Sabri ALTUN
Risale-i Nur'da liderlik
Bediüzzaman hazretleri, Bediüzzaman olduktan sonra hep eser yazdı. Yazdığı eserler kitaplaştı, dilden dile dolaştı. Ve hep okundu.
Lakin yazılmayan bir eseri vardı...
Konuşmaları, sohbetleri ve talebeleriyle yaptığı dersleri...
Şahsen hayatım boyunca hayal ve gıpta ettiğim bir an vardır; Üstadın talebeleriyle yaptığı o uzun uzun ders anları...
Taa Çoranavis deresinin kenarından, Erek dağının eteğindeki terk edilişmiş manastırdan, Van kalesi dibindeki Horhor medresesinde insi ve cinni talebelerine verdiği dersleri hayal ederim.
Sonra Isparta'da sabah namazından sonra bazen öğleye kadar, Zübeyir abi, Bayram yüksel abi, Ceylan abi, Tahiri Mutlu abi, Sungur abi ve zaman zaman diğer tüm abilerle yaptığı derslerin derinliğini, derin derin düşünürüm.
Bazen de Hulusi abi, Kayalar abi ve Ali İhsan Tola abi gibi abileri, dışarda oldukları için onları, (Üstadı her ziyarete geldiklerinde) karşılarına alıp saatlerce baş başa verilen dersleri fısıltı kulağıyla dinlemek isterdim.
Kim bilir o anlarda nasıl istihraçlar oluyor, ne tür açılımlar yapılıyor, çağımızda hiç bir fâniye nasip olmayacak, ne tür manevi bilgiler uçuşuyordu.
Bunları düşünüp hayıflanır dururum.
Üstad hazretleri risalelerde derki; “Bir sene Risale-i Nur'u tam anlamıyla okuyan zamanın allamesi olur."
Hele bir de bu risaleleri; müellifinin dilinde, Bediüzzaman’ın dizi dibinde ve en az 8 sene okuyup dinleyen adam nasıl olur?
Peki, bunlar "edillei şeriyeyi bilmezler" deyip küçümsemek neyin nesi?
Daha da garibi, bunlar bu kadar sene Üstada hizmet edecekler, dizi dibinde ders görecekler ve bunlar ajan olacak, gladyo olacak, haşa kripto bilmem ne olacak.
İnsan Allah'tan korkar.
Hâlbuki risalelerde geçer ki, bir ajan, Üstadın yanına geldiğinde Üstat şöyle der; “sen bazen bana yılan suretinde gözüküyorsun."
Yani böylesine eşyanın hakikatine vakıf birisi yıllarca yanında kalan ajanları bilmeyecek, onları görmeyecek kadar haşa kör olacak, sen kalkıp ta buradan onların ajan olduğunu bileceksin!
Her neyse Allah ıslah etsin diyelim.
Zira maksadımız bu değil.
Bunları bir kenara kaydedip; Üstad, talebeleri ve hizmetle ilgili başka verilere bakalım.
Bediüzzaman hazretleri 1924'te Anadolu’ya sürgüne gönderildikten 1960'ta vefat edene kadarki sürede iki tarz göze çarpmaktadır.
1-Barla’dan hareketle Risale-i Nur yazılmaya başladığında ve iman hareketine başladıktan sonra, Bediüzzaman hazretlerinin varlığıyla ortaya çıkan, âdeta Kader-i İlahi tarafından hazır bekletilen talebeler ve Risale-i Nur’un yoğun yazılma dönemi…
Zaman kısa, şartlar tehlikeli ve ilhamla gelen yoğun veriler...
Bunların acil yazılıp, çoğaltılıp bütün Anadolu’ya yayılması gerekiyordu.
Bediüzzaman hazretlerinin bir çekim alanı oluşturup, ateşi yakması gerekiyordu.
O ateşe doğru uçacak pervaneler hazırdı.
Muhacir Hafız abilerden, Hulusi abiye, Refet abiden, Hafız Ali abiye kadar emir bekleyen gizli kahramanlar bir anda ortaya çıkmışlardı.
Onlar ışığa hasret, ışık aynaya hasretti.
Barla’da buluştular.
Böylece karanlığa bürünen Anadolu tekrar aydınlanmaya başlayacaktı.
Bu hal şeyh-mürit ilişkisine benzemiyordu.
Çünkü onlarla konuşur konuşmaz şöyle diyecekti:
“Zaman tarikat zamanı değildir.”
Kimse tarikatları küçümsemek anlamında görmesin bu cümleyi…
Yani tarikatta olduğu gibi şeyh, elini kimseye vermeyecek.
Yani bundan böyle reislik olmayacak.
Öyle ise...
Üstad o dönemde bir talebesi için şöyle diyordu:
-“Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’an’da arkadaş tayin edilmiş.” (Barla Lahikası 54)
Aslında bu cümle işin sırrını ortaya seriyor.
Risale-i Nur’da buna benzer birçok cümle bulabilirsiniz.
Bu tür cümleler ve bakış açısı bize nur cemaatindeki liderlik konusunda da önemli ipuçlarını veriyor.
Peki, talebelerin yaklaşımı nasıldır?
Hulusi abinin kısa bir mektubunu verelim:
-“Bizler ki, Elhamdulillahi teala, ahiret kardeşiniz, Ku’ran hizmetinde aciz hizmetkarınız, esrarı Kur’aniyenin beyanında, Eşşükrü lillahi teala “Ashab-ı Kehf” gibi musahibiniziz [sohbet eden arkadaş]. Liyakat ve kifayetimizin çok fevkinde mahza bir lütuf ve inayatı semadani olarak talebeniz bulunuyoruz. Bundaki niam-ı Sübhaniyeye hamd ve şükürden aciz bulunuyoruz.” (Barla Lahikası 65)
Birde “İktiran” meselesi var.
Yani iki şeyin bir araya gelip yeni bir şey oluşturması.
Yani: Bediüzzaman+Talebeleri=Risale-i Nur.
Hangisi olmazsa olmaz?
Talebeleri; "Üstad olmasaydı olmazdı” deyip Üstada minnet duyarken, Hazreti Üstad şöyle diyordu:
“Halbuki Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki: "Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir."
“Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: "Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?" Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.” (17. Lem’a)
Bu dönemin talebeleri yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi Kader-i İlahi tarafından önceden hazır kıta bekleyen, donanımlı, inkişafa açık, her birisi tek başına birer ekol olabilecek potansiyele sahip kişilerden oluşuyordu.
Aslında her birisi birer manevi yıldızdı. Lakin "Bediüzzaman güneşi"ni görünce kendi ışıklarını bırakıp onun etrafında kümelendiler.
O da onlara liderlik değil sadece “Üstadlık” yaptı.
2-1950'lerdeki tarz:
Bu dönemde Risale-i Nur hemen hemen tamamlanmış, lakin henüz oturmayan bir tarz-ı hizmetin şekillendiği dönem...
Yanına aldığı gençler, bizzat kendisinin yetiştirdiği talebelerdi.
Daha öncesi yazma-çoğaltma dönemi iken bu sefer okuyup-konuşma dönemiydi.
Adeta talebeleriyle birlikte diz çöküp Risale okuyup sohbet ediyordu.
Yani bu sefer de onlara ders arkadaşı olarak Üstadlık yapıyordu.
Ve diyordu:
“Siz maarif vekili olsanız, bütün himmetinizle risale hizmeti de yapsanız bu tarzdan çıktığınız an Said’den ayrılmışsınız.”
Ve bizlere de dönüp şöyle diyordu:
“Bir kutbu azam gelse, sizleri 10 günde kutup derecesine de çıkartsa, siz yine de Isparta Kahramanlarına arkadaş olamazsınız."
Yani aslında şunu demek istiyor:
“Tarik çok. Allah’a vasıl olan yollar çok. Tarz da çok. Risale-i Nur’u kullanıp farklı bir hizmet de yapabilirsiniz. Hatta şeyh de olabilirsiniz. Âmâ benim size öğrettiğim tarzı terk ettiğiniz an, benim kefaletimden çıkmışsınızdır.”
Bir de şunu ekliyordu:
“Risale-i Nur dava değildir. Dava içinde burhandır.”
Lakin bu burhanı takip ettiğiniz zaman şu mesleğe ulaşırsınız;
Haliliye…
Bunun esası “uhuvvettir.”
Onun da meşrebi; "Hıllettir.”
Hıllettin manası; en güçlü dostluktur, kardeşliktir, fedakârane arkadaşlıktır, takdir edici yoldaşlıktır.
Ve bunu korumanın tek yolu; ihlastır.
İhlas’ın manasını günümüz teknolojisine çevirdiğinizde; insanın kalbine takılan bir manevi “çiptir.”
Bu çip’in içinde transistör olarak ihlasın tüm düsturları yerleşmiştir.
Enerji kaynağı Allah rızasıdır.
Modern dünya (!) insanların beynine çip takıp istediği şekilde yönetmeyi düşünürken, Risale-i Nur hizmeti yüz senedir bu çipi kullanıyor.
Bu çip’in bağlı olduğu merkez direk Kur’an düsturlarıdır.
Şimdi gelelim liderlik konusuna;
Risale-i Nur hizmetinde Üstada ihtiyaç var mı?
Vardı. Görevini yaptı gitti.
Abilere ihtiyaç var mı?
Vardı.
Risalelerin yazılıp çoğalması ve tarz-ı hizmetin oturması için gerekliydiler.
Görevlerini yapıp gittiler. (Bütün güçlü potansiyellerine rağmen asla gölge olmadılar, hep kendilerini gizlediler.)
Peki, bundan sonra neye ihtiyacımız var?
Başta uhuvvete, sonra hıllete, ardından Allah rızası enerjisini kalbimize yerleştirip asla çıkartamayacağımız İhlasa ve bu şekildeki bireylerden meydana gelen şahs-ı maneviyeye…
Zaten silah olarak elimizde Kur’an’ımız, Hadisi Şeriflerimiz, tüm geleneksel ehli sünnet ve cemaat kaynaklarımız ve Kur’an’dan süzülen Risale-i Nurumuz var.
Ve de Üstaddan öğrendiğimiz hizmet metodumuz var.
İsterse tüm Şeytanlar, tüm Deccallar, tüm Nemrutlar tüm silahlarıyla gelsinler…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.