Risale-i Nur'da iman ve ümit

Risale-i Nur'da iman ve ümit

Bedîüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sürati ile

Üstad Bediüzzaman Said Nursi, dinsizliğin en karanlık ve şaşaalı döneminde, imandan aldığı kuvvetle ümitsizliğe düşmemiş, her zaman Nur eserleriyle nesl-i ati için ümit vermiştir. İslamiyet'in ve imanın tekrar küfre galebe edeceğini müjdelemiştir.

"... dinsizliğin o muvakkat şaşaalı saltanatı devrinde -çok kimselerin ümidsizliğe ve atalete düşürüldüğü o karanlık günlerde- kalblere inşirah ve sürur vermiş ve iman hizmeti için faaliyet aşkını yerleştirmiştir. Ve böylece mü'minleri yeisten kurtarıp, İslamiyetin, Risale-i Nur'la istikbaldeki parlak zaferlerine işaretler edip müjdeler vermiştir." (Tarihçe-i Hayat, Kastamonu Hayatı)

"Ümid ve iman gibi pek âli sermayemiz var..." (Barla Lahikası, 48. Mektup)

İman, ümidin ve cesaretin menbaıdır. Küfür ise korku ve yeisin kaynağıdır. Bir kişi imanı derecesinde ümitli, küfrü derecesinde yeis ve ümitsizlik içinde kalır.

"...İmanı, ona bir emniyet-i tamme verir. Evet, her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki harika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalpsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. 'Acaba bu serseri yıldız Arzımıza çarpmasın mı?' der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terkettiler.)" (Sözler, Üçüncü Söz)

"Şefkat-i imaniyeden gelen bu masumane ve hâlisane ve hayretkârane ümit..." (Şualar, On Dördüncü Şua)

İman, insanı tevhide, tevhid ise insanı teslimiyete sevk eder. Bu teslimiyetle tevekkül meydana gelir ki, tüm hadisata karşı manevi güç ve kuvvet kazanır. Bu manevi kuvvetle her daim hadiseleri, Allah'a havalesinden ümitli olur.

"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. "Tevekkeltü alallah" der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak'ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için cennete uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker. Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder." (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas)

"İşte bütün ihtiyarlığımdan ve firak belalarından gelen teessüratıma, bana nur-u iman tam kâfi geldi; kırılmaz bir rica, kopmaz bir ümid, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi. Elbette sizlere ihtiyarlıktan gelen karanlık ve gaflet ve teessürat ve teellümata; iman kâfi ve vâfidir." (Lem'alar, Yirmi Altıncı Lem'a)

Ahir zaman asrı ne kadar zor ve imtihanı ağır olsa da Üstad, ümitsizliğe ve yeise hiçbir zaman kapılmamış. Her zaman güzel ve iyi cihetlere bakarak bir nevi teselli bulmuş ve ümit ve şevk vermiştir. Hatta yeisli konuşan zatlara muhatab olmak bile istememiştir.

"S- İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak?..

C- Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedenni dünyası olsun?.. Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım: ..." (Münazarat)

"- Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âti için ümit ve teselli vermiyor mu?

- Evet, büsbütün ümidsiz değilim..." (Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Tahliller)

Kâinata manay-ı harfi ile bir sahibinin ve melikinin olduğunu bilen adam, hiçbir zaman yeis ve ümitsizliğe düşmez.

"Ne kadar şimendifer misillü balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler.. karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve hikmetle halkettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vakıatlarına bakınız.

Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, âlem-i ruhanî ve maneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acib müteselsil nazireleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.

İşte kâinat içindeki maddî ve manevî bütün bu silsileler, imansız ehl-i dalalete hücum ediyor, tehdid ediyor, korkutuyor, kuvve-i maneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdid ve korkutmak belki sevinç, saadet, ünsiyet, ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, imanla görüyor ki; o hadsiz silsileleri, maddî ve manevî şimendiferleri, seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevkeden bir Sâni'-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemalât-ı san'ata ve tecelliyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i maneviyeyi tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin bir numunesini iman gösteriyor.

İşte ehl-i dalaletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye bir teselli veremez, kuvve-i maneviyeyi temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur." (Hutbe-i Şamiye, Teşhisü'l-İllet)

Ayrıca her hâlin geçiçi olduğunu, her zevalin bir kemali, her kemalin bir zevali olduğunu bilmek, insanı her zaman ümide sevk etmiştir.

"Ne zaman ki, tahribat ve istibdad haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor. 'Büyük felâketler, güler yüzlü intibahlar doğurur.' derler ki, pek musib bir söz.

Herhangi bir hükûmet zulmü ve istibdadı artırdı, mazlum milletler istiklalini kazanıyor. Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı.

İnşallah mazlum ve masum ehl-i imanın yüzü gülecek. Parlak bir hakikat güneşi tulû' edecek." (Barla Lahikası, Zeki Zekâi’nin fıkrasıdır.)

Üstad'ın hayatından ümit ile ilgili misal olarak şu pasajları nakledebiliriz:

"- Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nur'dan çok evvel, kuvvetli bir ümit ve itikad ile, ehl-i imanın me'yusiyetlerini izale için, 'İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum.' diye müjdeler veriyordum. Hatta Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim.

Tarihçe-i Hayatımda merhum Abdurrahman'ın yazdığı gibi, Sünuhat misillü risalelerde dahi 'Ben bir ışık görüyorum.' diye dehşetli hadisata karşı o ümit ile dayanıp mukabele ederdim." (Kastamonu Lahikası, 19. Mektup: Manevi bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum)

* Rus polisi ile diyaloğunda İslam ülkelerine olan ümitli nazarı:

"...Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.
Rus polisi: İslam parça parça olmuş?
Bedîüzzaman: Tahsile gitmişler.

İşte Hindistan, İslam'ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor.
Mısır, İslam'ın zeki bir mahdumudur;
İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor.
Kafkas ve Türkistan, İslam'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar.
İlâ ahir...

Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslamiyet'in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev'-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir."
(Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı)

* Ümidini canlı tutmak için her zaman, her şeyin güzel tarafına bakmış ve tavsiye etmiştir. Mesela:

"Ve bunun içindir ki zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer vaaz ve irşad kürsüsüdür.

Oradan insanlığa ulvi bir gaye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celadet dersleri verir. Hapishaneler birer Medrese-i Yusufiyeye inkılab eder.

Oraya girerken bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer.
Zira oradakiler, onun feyiz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir.
Her gün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve canileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

Böyle bir yüksek iman ve ihlas şuuruna mâlik olan insan, hiç şüphesiz ki zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak; ruhu ile maneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir." (bk. age., Ön Söz)

"Zira mademki bir âlim, peygamberlerin vârisidir; o halde hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol; bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrit, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa...

İşte Bedîüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sürati ile aşan ve peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.

Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında beni en çok meftun eden şey; onun o, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.

Rabb'im, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tazip ve işkencelere rağmen; o ne eğilmez baş ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!

Büyük İkbal'in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neşesi ile vaktiyle yazdığım "Mücahid" unvanını taşıyan bir manzumede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan belki şairane bir mübalağada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.

Lâkin şu mukaddimesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki Allah'ın ne kulları varmış. Eğer bir iman, kemalini bulursa neler yapar ve ne hârikalar doğururmuş.

Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse
İnsan da o imandaki son sırra ererse
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar
Volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar
Rabb'imden iner azmine kuvvet veren ilham
Peygamber'i rüyada görür belki her akşam
Hep nur, onun iman dolu kalbindeki mihrab
Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtap
Kar kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz
Mevsim bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz
Cennetteki âlemleri dünyada görür de
Mahvolsa eğilmez sıradağlar gibi derde
En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa
Ay batsa güneş sönse ufuklar da kararsa
Gökler yıkılıp çökse yolundan yine dönmez
Ruhundaki imanla yanan meşale sönmez
Kalbinde yanardağ gibi iman ne mukaddes
Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:
Ey yolcu! Şafaklar sökecek durma, ilerle
Zulmetlere kan ağlatacak meşalelerle
Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere yüksel
İnsanlığı kurtarmaya cennetten inen el.

Sanki bu mısralar iman kahramanı büyük mücahid Bedîüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. (bk. age., Ön Söz)

* İman ile havfın nasıl birbirine zıd olduğunu Risale-i Nur bize gösteriyor. İmanı tahkiki olanın hıfz ve himaye edildiği ve ümidli olduğu, yeisin ve hadisatın o imanı sarsmadığı açıktır.

"Zira mademki bir insan Cenab-ı Hakk'ın hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar olmuştur.

Artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz. Allah'ın nuru ile nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir?" (bk. age., a.y.)

"Risale-i Nur'un mahiyetini dikkat ve tefekkürle okuyarak anlayıp tahkiki bir imana sahib olan hâlis Nur talebeleri; ölümden, hapisten, zindandan ve hiçbir beşerî eza ve cefadan korkmazlar. Mukaddes Kur'an ve iman hizmetiyle, vatan ve millet ve âlem-i İslam ve beşeriyetin ebedî kurtuluşuna çalışırken, dinsizlerin düçar ettiği bir zulüm ve musibetle karşılaşırlarsa, aslâ fütur ve ümidsizliğe düşmezler; hapislere iftihar ve memnuniyetle girerler.

Onların tek bir istinad noktaları vardır. O da sırf rıza-yı İlahî için, ihlasla, Kur'an ve imana hizmetleridir." (bk. age., Afyon Hayatı, Bediüzzaman’ın Afyon Mahkemesi)

Ayrıca şu manaya dikkat edilmelidir; havf ile reca (ümit) arasında kalmak cennet ve cehennem ile yani ahiret içindir. İslam'ın her zaman hâkim ve galip olacağına inanmak lazımdır. Bunda havf ve yeis olamaz. Her daim ümidli ve arzulu olunmalıdır. Ama günah işlenmeden önce takvayı vikaye için havfın baskın olması, günah işlendikten sonra da recanın baskın olması güzeldir. Böylece reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah'ın rahmetinden meyus ne de azabından emin olunsun. İbadetlerde ise havf ile reca arasında kalmak ta önemlidir. Ta ki ibadetin keyfiyet ve makbuliyetini arttırmaya çalışsın.

"Halbuki âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve reca ortasında bulunmak maslahatı iktiza eder ki; her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun." (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal)

"Evet, eğer ecel vakti muayyen olsaydı, yarı ömür gaflet-i mutlaka içinde ve yarıdan sonra, darağacına asılmak için her gün bir ayak daha onun tarafına atılmakla dehşet-i mutlaka içinde, havf ve recanın muvazene-i maslahatkârane ve hakîmanesi bozulduğu gibi, aynen öyle de dünyanın eceli ve sekeratı olan kıyamet vakti muayyen olsaydı, kurûn-u ûlâ ve vustâ fikr-i âhiretten pek az müteessir olacaktı.

Ve kurûn-u uhrâ, dehşet-i mutlaka içinde bulunup ne hayat-ı dünyeviyenin lezzeti ve kıymeti kalır ve ne de havf ve reca içinde ihtiyar ile itaatkârane olan ubudiyetin ehemmiyeti ve hikmeti bulunurdu.

Hem eğer muayyen olsa, bir kısım hakaik-i imaniye bedahet derecesine girer, herkes ister istemez tasdik eder. İhtiyar ve irade ile bağlı olan sırr-ı teklif ve hikmet-i iman bozulur." (Şualar, Beşinci Şua)

Havf celalli, reca cemalli olduğunu da unutmayalım. Kuran ve Hz. Peygamber'in (a.s.m) vaazları ve duaları da bu havf ile reca arasında kalmıştır. Bu dengeyi hep muhafaza etmiştir.

"...Evet, her bir âlemde emir ve nehiy, sevab ve azab, tergib ve terhib, tesbih ve tahmid, havf ve reca gibi pek çok füruat, celal ve cemalin tecellisiyle teselsül edegelmektedir." (İşaratü'l-İ'caz, Fatiha Suresi Tefsiri)

"...Sonra irşadın iktizasındandır ki, havf ile reca arasındaki muvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin.

Ne Allah'ın rahmetinden me'yus, ne de azabından emin olunsun. İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı Kur'an-ı Kerim; aleddevam, tergibden sonra terhib ve ebrarı medhettikten sonra füccarı zemmetmiştir." (İşarat-ül İ'caz, Bakara Suresi 6. Ayetin Tefsiri)

Sorularla Risale Editörü

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.