Risale-i Nur'da eğitim ve öğretim metodu

Risale-i Nur'da eğitim ve öğretim metodu

Eğitimin iki temel ilkesi, bilinenden bilinmeyene ve somuttan soyuta gitmektir

Risale Haber-Haber Merkezi

Dr.Selçuk Eskiçubuk'un yazısı:

Risale-i Nur'da eğitim ve öğretim metodu

İnsanın bir bilgiyi edinmesi, bilmesi sürecine öğretim; öğrenilen o bilgiyi davranışına aksettirmesi sürecine ise kısaca eğitim denebilir.Kavramlar bilginin yapı taşlarıdır. Kavramlar bilinmeden anlamlı ve kalıcı bir öğrenme olmaz. Bunun için de için sağ ve sol beynin ikisinin de öğrenime katılımı şarttır.

İslamiyet’in insanlara aktardığı konular içinde soyut kavramlar temel teşkil eder. Allah, Ahret, Haşir, Şeytan, Melek, Cennet, Cehennem, Cin, Ruh ve Kader gibi kavramlar soyut kavramlardır.İmanın temelini teşkil ederler. Akıl, irade ve vicdan gibi kavramlar da soyuttur.

Herkesin bildiği ortak kavramlar kullanılarak soyut kavramlar, somut örneklerle anlatılabilir. Anlaşılması zor olan soyut kavramların somut hale getirilmesinde oldukça kullanışlıdır. Eğitimin iki temel ilkesi, bilinenden bilinmeyene ve somuttan soyuta gitmektir. Analoji yöntemi soyut ilkeleri açıklarken somut örnekler kullanmaktadır. Böyle metaforlar bulunduğu an, iletişim kurulmuş demektir.

Metafor (Analoji); Bu kelime Grekçe ‘bir yerden başka bir yere götürmek’anlamındadır. Bilinmeyen, yabancılık çekilen bir olgunun, bilinen, benzer olgularla açıklanmasıdır. Bilinmeyen kavramların öğrenilmesini ve akılda uzun süre tutulmalarını kolaylaştırır. Çok güçlü öğrenme ve öğretme aracıdır.

Her dilde, anlatımı güçlendirmek, canlıkılmak için yararlanılan söz sanatlarından biri de ‘benzetme’dir. Benzetme; bir nesnenin niteliğini, bir eylemin özelliğini daha iyi anlatabilmek için bir başka nesne ve eylemlerden yararlanarak, onu anımsatma yoluyla gerçekleştirilir. Benzetmeler, metaforların ilk aşamasıdır.

Metaforlar, bireyin soyut, karmaşık bir olguyu anlamada ve açıklamada kullanabileceği güçlü bir zihinsel araçtır. Hedefe ulaşmak için, var olan kaynaklardan çağrışımlar yapılır.
Eğitimciler; “Eğer bir resim 1000 kelimeye bedelse, bir metafor da 1000 resme bedeldir” sözüne çok önem verirler. Çünkü, bir resim sadece statik bir imge sunarken, bir metafor bir olgu, hakkında düşünmek için zihinsel bir çerçeve sunmaktadır.”

Sınırlı kelime hazinesi, bir insanın bir düşünceyi anlamasından, diğer bir düşünceyi anlamasına geçişinde karşılaştırmaların kullanılmasını gerektirmektedir. Metaforlar, bu kategorilerdeki imajların meydana getirilmesinde ve yeniden yapılandırılmasında katkı sağlarlar.

Günümüzde Fen bilimleri, Teknoloji ve Sosyal bilimlerde metaforlar öğretim için yeni yeni kullanılırken, Bediüzzaman yıllar önce onları eserlerinde kullanmıştır.

Bediüzzaman; Risale- Nur adı verilen asrımızın Kur’an tefsirinde dini konuları anlatırken benzetmeler ve metaforlar yapmakta ve soyut kavramları anlatmak için somut örnekler vermekte, onları temsili hikayecik adını verdiği yolla, herkesin anlayabileceği şekilde anlatmaktadır. Allah’ın varlığı ve birliği meselesini yani Tevhidi, Öldükten sonra dirilmeyi yani haşri, Allah’ın bize yakın oluşuyla beraber bizim ondan uzak oluşumuzu, her yerde hazır ve nazır oluşunu, Melekleri, Cinleri,Şeytanı, Ruhu, Kaderi ve daha birçok imani konuyu bu yöntemle anlatmıştır.

Çok tahsili olmayan, Okuryazar olan veya olmayan halk kitlelerine bile, derin ve ince konuları onların anlayabileceği seviyeye indirerek anlaşılır duruma getirmiştir. Birçok İslam ilim adamları, bu konular ilim sahibi olan kişilere bile anlatılamaz derken, Bediüzzaman benzetme ve metafor tarzınıkullanarak cahil kabul edilen tabakaya bu konuları anlatmıştır. Bunun Kuran’ın bir mucizesi olduğunu, Kuran’daki temsilleri örnek aldığını ve Allah’ın bir inayeti olduğunu da ifade etmiştir.

*İhtar: Şu risâlelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler sûretinde yazdığımın sebebi, hem teshîl, hem hakâik-ı İslâmiye ne kadar mâkul, mütenâsib, muhkem, mütesânid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyât kabîlinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir. (Sözler,10.Söz)

*Diyorsunuz ki: "Sen, Sözlerde kıyas-ı temsilî çok istimâl ediyorsun. Halbuki fenn-i mantıkça, kıyas-ıtemsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesâil-i yakîniyede bürhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, usûl-ü fıkıh ulemâsınca zann-ı gâlip kâfi olan metâlibde istimâl edilir. Hem de, sen, temsilâtı bâzı hikâyeler sûretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakiki olmaz, vâkıa muhâlif olur?"

Elcevap:İlm-i mantıkça çendan "Kıyas-ı temsilî, yakîn-i katî ifade etmiyor" denilmiş; fakat kıyas-ı temsilînin bir nevi var ki, mantığın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki:

Bir temsil-icüz'î vâsıtasıyla bir hakikat-i küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate binâ ediyor; o hakikatin kanununu, bir hususi maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-i uzmâ bilinsin ve cüz'î maddeler, ona ircâ edilsin. Meselâ "Güneş,nurâniyet vâsıtasıyla, birtek zât iken, her parlak şeyin yanında bulunuyor" temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki; nur ve nurânî için kayıt olamaz, uzak ve yakın bir olur, az ve çok müsâvi olur, mekân onu zapt edemez.

Hem meselâ, "ağacın meyveleri, yaprakları, bir anda bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatin ve küllî bir kanunun ucunu gösterir; o hakikat ve o hakikatin kanununu gayet katî bir sûrette ispat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatin ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydân-ı cevelânıdır. İşte, bütün Sözlerdeki kıyâsât-ıtemsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhan-ı katî-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler. (Sözler, 32.Söz)

İkinci suâle cevap: Mâlûmdur ki, fenn-i belâgatta bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-i hakikisi, başka bir maksud mânâya sırf bir âlet-i mülâhaza olsa, ona lâfz-ıkinâî denilir. Ve kinâî tâbir edilen bir kelâmın mânâ-i aslîsi medâr-ı sıdk ve kizb değildir; belki kinâî mânâsıdır ki, medâr-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâî mânâ doğru ise, o kelâm sâdıktır; mânâ-i aslî kâzib dahi olsa, sıdkınıbozmaz. Eğer mânâ-i kinâî doğru değilse, mânâ-i aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ, kinâî misâllerinden, "Filânün tavîlü'n-necad" denilir. Yani, "Kılıncının kayışı,bendi uzundur." Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinâyedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncıve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünkü, mânâ-i aslîsi, maksud değil.

İşte, Onuncu Sözün ve Yirmi İkinci Sözün hikâyeleri gibi, sâir Sözlerinhikâyeleri, kinâiyât kısmındandırlar ki, ve gayet doğru ve gayet sâdık ve mutâbık-ı vâki' olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatler, o hikâyelerin mânâ-i kinâiyeleridir. Mânâ-i asliyeleri bir temsil-i dürbünîdir; nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkâniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler, birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için, lisân-ı hal lisân-ı kâl sûretinde veşahs-ı mânevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir. (Sözler, 32.Söz)

"Elli altmış risaleler öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki, değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkep bir ehl-i tetkikin sa'y ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük Âlimler "Tefhim edilmez" deyip, değil avâma, belki havassa da bildiremiyorlar.

İşte, en uzak hakikatleri en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve "Zâhir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor" diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu harika teshilât ve suhulet-i beyan, elbette, bilâşüphe, bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur'ân-ıKerîmin i'câz-ı mânevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ıKur'âniyenin bir temessülüdür ve in'ikâsıdır. (Mektubat, 28.Mektup)

Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ıtemsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ıtemsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ıtemsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır. (Mektubat, 28.Mektup)