirtilince Bediüzzaman ‘Dergiye yardım etseydik!’ diyor.”
Risaleleri ne zaman tanıdığını soruyoruz. Anlatıyor: “1959’da. İstanbul’da Hasan Paşa Fırını’nın yanında Dergâh Kitabevi açılmıştı. Ben de o kitabevine Hasan Basri Çantay’ın Kur’an mealini almaya gitmiştim. O meali alırken oradaki şahıs, risalelerden okuyup okumadığımı sordu. Ben de okumak istediğimi fakat bu eserlere ulaşamadığımı söyledim. Bana 23. Söz’ü önerdi ve beni Kadir Mısıroğlu’nun yurdunun karşısında bulunan Kirazlımescid’e yönlendirdi. Ben de oraya gittim. İçeride birçok kişi vardı; kimi abdest alıyor, kimi kitap okuyor. 23. Söz’ü oradan edindim. İlk okuduğum risale oydu. Sonra Gençlik Rehberi’ni, Tabiat Risalesi’ni, Asa-yı Musa’yı.”
Daha sonra söz, kâinata, tevhid ve inkâra dönüp geliyor. Rene Guenon’dan, Mısır piramitlerinden bahsediliyor. Şualar’da geçen “Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar.” cümlesinden hareketle putperestliklerin çeşitliliğinden söz ediyor.
Hülâsa ile şöyle: “Modern sosyoloji, çok tanrılı dinlerin tek tanrılı dinlere dönüştüğünü iddia ediyor. Yağmurdan korktu, yağmura taptı; güneşten korktu, güneşe taptı, diyorlar. Hâlbuki hakikat, bunun tam tersi. Bütün putperestlikler, tevhidin tahrifinden, şekilden şekle sokulmasından ortaya çıkmıştır. Başlangıçta vahiy kaynaklı tek tanrı inancı vardı. İnsanlar saptılar ve putperestlikler ortaya çıktı. Putperestliklerin birbirine biçimsel anlamda benzememesi de, bunun bir göstergesi. Kimin putu buzdan, kiminin helvadan veya güneş, aşk vb. Felsefe de vahyi tahrif ede ede, boza boza küfre düşmüştür. Modern dönemdeki bir kısım insanların Allah’ı hayatın dışına çıkarma isteği de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Neticede vahdetten kesrete gidilmiştir.”
Vakit, gece yarısını geçmiş bulunuyor. Konuşulanların hepsini yazmaya ne belleğimiz yetiyor, ne de kayıt cihazımız. Müsaade alıp ayrılıyoruz. Rasim Özdenören, her zamanki nezaketiyle uğurluyor bizi.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.