Risale-i Nur Kur’anî terminolojiye aşina kılar

Risale-i Nur Kur’anî terminolojiye aşina kılar

Yazar Taha Çağlaroğlu, “Risale-İ Nur’un Dili ve Anlatımı” başlıklı yazısıyla konuyu değerlendirdi

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi ile başlayan tartışmaları uzmanlarına sorduk. Sadeleştirmeye bakışlarını, önerilerini aldık.

Yazar Taha Çağlaroğlu, “Risale-İ Nur’un Dili ve Anlatımı” başlıklı yazısıyla konuyu değerlendirdi.

 

RİSALE-İ NUR’UN DİLİ, DÖNEMSEL BİR ÖZELLİK GÖSTERMEMEKTEDİR

 

Risale-i Nur Külliyatı, içinde kendi derin, iç sözlüğünü taşıyan, eski- yeni/ eş- yakın anlamlı kelimeleri bir arada kasıtlı olarak kullanan, okuyucusunu Kur’anî ve Nebevî terminolojiye hazırlayan ve alıştıran bir külliyattır. 1926-1949 yılları arasında –bazı mektuplar hâriç- telif edilen Risale-i Nur Külliyatı’nın dili, dönemsel bir özellik göstermemektedir; yani o dönemin dili böyle olduğu için Said Nursî, böyle bir dil kullanmış değildir. Risalelere göz attığımızda hem "kolay" , hem de "zor" metinlere rastlarız. Tabii ki kolayın ve zorun ölçütlerini herkesin kendi vicdanına ve birikimine bırakmak gerekir; risaleler, zaman zaman bizim birikim ve tefekkür eksikliğimizden, ufkumuzun darlığından, hafifliğimizden kaynaklanan sebeplerden dolayı bize ağır gelmektedir. Risalelerde ele alınıp izah edilen meseleler de, elbette basit meseleler değildir. Bu metinler, illâ da günümüz insanının günlük yaşantısındaki konuşma dilini tercih etmek, masal ve çizgi filmler kadar eğlendirici olmak mecburiyetinde de değildir.

 

Risale-i Nur Külliyatı, 1926-1960 -Said Nursî’nin vefat tarihi 1960’tır- yılları arasında yaşayan insanlara değil, kıyamete dek yaşayacak insanları muhatap almaktadır. Aşağıdaki metin, Risale-i Nur’un kimleri muhatap aldığı konusunda hem çok açık seçiktir, hem de iddialıdır:

“Eski mübarek zâtların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve mârifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risaletü’n-Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevî mu’cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlarla imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar. O divanlar derler ki: “Velî ol, gör; makamata çık, bak, nurları, feyizleri al. Risaletü’n-Nur ise der: ‘Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar’. Hem Risaletü’n-Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-i dalâlet karşısında tek başıyla galibâne mukabele eder. Hem Risaletü’n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez; ve evliya misilli yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.”1(1) Said Nursî’nin “şimdi” dediği zaman da 1926-1960 dönemi değil, kıyamete dek devam edecek dönemdir.

 

ŞU CÜMLEDE KAÇ KUR’AN’Î KAVRAM VAR?

 

Bir örnek teşkil etmesi açısından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, ilk baskısı 1949’da yapılan On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yakup Kadri’nin ilk baskısı 1928’de yapılan Sodom ve Gomore’si, Abdülhak Şinasi Hisar’a (ölm. 1963), Peyami Safa’ya (ölm. 1961), Yahya Kemal’e (ölm. 1958) ait şiir ve düz yazılar incelendiğinde bu metinlerde de “eski” kelimelerin epeyce yer aldığı görülecektir. Ancak Said Nursî’nin dili “imanın ispatı, tahkiki, muhafazası” noktasında farklı bir dildir. Sözler kitabının Dokuzuncu Söz’ünden seçtiğimiz şu cümlede kaç Kur’an’î kavrama yer verildiğine siz karar veriniz: “Şimdi, ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-u insan, kalkıp, abdest alıp, şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm-i Bâkî ve Kayyûm-u Sermedînin dergâh-ı Samedâniyesine arz-ı münacat ederek, zevâlsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip, hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek, izzet-i Rububiyetine karşı zelilâne rükûa gidip, sermediyet-i Ulûhiyetine karşı mahviyetkârâne secde ederek, hakikî bir teselli-i kalp, bir rahat-ı ruh bulup huzur-u kibriyâsında kemerbeste-i ubûdiyet olmak demek olan asr namazını kılmak ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münasip bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-u fıtrat eda etmek, belki gayet hoş bir saadet elde etmek olduğunu, insan olan anlar.”2 (2)

 

Risale-i Nur’da anlatılan, izah edilen meselelerin farklı bir dil ve üslûpla anlatılması mümkünken hâl-i hazırdaki anlatım, kurgulama, söylem, biçim ve biçemin tercih edilmesinin nedenleri ve açıklamaları, aslında risalelerde izah edilmiştir. Bu konuda gerek Said Nursî’nin bizzat kendisi, gerekse öğrencileri, risalelerin muhtelif yerlerinde fikir beyan etmişlerdir. Bizzat Said Nursî’den seçtiğimiz cümlelere bir göz atalım.

“Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu’ etmiş şualardır. …Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor…. Hem madem yazılan Sözler onun (Kur’an’ın) bir nevi tefsiridir. Ve o risaleler ki, hakaik-i Kur’âniyenin malıdır ve hakikatleridir… Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir.” … “Bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük âlimler ‘Tefhim edilmez‘ deyip, değil avâma, belki havassa da bildiremiyorlar…” Risaleler umumiyetle pek çok intişar ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi adama kadar ve ehl-i kalb büyük bir velîden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkit edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet-i Rabbâniye ve bir keramet-i Kur’âniye olduğu gibi, çok tetkikat ve taharriyâtın neticesiyle ancak husul bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir sür’atle, hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inâyet ve bir ikram-ı Rabbânîdir. Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi, hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i İlâhiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, ‘Akıl buna yol bulamaz‘ demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, avâmlara da, çocuklara da bildiriyor. Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.”3(3)

 

(Yukarıdaki metinde “sırr-ı temsil dürbünüyle, sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, sırr-ı temsil merdiveniyle, sırr-ı temsil penceresiyle” ifadelerinin geçmesi, gereksiz tekrar mıdır? “Dürbün, merdiven, pencere” bizde zengin imgeler uyandırmaz mı?)

 

HERKES, DERECESİ ORANINDA ONDAN YARARLANIR

 

Onuncu Söz’ün Hakikatleri ile ilgili olarak “Her bir Hakikat, üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vâcibü’l-Vücudun vücudunu, hem esmâ ve sıfâtını; sonra haşri onlara bina edip, ispat ediyor. En muannid münkirden, tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes, her hakikatten hissesini alabilir.”4 (4) denilmiştir.

“Bu defa istinsah ettiğiniz risaleler çok güzel olmuştur. …Bu şuhûr-u selâse çok kıymettardır; leyle-i Kadrin sırrıyla seksen sene bir ömrü kazandıracak bir vakitte, en iyi, en efdal şeylerle meşgul olmak lâzım geliyor. İnşaallah, Kur’ân’a ait mesâille iştigal, bir nevi mânevî mütefekkirane Kur’ân okumak hükmündedir. Hem ibadet, hem ilim, hem marifet, hem tefekkür, hem kıraat-i Kur’ân mânâları, risalelerin istinsah ve mütalâalarında vardır itikadındayız.”5(5)

 

Bu cümlelerde italik dizilmiş ifadeler, bize Risale-i Nur’un mahiyeti, kurgusu, dil ve anlatımı hakkında önemli ipuçları vermektedir. Risale-i Nur; Kur’an hakikatlerini açıklayan, ispat eden, okuyucusunu iman hakikatleriyle meşgul eden, hakikatleri avamdan havassa, en inatçı kâfirden tutun da en halis bir mümine kadar ders veren, çocuklardan profesörlere kadar geniş bir okuyucu kitlesi olan bir Kur’an tefsiridir. Herkes, derecesi oranında ondan yararlanır.

 

Sezai Karakoç’un ifadesiyle “tek başına bir İslâm kültürü külliyatı” olan Risale-i Nur’un çok farklı, özgün bir dili vardır. Bu metinleri sadeleştirmeye kalkıştığınızda çaresiz kaldığınızı, metni kısırlaştırdığınızı, aynı anlama gelebilecek ifadelerin birbiri yerine kullanıldığında anlamın daraldığını göreceksiniz. Ayrıca risalelerde bir derin, iç sözlüğün de farkına varmak, çok da zor değildir. Risaleler, bu metinleri okuyan sayısız insanın tanıklık ve ifade ettiği gibi, her okuyuşta kendini biraz daha açan metinlerdir.

On Birinci Söz’den alıntılanan aşağıdaki paragrafın italik dizilmiş kelimelerine dikkat edersek bunların eş veya yakın anlamlı olarak kasıtlı biçimde kullanıldığını görebiliriz.

“Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmaya başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en lâtif, en güzel eserleriyle ziynetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mucizekârâneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, her bir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini cami’ sofralar, o sarayda kurdu. Her bir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehâvetkârâne ve san’atperverâne bir ziyafet-i amme ihzar etti ki, güya her bir sofra yüz sanayi-i lâtifenin eserleriyle vücut bulmuş gibi, kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra, aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyetini seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti.”6(6)

 

Risale-i Nur’un bir başka önemli özelliği de, risalelerin bir yerinde açıklanan bir meselenin yine risale içindeki başka yerlerde şerhlerinin, izahlarının yapılabilmesidir. Bu bağlamda pek çok göndermeye, işarete rastlarız. Sözgelimi; namaz konusu yalnızca Dördüncü, Beşinci, Dokuzuncu, Yirmi Birinci Söz’de ele alınmaz. Risalelerin daha birçok yerinde namazla ilgili konular işlenir. Ayrıca namazla ilgili ayet ve hadislere işaret edilerek onların hakikati izah ve ispat edilir. Meselâ On Birinci Söz’de namazla ilgili şu cümleler karşımıza çıkıverir: “Sonra, şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat âyinelerinde cemâl ve celâl ve kemâl ve kibriyâsının izharına karşı Allahu ekber deyip, tazim içinde bir aczle rükûa gidip, mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler. Sonra, o Ganiyy-i Mutlakın, servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı, fakr ve hacetlerini izhar edip, dua edip, istemekle mukabele edip “ve iyyâkenesta’în” dediler. Sonra, o Sâni-i Zülcelâlin, kendi san’atının lâtiflerini, harikalarını, antikalarını sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı, Maşaallah deyip takdir ederek, “Ne güzel yapılmış” deyip istihsan ederek, Bârekallah deyip müşahede etmek, Âmennâ deyip şehadet etmek, “Geliniz, bakınız,” hayran olarak Hayye ale’l-felâh deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler. Hem o Sultan-ı Ezel ve Ebed, kâinatın aktârında kendi rububiyetinin saltanatını ilânına ve vahdâniyetinin izharına karşı, tevhid ve tasdik edip “Semi’nâ ve eta’nâ” diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler. Sonra, o Rabbü’l-Âlemînin ulûhiyetinin izharına karşı, zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibaret olan ubûdiyet ile ve ubûdiyetin hülâsası olan namaz ile mukabele ettiler. Daha bunlar gibi gûnâgûn ubûdiyet vazifeleriyle şu dar-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde farîze-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar. Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-ü iman ile emn ü emanet ile mücehhez, emin bir halife-i arz oldular.”7 (7)

 

Fatiha, namazın esasıdır. Fatiha’nın mana ve hakikatleri, Risale-i Nur’un birçok yerinde yer alır. Sözgelimi; Şualar’da gezinirken “Fâtiha-i Şerifenin bir muhtasar hülâsası”na rastlayıveririz. İşârâtü’l-Îcâz’ı mütalaa ederken “Fatiha Suresi” başlığı altında geniş açıklamalara şahit oluruz.

 

Dokuzuncu Söz’ün Dördüncü Nükte’sinde “semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci günü” ifadesi, bir ayete (A’râf Sûresi, 7:54) işaret etmekte, bu ayetle ilgili açıklama On Dördüncü Söz’de yer almaktadır: “ ‘Altı günde gökleri ve yeri yarattık.’ demek olan; hem, belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyâm-ı Kur’âniye ile, insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakikat-i ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan her bir asırda, her bir senede, her bir günde Fâtır-ı Zülcelâlin halk ettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelâlin emriyle âlem dolar, boşalır.”8 (8)

 

SAİD NURSÎ, ÖNCE KENDİ NEFSİNE HİTAP EDEN CÜMLELERİ SÖYLER

 

Dokuzuncu Söz’ün Beşinci Nükte’sinde yer alan ve “Namaz, müminin miracıdır.” hadisine gönderme yapan “bir nevi miraca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak” ifadesi, burada bu kadarcıkla bırakılmamıştır. Bediüzzaman “Mirac-ı Nebeviyeye (a.s.m.) dairdir.” alt başlığıyla Otuz Birinci Söz’ü telif etmiştir. Bu söz, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) miraç mu’cizesinin hakikati, lüzumu ve tahakkukunu, sırr-ı lüzûmunu, hakikatını, hikmetini, faydalarını vuzuhla açıklayan, çok mühim ve kapsamlı bir risaledir. Yani Dokuzuncu Söz, bizi bir taraftan “miraç” konusu üzerinde düşünmeye yönlendirir ve Otuz Birinci Söz’ü okumaya davet eder. Hz. Muhammed’den bahis, Dokuzuncu Söz’le sınırlı değildir; Said Nursî, Hz. Muhammed için 19. Mektub’u, 19. Söz’ü yazmıştır. Ayrıca Risale-i Nur’un pek çok yerinde Hz. Muhammed’den söz edilmektedir. Dokuzuncu Söz’de haşir ve ihyadan söz edilmiş, ayrıca haşre dair 10. Söz yazılmıştır.

 

Yukarıda söylenenler ışığında Dokuzuncu Söz üzerinde düşünmek istiyoruz.

Fussilet suresinin 53. ayetinde “hem âlemin ufuklarında, hem de kendi benliklerinde” ifadesiyle “enfüsî” ve “âfâkî” ayetlerden söz edilmektedir. Dokuzuncu Söz’de, her an Allah tarafından insan üzerinde yaratılan fiillerin, yani insana yaşattırılan hâllerin, yani enfüsî âyetlerin aynı anda dış âlemde insana seyrettirildiği, yani âfakî âyetlerin insanın önüne açıldığı hususuna dikkat çekilmektedir. İnsan aynı anda hem yaşıyor ve hem de yaşadıklarını seyrediyor; yani aynı anda hem sahnede olma hâli ile hem de seyirci olma hâlini, Allah’ın her insana yaşattırdığı ve böylece unutmaması gereken muazzam hakikatlerin her bir insana her an hem yaşattırıldığı ve hem seyrettirildiği görülüyor.

Dokuzuncu Söz’de salt namaz konusu değil, namazı ilgilendiren iman esaslarına değinilmiş, insan ruhunun ve zamanın tahlilleri yapılmıştır. Zaten namaz, öyle câmi bir ibadettir ki imanın tüm boyutları namazla ilgilidir. Dokuzuncu Söz’de Allah’a, Hz. Muhammed’e (a.s.), Kur’an’a, ahirete iman öncelikle ele alınmış, miraca, kıyamete, haşre, Fatiha’nın ve Ettahiyyatü’nün hakikatlerine, namazdaki kelimelerin manalarına vurgu yapılmıştır.

 

Namazın beş vakte tahsisiyle ilgili olan ve belki de beş vakte işaret etmesi cihetiyle beş nükteden oluşan, aslında beş vakte tahsis dışında pek çok konuya değinen, insanın niçin namaza muhtaç olduğunu ve namaz kılması gerektiğini beliğâne bir biçimde izah eden Dokuzuncu Söz’ün nüktelerinden önceki cümle şöyledir: “Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için, Beş Nükte’yi nefsimle beraber dinlemek lâzım.” Said Nursî, “nefsimle beraber” gibi önce kendi nefsine hitap eden cümleleri, sık sık söyler. Sözler’in başındaki Birinci Söz’de de “Bil ey nefsim!” ifadesi vardır.

 

“Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.” cümlesi, bana Mevlâna’nın “Hikmet, yağmura benzer.” cümlesini hatırlattı. Yağmurun haddi hesabı yoktur; fakat biz yağmurun bizimle ilgili kısmına nazar ederiz. Namazın beş vakte tahsisinin de pek çok hikmetleri vardır; hikmetlerinden yalnız birisi burada zikredilmektedir.

Dokuzuncu Söz’ün başındaki “Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılâp başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsânât-ı külliye-i İlâhiyenin birer mâkesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelâle o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.”9 (9) cümlesinde geçen “tesbih, tazim, şükür, hamd” kelimeleri rastgele seçilmiş kelimeler olmayıp daha sonraki nüktelere bir hazırlık amacıyla kasten seçilmiş kelimelerdir.

 

Birinci Nükte’deki şu ifadelere bakalım: “Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani, celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek; hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek; hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdülillâh deyip şükretmektir. Demek, tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler.”10 (10)

 

İlk cümlede geçen “tesbih” kelimesi, sonraki cümlede yer alan “Sübhânallah” kelimesiyle; yine ilk cümledeki “tâzim” kelimesi sonraki cümlede yer alan “Allahu ekber” kelimesiyle; ilk cümledeki “şükür” kelimesi sonraki cümlede yer alan “Elhamdülillâh” kelimesiyle ilgili olup bunlar son cümledeki “tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler.” ifadesiyle bağlantılı kılınmıştır. Bu nüktede gözden kaçırılmaması gereken bir husus da, tesbihat konusudur. Namaz tesbihatının önemi burada “Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını tekid ve takviye için, şu kelimât-ı mübareke, otuz üç defa tekrar edilir; namazın mânâsı şu mücmel hülâsalarla tekid edilir.” ifadesiyle vurgulanırken İkinci Nükte’de de tesbihattaki “Sübhanallah, Elhamdülillâh, Allahu ekber”in içeriği aniden karşımıza çıkıverir.

 

İkinci Nükte’de, girişte verilmiş olan “tesbih, tazim, şükür, hamd” kelimeleri biraz daha açılmaktadır: “İbadetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Yani, Rububiyetin saltanatı, nasıl ki ubûdiyeti ve itaati ister. Rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki, abd, kendi kusurunu görüp, istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı batılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarra olduğunu, tesbih ile, Sübhanallah ile ilân etsin. Hem de Rububiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona iltica ve tevekkül etsin. Hem Rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki, abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyâcâtını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbinin ihsan ve in’âmâtını şükür ve senâ ile ve Elhamdülillâh ile ilân etsin.”11 (11)

İkinci Nükte’deki “hayret, muhabbet, istihsan, huzû” kelimeleri namazın nasıl kılınacağına dair önemli işaret taşlarıdır.

 

Üçüncü Nükte’de ise “Nasıl ki insan şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fâtiha-i Şerife şu Kur’ân-ı Azîmüşşânın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi, bütün ibâdâtın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.”12 (12) cümleleriyle Dokuzuncu Söz’ün başında zikredilen ve anahtar kelimeler olarak düşünebileceğimiz “tesbih, tazim, şükür, hamd” kavramları “bütün ibadatın envaını şamil” ifadesinde toplanmakta ve bize biraz daha açılmış olmaktadır. Üçüncü Nüktedeki “misal-i musağğar, timsal-i münevver, şamil, fihriste-i nuraniye, harita-i kudsiye” ifadeleri de birbirini açan, birbirinin yardımına koşan sözlerdir. Üçüncü Nüktede Fatiha’dan söz edilmesi mânidardır. Fatiha’nın ilk cümlesinde “Elhamdülillah” kelimesi geçmekte, onun içinde de hamd durmaktadır. Her namazın her rekâtinde okunan Fatiha’da “Yalnız Sana ibadet ederiz.” ifadesi geçmektedir, namaz da ibadetlerin özüdür. “Yalnız Senden yardım dileriz.” ifadesi ise, insanın âcizliğini dile getirmektedir. İkinci nüktede geçen “abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp”, “abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle”, “iltica ve tevekkül”, “abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyâcâtını” ifadeleri “Yalnız Senden yardım dileriz.” ayetinin anlamı ile ayrıca “bütün mahlûkat” ifadesi ayetteki “Biz” zamiri ile örtüşmektedir. Yine İkinci Nüktedeki “Rabbini bütün nekaisten pak ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı batılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarra olduğunu” ifadesi, Fatiha’nın yedinci ayetindeki “Gazabına uğramış yahut sapmış olanların yoluna değil.” ayetine gönderme yapmaktadır.

 

İkinci Nükte’deki “Rububiyet, Rab, Elhamdülillah” kelimeleri Fatiha’daki “Elhamdülillahi Rabbil-âlemîn” ile “rahmet” kelimesi de ayetteki “Rahim” kelimesi ile ilgilidir. Beşinci Nükte’de Fatiha hakikatleri daha ayrıntılı olarak karşımıza çıkacaktır.

Dokuzuncu Söz’ün başında geçen (Rum Sûresi, 30:17-18) ayetin açılımı daha çok Dördüncü ve Beşinci Nüktelerdedir; ancak ilk üç nüktede namaz ve ibadet konuları birbirini kuşatır biçimde masaya yatırılmıştır. Namazın beş vakte tahsisi konusunda Dokuzuncu Söz’ün başında yer alan ayetler (Rum Sûresi, 30:17-18) “Haydi siz akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd ve övgü O’na mahsustur. İkindi vaktinde de ve öğle vaktine erişince de Allah’ı tesbih edip namaz kılın.” dışında Kur’an’da namaza dair başka ayetler ve Hz. Peygamber’e ait hadisler de vardır. (Bakara Sûresi, 2:238. Buhârî, Zekât 1, 41, 64, Meğâzî 60, Tevhid 1; Müslim; Îmân 8, 29, 31, 259, Mesâcid 166; Tirmizî, Zekât 2, 6; Ebû Dâvûd, Salât 1, 9, Vitr 2, Zekât 5; Nesâî, Salat 1, 4, 6, Sıyâm 1, Îmân 23, Zekât 1, 46; İbni Mâce, İkâmetü’s-Salât 194, Zekât 1; Dârimî, Tahâret 1, Ezan 208, Zekât 1.)

 

KULLANDIĞI KELİME VE KAVRAMLARLA BİZİ KUR’ANÎ VE NEBEVÎ TERMİNOLOJİYE AŞİNA KILAN RİSALE-İ NUR

 

Dördüncü Nükte’de13 (13) her bir namaz vakti ayrı ayrı ele alınmış, her namazın ilişkili olduğu vakitler, leffü neşr tadı veren bir tenasüple hissettirilmiştir.

Sabah namazıyla ilgili olarak “fecir, tulû, evvel-i bahar, birinci gün”; öğle namazıyla ilgili olarak “zuhr, yaz, gençlik kemâli”; ikindi namazıyla ilgili olarak “asr, güz, ihtiyarlık, âhirzaman”; akşam namazıyla ilgili olarak “mağrib, gurub, vefat, kıyamet, harabiyet”; yatsı namazıyla ilgili olarak “işa, zulümat, siyah, kefen, setretme, kış, vefat, nisyan, kapanma” ve teheccüd/ gece namazıyla ilgili olarak “gece, kış, kabir, berzah, karanlık” kelimelerine yer verilmiştir.

 

Kullandığı kelime ve kavramlarla bizi Kur’anî ve Nebevî terminolojiye aşina kılan Risale-i Nur’un Dokuzuncu Söz’ünde eş veya yakın anlamlı ve birbirini açan birçok kelimeye rastlarız: “hatırlatır/ihtar eder, ziyadedir/çoktur, yüklenecek/tahammül, andırır/hatırlattırır, asr/ikindi, mağrib/akşam, işa/yatsı, firak/ayrılma, çeviren/tebdil eden, nur serpecek/ışıklandıracak, setretme/örtme, ölmüş/vefat etmiş, leyl/gece, nehâr/gündüz, geçici/bîkarar vakit/zaman, mâkul/münasip, hoş/şirin, namaz/ salât, ölüm/mevt, Mukallibü’l-Leyli ve’n-Nehâr/gece gündüzü... çevirir, yazar, bozar, değiştirir.”

Dokuzuncu Söz’de aynı kökten gelen kelimelere de yer verilerek (iştikak sanatı) metnin anlaşılması için zemin hazırlanmıştır: “tesbih/Sübhânallah, Rububiyet/Rab, rahmet/Rahîm, kudret/Kadir, abd/ibadet/ibâdât/ubûdiyet/Mâbud, ihtiyaç/muhtaç, nur/münevver/nuraniye, tenvir, ihtar/hatırlatma, mağrib/ gurub,hazinane/mahzunane, kemal/tekemmül, mevt/vefat, Cemil/cemal, Celil/celal, niam/Mün’im/in’amât, cemaat/cemiyet, müşahade/şahadet.”

 

Dokuzuncu Söz’de, meselenin anlaşılabilmesi için karşıtlıklardan (tezat sanatı) yararlanılmıştır: “acz/ kudret, azamet/huzû, fani/Bâki, karanlık/ışık, fani/daimane”

Dördüncü Nükte’de namazın beş vakte tahsisi bağlamında zamanla ilgili olarak “hafta, saat, saniye, dakika, gün, deveran, sene, tabakat-ı ömr-ü insan, edvâr-ı ömr-ü âlem, yevmiye” kelimelerine de yer verilmiştir. Yine Dördüncü Nükte’de namaz için “vazife-i fıtrat, esas-ı ubûdiyet, kat’i borç” vurguları yapılırken “hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mucizâtı”, “rahmetin hedâyâsı,”, “Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin nihayetsiz nimetleri”, “hamd ve senâ”, şuûnât-ı İlâhiye ve in’âmât-ı Rahmâniye” gibi ifadelerle namazın nimet ve şükürle ilgisine dokunulmaktadır.

 

Dördüncü Nükte’de “ihtar” kelimesinin altı kez yer alması; ayrıca uyarı anlamı taşıyan “hatırlatır”, “gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder” ifadelerinin kullanılması mânidardır ve belki de teheccüd vakti de dâhil olmak üzere altı zamana işaret etmektedir.

Dokuzuncu Söz’ün ilk dört nüktesi, Beşinci Nükte’de söylenecek hakikatlerin hazırlığı mahiyetindedir. Dördüncü Nükte’de vakitlerin işaretlerine, manasına değinilmiş, Beşinci Nükte’de bu vakitlerin namazla ve insanla ilişkileri ele alınmıştır.

 

Dördüncü Nükte’de sabahla ilgili olarak: “Meselâ, fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder.” cümlesi yer almışken Beşinci Nükte’de: “İşte, bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin dergâhına niyazla, namazla müracaat edip arzıhal etmek, tevfik ve medet istemek ne kadar elzem; ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinat olduğu bedâheten anlaşılır.”14 (14) cümlesine yer verilmiştir.

 

Beşinci Nükte’de, önce insanın namaza olan ihtiyacı, onun yeryüzündeki konumu belirtilmiştir. Daha sonra zaman- insan ilişkisine girilmiştir. Dördüncü Nükte’de değinilen zaman hakikati, Beşinci Nükte ile ilişkilendirilmiştir. Beşinci Nükte şöyle başlar:

“İnsan fıtraten gayet zayıftır. Hâlbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir. Halbuki belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyâcâtı pek ziyadedir. Hem tembel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zevâl ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksatlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.”15 (15)

 

Daha sonra da “işte, bu vaziyette bir ruh” diye başlayan bir ruh çözümlemesi gelmekte, insanın niçin sabah namazını kılması gerektiğine işaret edilmektedir. Dördüncü Nüktede “ihtar edilen” zaman hakikatlerinin, Beşinci Nükte’de nereye varacağı, apaçık ortaya çıkmıştır. Burada Allah “Kadîr-i Zülcelâl, Rahîm-i Zülcemâl” isimleriyle anılmaktadır. İnsan cemal ve celal sahibi Allah’tan “arzıhal etmek, tevfik ve medet istemek” durumundadır; bunun sebepleri Beşinci Nükte’nin başlangıç paragrafında izah edilmiştir. Celal ve cemal sahibi Allah’a ulaşmanın yolu da “niyazla, namazla müracaat” biçiminde açıklanmıştır.

Dokuzuncu Söz’ün son cümlesi ise şöyledir: “Demek şu beş vakit, her biri birer inkılâb-ı azîmin işârâtı ve icraat-ı cesîme-i Rabbâniyenin emârâtı ve in’âmât-ı külliye-i İlâhiyenin alâmâtı olduklarından, borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi nihayet hikmettir.”16 (16)

 

Dokuzuncu Söz’de namaz ve onun beş vakte tahsisi konusu işlenirken bu konuya ilişkin esmanın özenle seçildiğini görüyoruz. Allah’ın Dokuzuncu Söz’de geçen güzel isimleri şunlardır: “İlâhî, Kadîr-i Zülcelâl, Rab, Hak, Samed, Rahman, Kahhâr-ı Zülcelâl, Mün’im, Rahîm-i Zülcemâl, Kayyûm-u Bâkî, Kadîm-i Bâkî, Kayyûm-u Sermedî, Kadîm-i Lemyezel, Bâkî-i Lâyezâl, Dâim-i Bâkî, Mevlâ, Rabb-i Azîm, Cemîl-i Bâkî, Rahîm-i Sermedî, Rabb-i Âlâ, Mâbûd-u Lemyezel, Mahbûb-u Lâyezâl, Bâkî-i Sermedî, Cemîl-i Lemyezel, Celîl-i Lâyezâl, Sâni-i Zülcelâl, Mukallibü’l-Leyli ve’n-Nehâr, Musahhıru’ş-Şemsi ve’l-Kamer, Hakîm-i Zülkemâl, Hâlık-ı Mevt ve Hayat, Hâlık-ı Arz ve Semâvât, Mâlik, Mutasarrıf-ı Hakikî, Mâbud ve Mahbûb-u Hakikî, Kadîr-i Kerîm, Hafîz-i Rahîm, Kâmil-i Mutlak, Ganiyy-i Mutlak, Rahîm, Kerîm, Rabbü’l-Âlemîn, Ezel ve Ebed Sultanı, Zât-ı Zülcelâl, Rahmân-ı Zülkemâl, Rahîm-i Zülcemâl, Rahmân-ı Rahîm.” Dokuzuncu Söz’de geçen Esma-ül-Hüsnânın manaları ve açıklamaları yine bu Söz içine serpiştirilmiştir. Dikkatli bir nazarla mütalaa edildiğinde aşağıda geçen izahların yukarıda andığımız esmanın açıklamaları olduğu görülecektir: Esmaül-Hüsnadan bir ismin hangi konuyla ve açıklamayla ilgili olduğuna dikkat edersek ele aldığımız Dokuzuncu Söz’ün bir gül goncası gibi bize adım adım açıldığını fark ederiz.

 

Aşağıdaki örnekler, bu bağlamda yalnızca Beşinci Nükte’den alınmıştır:

* “Fecir, fıtraten gayet zayıf, müteessir, müteellim, gayet âciz, belâları ve düşmanları pek çok, gayet fakir, ihtiyâcâtı pek ziyade, tembel, iktidarsız, hayatın tekâlifi, gayet ağır, kâinatla alâkadar, sevdiği, ünsiyet ettiği şeyler, zevâl ve firak, mütemadiyen incitme, yüksek maksatlar, bâki meyveler, eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısa, niyaz, namaz, müracaat, arzıhal etmek, tevfik ve medet istemek, başına gelecek, beline yüklenecek işler, vazifeler, tahammül, nokta-i istinat” kelimelerinin geçtiği yerde (Kadîr-i Zülcelâl, Rahîm-i Zülcemâl)

Fıtraten gayet zayıf, müteessir, müteellim, gayet âciz, belâları ve düşmanları pek çok, gayet fakir, ihtiyâcâtı pek ziyade, tembel, iktidarsız olan, mütemadiyen incitilen insan celâl sahibi bir Kadir’e muhtaçtır. Üstelik her şeye kudreti yeten bu Zat, çok merhametli, yani Rahîm olmalıdır. Her şeye gücü yettiği hâlde merhameti olmayan, insana yardım etmez/edemez. Cemal sahibi olmayan da, eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısa olan insana niçin yardım etsin? Demek ki tevfik ve medet isteyene, nokta-i istinat, yüksek maksatlar, bâki meyveler arayana ancak bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl yardım edebilir.

 

* “Zuhr zamanı, gündüzün kemâli, zevâle meyli, yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü, meşâğilin tazyiki, muvakkat bir istirahat zamanı, fâni dünya, bekàsız ve ağır işler, gaflet ve sersemlik, ruhun teneffüse ihtiyaç vakti, in’âmât-ı İlâhiyenin tezahür ettiği bir an, tazyikten kurtulma, gafletten sıyrılma, mânâsız ve bekàsız şeyler, dergâhına gidip el bağlamak, yekûn nimetler, şükür, hamd, istiâne, celâl ve azamet, rükû ile aczini izhar, kemâl-i bîzevâl, cemâl-i bîmisâl, secde, hayret, muhabbet, mahviyet” kelimelerinin geçtiği yerde (Kayyûm-u Bâkî, Mün’im-i Hakikî)

Gündüzün kemâl vaktini bulduğu ve zevâle meylettiği, günlük işlerin tekemmül ettiği zamanda meşgalelerin tazyikinden geçici bir süre istirahat etmek isteyen, ruhu fâni dünyanın bekàsız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten kurtulup teneffüse ihtiyaç duyan insan, ancak Bâkî olana, her an tüm kâinata söz geçirebilene müracaat etme durumundadır. Kayyum ve Bâkî olan, aynı zamanda nimeti veren, yani Mün’im-i Hakikî olmalıdır. Öğle vakti, in’âmât-ı İlâhiyenin tezahür ettiği bir andır. Mânâsız ve bekàsız şeylerden çıkıp, dergâha gitmelidir. Bu dergâh, yeryüzünün her yanında, her an vardır. El bağlamak, o Mün’im’in yekûn nimetlerine şükür ve hamd edip O’ndan yardım istemek, celâl ve azametine karşı rükû ile aczini izhar etmek gerekir. Öğle vakti, kemal vaktidir; fakat zevale gidecektir. Öyleyse insan, zevalsiz, sonu gelmeyen, bitmeyen bir kemâle yönelmelidir. Öğle vaktindeki tüm güzellikler nihayetinde fanidir, bitecektir, o anlar aynıyla tekrar gelmeyecektir; o hâlde insan, benzeri bulunmayan eşsiz bir cemâle yönelmelidir. O’nun cemalini “hayret” ve “muhabbet” ile aramalıdır; zaten nimeti hakiki veren de O’dur.

 

* “Asr vakti, güz mevsim-i hazinanesi, ihtiyarlık halet-i mahzunânesi, âhirzaman mevsim-i elîmânesi, yevmî işlerin neticelenmesi zamanı, sıhhat, selâmet, hayırlı hizmet, niam-ı İlâhiyenin bir yekûn-u azîm teşkil ettiği zaman, koca güneşin ufûle meyletmesi, misafir memur, geçici, bîkarar, ebediyet, ebed için ihsana karşı perestiş, firaktan müteellim, münacat, zevâlsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica, hesapsız nimetler, şükür, hamd, izzet, zelilâne rükû, mahviyetkârâne secde, teselli-i kalp, rahat-ı ruh, huzur-u Kibriyâ, kemerbeste-i ubûdiyeti, ulvî bir vazife, münasip bir hizmet, yerinde bir borc-u fıtrat, gayet hoş bir saadet” kelimelerinin geçtiği yerde (Kadîm-i Bâkî, Kayyûm-u Sermedî, dergâh-ı Samedâniye)

İkindi vakti ki, onun çok farklı bir yeri ve anlamı vardır. Vakitlerin ortasıdır. İkindi, bize hüzün mevsimi güzü, ihtiyarlığın mahzun hâlini, günlük işlerin sonuçlanması zamanını, güneşin batmaya meyletmesini, insanın bir misafir memur, her şeyin de geçici, bîkarar olduğunu hatırlatır. Bunları hatırlayan, hatırlamaya muhtaç olan, sonsuzluğu isteyen ve sonsuzluk için yaratılan insan tüm zamanların sahibi bir Kadîm’e, hiç tükenmeyecek bir Bâkî’ye muhtaçtır. İnsan, ayrılıklardan elem duyar; ihsandan, nimetten ayrılmak istemez. Öyleyse insana yardım edebilecek Zat, Kayyûm-u Sermedî, insanın başvuracağı makam, dergâh-ı Samedânî olmalıdır. İnsanı, dünyayı, kâinatı idare edemeyen, insanın acılarını nasıl dindirebilir? Zaten yaratıcının rahmeti zevâlsiz ve nihayetsizdir, nimetleri hesapsızdır. Bu durumda insan kime iltica edeceğini, kime münacatla başvuracağını, kimin karşısında zelilâne rükûa gideceğini, mahviyetkârâne secde ile kimin kapısını çalması gerektiğini iyi düşünmelidir. Şükür ve hamde lâyık olan, ancak Rab olandır (izzet-i Rububiyet) ; ancak İlâh olan, insana gerçek bir kalp tesellisi, bir ruh rahatı verebilir (sermediyet-i Ulûhiyet). Bir borcu ödemek, insanı rahatlatır; fıtrat borcu olan namazı eda etmek de insana saadet verir.

 

* “Mağrib, kışın başlaması, yaz ve güz âleminin nazenin ve güzel mahlûkatının vedâ-yı hazinânesi içinde gurub etmesinin zamanı, insanın vefatı, bütün sevdiklerinden bir firâk-ı elîmâne, ayrılıp kabre girmek zamanı, dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatı, bütün sekenesi başka âlemlere göçmesi, bu dar-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanı, zevâlde gurub eden mahbuplara perestiş, şiddetle ikaz, akşam namazı, cemâl-i bâkî, ruh-u beşer, azîm işleri yapan, cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden, Arş-ı Azamet, el bağlamak, huzurunda kıyam etmek, kusursuz kemâl, misilsiz cemâl, nihayetsiz rahmet, hamd ü senâ, muinsiz, şeriksiz, vezirsiz, arz-ı ubûdiyet, istiâne, nihâyetsiz kibriyâ, hadsiz kudret, aczsiz izzet, rükû, bütün kâinatla beraber, zaaf ve acz, fakr ve zillet” kelimelerinin geçtiği yerde (Kadîm-i Lemyezel, Bâkî-i Lâyezâl, Mevlâ, Dâim-i Bâkî, Cemâl-i Bâkî, Rabb-i Azîm)

Akşam vakti, kışın başlamasını ihtar eder. Yaz ve güz âleminin nazenin ve güzel mahlûkatı hüzünlü bir veda ile gurub edecektir; güneş gibi. Hem insan, vefatıyla bütün sevdiklerinden elemli bir firâk içinde ayrılıp kabre girecektir. Hem dünya, zelzele-i sekerat içinde vefat edecek, bütün sekenesi başka âlemlere göçecek ve bu dar-ı imtihan lâmbası söndürülecektir. Öyleyse insan öncesi ve sonrası olmayan, hiç bitmeyecek ve ölmeyecek, asla yok olmayacak ve sonu bulunmayacak, bekası sürekli kesintisiz olan bir Kadîm-i Lemyezel’e, bir Bâkî-i Lâyezâl’e, bir Dâim-i Bâkînin huzuruna muhtaçtır. Zevâlde gurub eden mahbuplara perestiş edenleri şiddetle ikaz eden akşam vakti, fıtraten bir Cemal-i Bâkî’yi çok özlemekte ve ona ayna gibi olan insan ruhunu kusursuz kemâle, misilsiz cemâle, nihayetsiz rahmete yönlendirmektedir. Zaman kavramı üzerine gerçekten düşünen insanların akşamdan alacağı çok ders vardır. Dünya dershanesinin akşam dersi, insanın yüzünü şu azîm işleri yapan, bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Arş-ı Azamete çevirtmektedir. Kendisine karşı rükûa gidilen Rabb’in yardımcıya, ortağa, vezire ihtiyaç duymaması esastır; aksi hâlde O, gerçekten İlâh ve Sultan olamaz. Hadsiz kudret ve aczsiz izzet, ibadeti hak eder, ancak O’ndan yardım istenebilir, O’nun karşısında bütün kâinatla beraber zaaf ve acz, fakr ve zillet izhar edilir.

 

* “Zevâlsiz cemâl-i Zât, tağayyürsüz sıfât-ı kudsiyesi, tebeddülsüz kemâl-i sermediyet, secde, hayret, mahviyet, terk-i mâsivâ, muhabbet, ubûdiyet, bütün fânilere bedel, zevâlden münezzeh, kusurdan müberrâ, takdis etmek” kelimelerinin geçtiği yerde (Cemîl-i Bâkî, Rahîm-i Sermedî, Rabb-i Âlâ)

Fani, geçici, tebeddül eden, değişip ihtiyarlayan, güzele tutkun, güzeli arzulayan, güzelliklerin devamını isteyen insan, yaratıcının zevâlsiz cemâl-i Zâtına, tağayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemâl-i sermediyetine ihtiyaç duymakta, O’na secde edip, hayret ve mahviyet içinde mâsivâyı terk etmek durumundadır. Bu yüzden hem Cemîl hem de Bâkî olan, insanın yaralarını sarabilir. Dünya güzellikleri hem fani, hem güzeldir; buna karşılık bütün fânilere bedel bir Cemîl-i Bâkî, teselli verebilir. O Cemîl-i Bakî’nin merhameti olmazsa iş, yine çıkmazdadır; bu yüzden Cemîl-i Bakî’nin aynı zamanda Rahîm olması gerekir ki burada Rahîm-i Sermedî diye anılmıştır. Muhabbete ve ubudiyete ancak zevâlden münezzeh, kusurdan müberrâ Rabb-i Âlâ lâyıktır.

 

* “Teşehhüd, tahiyyât-ı mübareke, salâvât-ı tayyibe, hediye, Resul-i Ekremine selâm, biatını tecdid, evamirine itaat, imanını tecdid, tenvir, kasr-ı kâinat, intizam-ı hakîmâne, müşahede, vahdâniyet, saltanat, dellâl, mübelliğ-i marziyât, kitab-ı kâinat, tercüman-ı âyât, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, risaletine şehadet, mağrib namazı, vazife, aziz, leziz bir hizmet, hoş ve güzel bir ubûdiyet, fâni misafirhane, bâkiyâne bir sohbet, dâimâne bir saadet” kelimelerinin geçtiği yerde (Cemîl-i Lemyezel, Celîl-i Lâyezâl, Sâni-i Zülcelâl, Rububiyet/Rab)

Namazda Ettahiyyat’ın okunduğu oturuşa teşehhüt denir. Teşehhütte bütün mahlûkatın tahiyyât-ı mübarekelerini ve salâvât-ı tayyibelerini insan, kendi hesabına Allah’a hediye eder. O Allah ki hem cemal, hem celâl sahibidir. Cemalsiz celal ve celalsiz cemal nâkıstır. Bu “cemal-celal dengesi” kâinatı kuşatmıştır. Akşam namazını kılan insan, “cemal-celal dengesi”nin engin zenginliği içinde mahlûkatın tahiyyelerini, Hz. Muhammed için yapılan rahmet dualarını Cemîl-i Lemyezel ve Celîl-i Lâyezâle hediye etmiş olur; aynı zamanda Resul-i Ekrem’e selâm ederek ona biatını yeniler. Bu namazla yüce emirlere itaat izhar edilir, iman tecdit edilir, nurlanır. Bunun için kâinat köşkünün hikmetli intizamı müşahede edilip Sâni-i Zülcelâlin vahdâniyetine şahit olunur. Akşam namazı, Rububiyet saltanatının dellâlı, Rabbimizin isteklerinin mübelliği, kâinat kitabının ayetlerinin tercümanı olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) risaletine şahadet anlamını da taşımaktadır. On Birinci Söz’de geçen “Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâisidir. Ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.” ifadeleri, akşam namazının kılınmasının niçin Hz. Muhammed’in risaletine şahadet anlamını taşıdığı konusunda bize bir fikir vermektedir. Dördüncü Nükte’de mağrib zamanının “güz mevsiminin âhirinde pek çok mahlûkatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet iptidasındaki harabiyetini ihtar” ettiği belirtilmişti. Akşam namazı, işte bu ölümleri, Hz. Muhammed’in (a.s.) sözünü dinlemeyenlerin başına kıyametin kopacağını, kıyamet başlangıcındaki yıkımı hatırlatıyor. Bu yüzden özellikle Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber olduğuna şahadet, onun sözünü tasdik, onun söylediklerini ve vaad ettiklerini onaylama anlamına geliyor.

Kâinatı sanat, nakış ve cevherlerle süsleyen Sâni için namaz kılmak, latîf, nazif bir vazife, aziz, leziz bir hizmet, hoş ve güzel bir ubûdiyet, ciddî bir hakikattır. Namaz aynı zamanda bu fâni misafirhanede bâkiyâne bir sohbet ve dâimâne bir saadettir. Ele aldığımız son paragraf, akşam namazının teşehhüdündeki Ettahiyyat’ın içindeki manalara, tahiyyelere, “ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasulühü” hakikatine özellikle bakmaktadır.

Akşam namazı açıklamaları, geçicilik ve sonsuzluk kavramları çevresinde odaklanmaktadır. Güneşin batışına tanık olan, çepeçevre karanlıkla kuşatılan insan, ölüm, dünyanın sonu, kıyamet konuları üzerinde düşünüp hayatını hâlâ ebed üzerine kodlamıyorsa daha ne söylenebilir ki!

 

* “Gündüz, gece, dar ve fâni ve hakir dünya, harap, azîm sekerâtıyla vefat edip, geniş ve bâki ve azametli âlem-i âhiretin inkişafı, kâinat, gece-gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhiret” kelimelerinin geçtiği yerde (Mukallibü’l-Leyli ve’n-Nehâr, Musahhıru’ş-Şemsi ve’l-Kamer, Kadîr-i Zülcelâl, Hakîm-i Zülkemâl, Hâlık-ı Arz ve Semâvât, Mâlik, Mutasarrıf-ı Hakikî, Mâbud, Mahbûb, Kadîr-i Mutlak)

Yatsı vakti, artık gecenin bastırdığı zamandır. Mukallibü’l-Leyli ve’n-Nehâr, gündüzü göndermiş, geceyi getirmiştir. Musahhıru’ş-Şemsi ve’l-Kamer, güneşi götürmüş, yerine ayın gelmesini irade etmiştir. Bu değişikliklerin olması, Kadîr-i Zülcelâl’in kudret ve celâliyle ilgilidir. O, yazın müzeyyen yeşil sahifesini kışın bârid beyaz sahifesine de çevirendir. Hem dar ve fâni ve hakir dünyayı tamamen harap edebilecek, onu azîm bir sekerâtla vefat ettirecek, geniş, bâki ve azametli âhiret âlemini inkişaf ettirebilecek, yalnızca Hâlık-ı Arz ve Semâvât olabilir. İbadete lâyık olan da, tasarrufât-ı celâliyesi ve tecelliyât-ı cemâliyesi ile şu kâinatın Mâlik ve Mutasarrıf-ı Hakikîsi, Mâbud ve Mahbûb-u Hakikîsidir. Gece-gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitabın sahifeleri gibi kolaylıkla çevirir, yazar, bozar, değiştirir, bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlaktır.

 

* “Kubur” kelimesinin geçtiği yerde (Hâlık-ı Mevt ve Hayat)

Kabirdeki insanların imdadına ancak hayatı ve ölümü verebilen Hâlık-ı Mevt ve Hayat koşabilir.

 

* “Dergâh, namaz, iltica, fâni âlem, fâni ömür, karanlık dünya, karanlık istikbal, münâcât, sohbet-i bâkiye, nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak, mevcudâtın ve ahbabının firak ve zevâli, yara, merhem, iltifat-ı rahmet, nur-u hidayet” kelimelerinin geçtiği yerde (Mâbûd-u Lemyezel, Mahbûb-u Lâyezâl, Bâkî-i Sermedî, Rahmân-ı Rahîm)

Batışı, unutulmuşluğu, yalnız kalmışlığı hatıra getiren yatsı zamanında insan, hiçbir zaman yok olmayan bir Mâbûd-u Lemyezel’e, bırakıp giden sevgililer dünyasında bir Mahbûb-u Lâyezâl’e sığınmaya muhtaçtır. Öyle bir dergâh bulmalıdır ki fâni âlemde, fâni ömürde, karanlık dünyada ve karanlık istikbalde o Bâkî-i Sermedî kendisini kabul etmeli, ilticasını ve münâcâtını geri çevirmemelidir. Yatsı namazı, bir parçacık bâki bir sohbet, birkaç dakikacık bâki bir ömür içinde insanın dünyasına nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak, mevcudâtın ve ahbabının firak ve zevâlinden neş’et eden yaralarına merhem sürecek olan Rahmân-ı Rahîmin rahmet iltifatını ve hidayet nurunu görüp istemektir. Burada yatsı namazının “bir parçacık bir sohbet-i bâkiye, birkaç dakikacık bir ömr-ü bâki” olarak nitelenmesi, hayli ilginçtir.

Burada telmih (hatırlatma) sanatına da yer verilmiş, “İbrahimvâri” “Ben batıp gidenleri sevmem.” ifadesiyle Kur’an’daki Hz. İbrahim kıssası hatırlatılmıştır.

 

* “Dert, kalbin ağlaması, dergâh-ı rahmet, yevmiye defter-i ameli, hüsn-ü hâtime, fâni sevdikleri, dilencilik ettiği âcizler, titrediği muzırlar, şer, kurtulmak, huzuruna çıkmak” kelimelerinin geçtiği yerde (Mâbud, Mahbûb-u Bâkî, Kadîr-i Kerîm, Hafîz-i Rahîm)

Dünyadaki varlıklarca bir süre unutulan, geceyle birlikte gizlenen dünyayı kendisi de unutan insan, bir Mâbud’a ibadet etmeye muhtaçtır. Kalbi ağlayarak derdini açacak, derdini dökecek bir rahmet dergâhı arayacak, bunun için kendisinin her şeyini muhafaza altına alabilecek bir Hafîz-i Rahîm’e başvuracaktır. O merhamet sahibi Rahîm ki, şu karanlıklarda kendisini bütün titrediği muzırların şerrinden kurtarabilir. İnsana bütün fâni sevdiklerine bedel bir Mâbud ve Mahbûb-u Bâkî ve bütün dilencilik ettiği âcizlere bedel bir Kadîr-i Kerîm yardımcı olabilir. Günlük amel defterini de ancak o Hafîz koruyabilir. Hayatın imanla, yani hüsn-ü hâtime ile bitmesi de yine o Rahîm’in keremi ve merhametiyle mümkündür.

 

* “Bir şeye yaramayan ve yerinde olmayan, nâkıs, fakir mahlûklar, medih ve minnettarlık, medh ü senâ, küçüklük, hiçlik, kimsesizlik, kâinatın cemaat-i kübrâsı, bütün mahlûkat, nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, hûşyar yıldızlar, emrine musahhar, misafirhane-i âlem, lâmba, hizmetkâr, kibriyâ” kelimelerinin geçtiği yerde (Kâmil-i Mutlak, Ganiyy-i Mutlak, Rahîm ve Kerîm olan Rabbü’l-Âlemîn, Ezel ve Ebed Sultanı, Zât-ı Zülcelâl)

Bir şeye yaramayan ve yerinde olmayan, nâkıs, fakir mahlûkları medih ve onlara minnettarlık, insanın sonsuz ihtiyaçlarını karşılamaz. İnsana Kâmil-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Rahîm ve Kerîm olan Rabbü’l-Âlemîn kâfi gelebilir. Küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, insan Ezel ve Ebed Sultanı olan Mâlik-i yevmiddin’e intisap ederek kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girebilir. Bütün mahlûkat namına, kâinatın cemaat-i kübrâsı ve cemiyet-i uzmâsındaki ibâdât ve istiânâtı O’na takdim eder. İstikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden nuranî yolu olan sırat-ı müstakime hidayeti ister. Kendisine yalvarılan, ibadet edilen Allah, öyle bir Zât-ı Zülcelâl’dir ki, şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş güneşler, hûşyar yıldızlar, birer nefer gibi emrine itaat eder ve bu âlem misafirhanesinde birer lâmbası ve hizmetkârıdır. O’na ibadet de Fâtiha ile başlar.

 

* “Mahlûkat, secde-i kübrâ, gece, yatmış mahlûkat, her sene, her asır, envâ-ı mevcudat, arz, dünya, birer muntazam ordu, birer muti’ nefer, vazife-i ubûdiyet-i dünyeviye, terhis, âlem-i gayba gönderilme, intizam, zevâl, gurub seccadesi, secde, sayha-i ihyâ ve ikaz, bahar, haşrolma, kıyam, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ, insancık, bârgâh-ı huzur, hayret-âlûd bir muhabbet, bekà-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül, miraca çıkmak, işâ namazı, hoş, güzel, şirin, yüksek, aziz, leziz, mâkul, münasip, vazife, hizmet, ubûdiyet, ciddî hakikat” kelimelerinin geçtiği yerde (Rahmân-ı Zülkemâl, Rahîm-i Zülcemâl)

Gece vakti, bütün mahlûkat büyük bir secde hâlindedir. Geceleyin yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki her türlü varlık, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer itaat eden nefer gibi dünyevî kulluk görevinden terhis edilir, yani gayb âlemine gönderilir. Tam bir düzen içinde zevâlde gurub seccadesinde Allahu ekber deyip secdeye giderler. Diriliş sayhası ve ikazı ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen dirilip kıyam eder ve Allah’a hizmet yolunda hazırlanırlar. Şu insancık da, onlara uyarak o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin dua ve ibadet edilen makamında hayretle karışık bir sevgi, bekayla karışık bir alçakgönüllülük, izzetle karışık bir tezellül içinde Allahu ekber deyip secdeye gider; yani bir nevi miraca çıkar. Yatsı namazını kılmak, ne kadar hoş, güzel, şirin, yüksek, aziz ve lezizdir.

 

Dokuzuncu Söz, namazı ve zamanı insan ve kâinat (her ikisi de kâinattır) ile ilişkili kılar. Bu sözdeki “el bağlama, rükû, secde, teşehhüd” namazla ilgili kavramlar olarak karşımıza çıkarken bana zaman denilen mahlûkun da gün bütünlüğü içinde el bağladığını, özellikle sabah ve öğlede kıyam, ikindide rükû, akşam ve yatsıda secde ve teşehhüd hâlinde olduğunu düşündürdü.

 

Gerek En’am sûresinin 60. âyetinde ve gerekse Zümer sûresinin 42. âyetinde insanın her akşam uyumakla bir nevi ölümü tattığına dikkat çekilmiştir. Her insan, henüz –meselâ- gençlik döneminde de olsa her gün ikindi namazı vaktinde bir ihtiyarın hissettiklerinin benzerlerini hissedebilir veya hissetmeye çalışabilir. Böylece bir genç, bir taraftan ihtiyarlarla yakından ilgilenmeye gayret ederek, diğer taraftan her gün ikindi namazı vaktinde kendisine hatırlatılanlara dikkat etmeye çalışarak, sanki ihtiyarlık dönemine girmişçesine bazı hakikatleri daha derin bir şekilde bu manada yaşamalı mı, yaşayabilir mi? Bazı insanlar bu dünyadan genç yaşta ayrılıyorlar, bu gibi insanlar bir ihtiyarın yaşadıklarını ve hissettiklerini hiç yaşamadan ve hissetmeden mi bu dünyadan alınıyorlar? Dokuzuncu Söz’deki izahlara göre her bir insan, her yirmi dört saatte, bir insanın bir ömür boyu gördüklerinin, yaşadıklarının, hissettiklerinin hepsini değişik derecelerde, şekillerde Allah’ın takdir ettiği tarzda görüyor, yaşıyor, hissediyor.

 

Dokuzuncu Söz, namazın ve zaman içindeki yerinin, hakikatinin, niçin kılınması gerektiğinin, her namazda okunan Fatiha’nın, namazdan sonra yapılan tesbihatın izahını iman esaslarıyla birlikte bir avize gibi ele alan, insan psikolojisinin derinliklerine yapılan bir yolculukla bizi elimizden ve gönlümüzden tutup hikmetler diyarına götüren, “kabir gecesi”ni zihnimize nakşeden, namaz burağıyla “bir nevi mirac”a, “hoş bir saadet”e, “nihayet hikmet”e, “borç ve zimmet” konusunda duyarlı olmaya çağıran, muhteşem bir sözdür. Her namazımızı bu sözde yer alan hakikatlerle doldursak, herhâlde insana, kâinata ve hayata bakışımız, daha farklı olacaktır. Dokuzuncu Söz’de, diğer risalelerde olduğu gibi, içten içe örülmüş anlam bağıntıları, kelime ve kavram açıklamaları, bütün zenginliğiyle ışıldamakta ve bütün bunlar bizi Kur’an’ın dünyasına yaklaştırmaktadır. Risalelerin orijinal hâllerinin ayet mealsiz olduğu hâlde içeriğindeki açıklamaların bizi meale yönlendirdiğini görüyoruz.

 

Dipnotlar:

1. Nursi, Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s. 13

2. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s. 47

3. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s. 365

4. Nursi, Said, Barla Lahikası, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s.160

5. A.g.e., s. 176

6. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s. 112

7. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s.115

8. A.g.e., s. 150

9. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s. 44

10. A.g.e., İst., 2007, s. 45

11. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s. 45

12. A.g.e., 2007, s. 45

13. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s. 45-46

14. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s. 47

15. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst., 2007, s. 46