Rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde akıl erdirecek bir topluluk için deliller vardır
Ayet meali
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Casiye Suresi 1-6. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
1 . Hâ, Mîm. (*)
2 . (Bu) Kitâb’ın indirilmesi, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen), Hakîm (her işi hikmetli olan) Allah tarafındandır.
3 . Şübhesiz ki göklerde ve yerde, mü’minler için elbette deliller vardır.
4 . Hem sizin yaratılışınızda ve (yeryüzünde yaratıp) yaymakta olduğu hareketli her canlıda, kat‘î olarak îmân edecek bir topluluk için deliller vardır.(**)
5 . Gece ile gündüzün ihtilâfında (ard arda gelmesinde), Allah’ın gökten bir rızık (yağmur) indirip, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgârları (değişik yönlerden) estirmesinde de akıl erdirecek bir topluluk için deliller vardır.
6 . İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir; onları sana hak ile okuyoruz. Artık Allah’dan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?
(*) “Sûrelerin başlarındaki hurûf-ı mukatta‘a (Elif, Lâm, Mîm gibi tek tek yazılan harfler) İlâhî bir şifredir. Hâs abdine (husûsî kulu Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a) onlarla bazı işâret-i gaybiye (gizli işâretler) veriyor. O şifrenin miftâhı (anahtarı) o abd-i hâs’dadır (ASM). Hem onun veresesindedir (vârisi olan âlimlerdedir). Kur’ân-ı Hakîm, mâdem her zaman ve her tâifeye (topluluğa) hitâb ediyor. Her asrın her tabakasının hissesini câmi‘ (içine alan) çok mütenevvi‘ vücuhları (çeşitli yönleri), ma‘nâları olabilir. Selef-i Sâlihîn (Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe‘-i Tâbiîn) ise, en hâlis parça onlarındır ki, beyân etmişler.” (Mektûbât, 29. Mektûb, 241)
“الٓمٓ: Üç harfiyle üç hükme işârettir. Şöyle ki: Elif, هٰذَا كلَامُ اللّٰهِ اْلاَزَلِيُّ[Bu, Allah’ın ezelî kelâmıdır] hükmüne ve kazıyesine; Lâm, نَزَلَ بِه۪ جِبْر۪يلُ [Onu Cibrîl indirdi] hükmüne ve kazıyesine; Mîm, عَلٰي مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلَاةِ وَالسَّلاَمُ [Muhammed (ASM)’a] hükmüne ve kazıyesine remzen ve îmâen (remiz ve îmâ ile) işârettir.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 29)
(**) “Eşyâ (herşey), husûsan zîhayat (canlı) olanlar, def‘î gibi ânî bir zamanda vücûda gelir. Hâlbuki def‘î ve ânî bir sûrette basit bir maddeden çıkan şeyler, gāyet basit, şekilsiz, san‘atsız olması lâzım gelirken; çok mahârete muhtaç bir hüsn-i san‘atta (güzel san‘atta), çok zamâna muhtaç ihtimamkârâne (özenerek) nakışlarla münakkaş (süslenmiş), çok âlâta (âletlere) muhtaç acîb san‘atlarla müzeyyen (süslü), çok maddelere muhtaç bir sûrette halk olunuyorlar (yaratılıyorlar).
İşte bu def‘î ve ânî bir sûrette bu hârika san‘at ve güzel hey’et; herbiri, bir Sâni‘-i Hakîm’in (san‘at ve hikmetle yaratan Allah’ın) vücûb-ı vücûduna (varlığının zarûrî olduğuna) şehâdet ve vahdet-i rubûbiyetine (herşeyi yalnız O’nun terbiye ve idâre ettiğine) işâret ettikleri gibi, mecmû‘u (bütünü) gāyet parlak bir tarzda, nihâyetsiz Kadîr, nihâyetsiz Hakîm bir Vâcibü’l-Vücûd’u (varlığı farz olan Allah’ı) gösterir.” (Mektûbât, 33. Mektûb, 313)