Sadeleştirme Said Nursi ile sohbeti engeller
Temiz, Risale-i Nur’un edebi yönüne vurgu yaparak sadeleştirmenin anlamı bozacağını belirtti
Risale Haber-Haber Merkezi
Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi çeşitli açılardan ele alınarak eleştirilmeye devam ediyor. Lütfi Temiz, Risale-i Nur’un edebi yönüne vurgu yaparak sadeleştirmenin anlamı bozacağını belirtti. Sözler adlı eserden 10. Söz’deki Haşir Risalesi’nden kısa bir örnek te sunan Temiz, sadeleştirmekle kolay anlamanın sağlanamayacağını vurguladı. Temiz, “Sadeleştirme üstadın sesinin kaybolması demektir. Üstadla sohbet etmeyi engellemek demektir. Üslûb-ı beyan aynıyla insandır. Üslûp üzerinde yapılacak değişiklikler yani sadeleştirme bu lahuti sesi kısmak, insanlar üzerindeki etkisini azaltmak anlamına gelmektedir” dedi.
İşte o yazı:
RİSALE-İ NUR SADECE AKLA HİTAP ETMİYOR Kİ SADELEŞTİRİLSİN
Edebiyatı sadece edebiyatçıların yazdıkları şeyler olarak görmenin yahut edebî metinleri sadece şiir, hikâye, roman olarak kabul edip onların dışındakilerin edebî olmadığını kabul etmek kadar bu işin erbabı nezdinde hatalı bir anlayış yoktur.
İşte bunun gibi Risalelerin edebî yönünü görmezlikten gelmek veya olmadığını söylemek öyle yanlış bir anlayıştır.
Edebiyat, dili, kendine has bir üslûpla kullanabilmektir. Sadece bu tanım bile Bediüzzaman hazretlerinin edebî yönünün olduğunu göstermeye yeterlidir. Risaleleri az çok okuyan herkes bilir ki Bediüzzaman hazretlerinin farklı bir üslûbu vardır. Başkalarına benzemeyen, nevi şahsına münhasır ifadeleri, ibareleri, kelimeleri, cümleleri vardır. Onun risaleleri hemen kendilerini belli ederler. Okuyan herkese bunlar diğerlerine benzemiyorlar, Bediüzzaman’a aittirler dedirtirler.
Risalelerin anlaşılmadığını söylemenin altında biraz da bu üslûbun etkisi vardır. Alışılan, sıradan, ilkokul veya ortaokulda öğrenilen dil anlayışıyla Risaleleri okumaya çalışan kimseler elbette onun üslûbunu ilk başlarda yadırgayacaklardır, anlamadıklarını söyleyeceklerdir. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Ama okumaktan hemen vazgeçmeyip de bu üslûpla biraz ünsiyet kesp eden kimseler ise Risalelere ve onun beliğ ifadelerine, cümlelerine, ibarelerine, kelimelerine, manalarına, mantıklarına, meselelerine ve hakeza her şeyine hatta cildine, kağıdına, rengine bile hayran olacaklardır, ondan büyük bir lezzet alacaklardır, ona tutulacaklardır, onu sürekli okumak isteyeceklerdir, ondan başka kitap okumak istemeyeceklerdir ve hakeza….
Edebî eser bir fikir iletme vasıtası değildir. Fikirlerin, düşüncelerin, duyguların kelimelerle ifade edilmesidir. İşte Risalelerin büyüklüğü buradan geliyor. Dinî, imanî, uhrevî konuların, meselelerin yani ebediyetin bu kadar güzel ifadelerle anlatılması yani edebilikle onu edebiyatın ve edebiyatçıların alanına ve arasına dâhil ediyor hatta hayali, kurmaca, fictive olmayan konulardan ve insanın en büyük meselelerinden bahsettiği için de onların üzerine çıkartıyor.
İşte biz de bu yazımızda Risale-i Nurların edebî yönlerinden bir tanesi üzerinde durmaya çalışacağız. Bediüzzaman Hazretlerinin bir sayfalık bir yazıda nasıl baştan sona edebî kurallara riayet ederek en zor konulardan birisini kolaylıkla anlattığını göstermeye çalışacağız. Veminellahi’t-tevfiki ve’l-hidaye.
Risale-i Nur’un bir özelliği de edebî yönden çok üstün bir metin olma özelliğini haiz olmasıdır. Bunca insan tarafından sürekli bir şekilde okunmasında, en çok basılan eserler arasında yer almasında, onun cümlelerinin edebiyatın, belâgatin bütün kurallarına riayet edilerek yazılmasının büyük etkisi vardır. Önce şunu hatırlatalım ki Risale-i Nur bir belâgat kitabı, bir edebî sanatlar kitabı değildir. (Risale-i Nur’un her sayfasına aşağıda verdiğimiz metindeki gibi edebî özellikler aramamak lâzımdır.) Edebî dille yazılmış bir Kur’an tefsiridir. Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan yönünü gösteren manevî bir tefsiridir. (Bu yüzden edebî yönden en üstün metin olan Kur’an-ı Kerim’in pek çok edebî özelliği de ona sirayet etmiştir. Bu da ayrı bir inceleme konusudur.)
“Risâle-i Nur Külliyatı”, Kur’ân-ı Kerîm’in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, O’nda, o mübarek ve İlâhî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır... (Ali Ulvi Kurucu, Tarihçe-i Hayat, Önsöz, s. 20)
Bediüzzaman hazretleri edebiyatın diğer ilim dalları içerisinde en önemlisi olduğunu, ahirzamanda en çok rağbet gören ilim dalının da gene edebiyat olacağını söylemektedir. Edebiyata diğer ilim dalları arasında bu kadar ehemmiyet vermektedir. Hatta edebiyatın insanların birbirlerini yenmede birbirlerine üstün gelmede en önemli silahlarının edebiyat olacağını da söylemektedir. Edebî yönden üstün olan sözler en teknolojik silahtan daha keskin olacaktır. En güçlü ordudan daha kuvvetli olacaktır:
Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir. Hem o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün enva’ıyla âhirzamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.” (Sözler, 20. Sözün 2. Makamı, s.264)
Bu durum aynı fetret dönemindeki edebiyatın durumuna benziyor. O zaman da kavimler birbirleriyle savaşmıyor şairlerini yarıştırıyorlardı. Şairi üstün gelen kavim diğer kavmi yenmiş sayılıyordu. Kılıcın okun yapamadığını kelimeler, sözler, şiirler yapıyordu.
Bediüzzaman Hazretlerinin Muhakemat adlı eseri, bilhassa oradaki üslûp bahsi, onun edebiyatı bu alanın en büyükleri olan Sekkaki, Zemahşeri ve Seyyid Şerif Cürcani gibi dâhilerden daha iyi bildiğini, onların metotlarının üzerinde bir yol bulduğunu gösteriyor.
Türk Edebiyatının en büyük şairlerinden Mehmet Âkif merhum da bir edebiyatçılar meclisinde Bediüzzaman hazretlerinin edebiyatçı yönü hakkında şunları söylemiştir:
Viktor Hügo’lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bedîüzzaman’ın bir talebesi olabilirler. (Sözler, Konferans, s.764)
Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi Bediüzzaman Hazretleri onlar gibi hayalî ve sadece dünya hayatında insanlara yarayacak, ona estetik zevk verecek, boş vakitlerini geçirtecek, can sıkıntısını alacak, şehvani hislerini okşayacak, malayani konulardan bahsetmemiş; gerçek ve ebedî hayatlarını kurtaracak konulardan yani din hissi, iman şuuru aşılayacak konulardan ahlâk ve faziletten bahsetmiştir. Onu dünyaya gönderiliş gayesine sevk etmiş, dünyaya aldanıp bunu unutmasını engellemiştir. Bu zor konuların bu şekilde yani edebî yönden üstün bir şekilde anlatılması kolay bir hadise değildir. Ancak Bediüzzaman gibi dâhilere mahsustur.
Tarihçe-i Hayat’ta, “Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim” hitabına mazhar olan Ali Ulvi Kurucu merhum da bu kitaba yazdığı muhteşem “Önsöz”de bu duruma işaret etmektedir. Onun diğer edebiyatçılar gibi sadece hayale hitap etmediğini hisse, fikre, ruha ve vicdana da tam manasıyla hitap ettiğini söylemektedir:
Zira üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilâkis kalplerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kutsi bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahidir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir “mücahit”, pek tabiidir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.
Bununla beraber, Üstad zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir.
Meselâ: Semalardan, Güneşlerden, yıldızlardan, Mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslup o kadar lâtif bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır.. ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.
İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur Talebesi “Risâle-i Nur Külliyatı” nı mütalâası ile –üniversitenin herhangi bir fakültesine mensup da olsa– hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor. (Tarihçe-i Hayat, Önsöz, s. 20)
İşte Nur Risaleleri’nin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde heyecanlar husule getirmesinin, kalplerde ve ruhlarda büyük tesirler yapmasının bir sırrı da budur. Yani edebî yönden üstün olmasıdır.
Burada sözü daha fazla uzatmadan denizden bir katre, dağdan bir zerre kabilinden Risale-i Nurların edebî yönünün küçük bir özelliğini vermek istiyorum.
Üstad hazretlerinin edebî kurallara, söz sanatlarına nasıl riayet ederek haşir gibi önemli ve zor bir konuyu, ne kadar rahatlıkla, kolaylıkla anlattığın göstermek istiyorum. Edebî sanatlara riayet ediyor fakat bu durum manaya zarar vermiyor. Sanat yapıldığını hiç hissettirmiyor, belli etmiyor. Metnin tabiliğini bozmuyor, okuyanlarda sunilik hissi uyandırmıyor. Hatta yüzlerce kez okunsa bile bu fark edilmiyor. O şekilde metne bunu uygulamayı başarmıştır.
Bir husus daha var. Bu vesile ile güncel bir meseleye de ben de değinmiş olayım. Eğer Risaleleri sadeleştirirsek burada verdiğim bütün bu özellikler gidecek. Sürekli okunma, kolay okunma, okurken hoşlanma gibi özellikler kaybolacak, musiki de öyle. Sadece akıl hissesini almış olacak, ruh, kalp, sır, hafa diğer lâtifeler hatta göz bile hissedar olamayacak.
Bu muhteşem görsel şölen, edebî ziyafet, müzikalite bozulmuş olacak. Kimsenin buna hakkı olmasa gerektir.
Bu incelemeyle Risaledeki değil bir kelimenin bir harfin bile ne kadar ehemmiyetli olduğu görülmüş oluyor.
Sonra risalelerin kelimeleri canlıdırlar. Binlerce kelimeler içerisinden seçilmişlerdir. Okuyan kimseye hiç farkında olmadan değişik manalar, müjdeler, teselliler açmaktadırlar.
Sadeleştirme üstadın sesinin kaybolması demektir. Üstadla sohbet etmeyi engellemek demektir. Üslûb-ı beyan aynıyla insandır. Üslûp üzerinde yapılacak değişiklikler yani sadeleştirme bu lahuti sesi kısmak, insanlar üzerindeki etkisini azaltmak anlamına gelmektedir.
Burada yapılacak olan Risalelerin sadeleştirilmesi değil, aslı dururken onun yerine sadeleştirilmiş metnin konulması, okutulması değil; Risaleleri anlamaya yarayacak metotların, tekniklerin, risalelerden daha fazla nasıl istifade edebilirim yollarının araştırılmasıdır. Bunun için uğraşılmasıdır.
Risaleler sadeleşseler bile mana anlaşılmış olmayacaktır. Gene bu konuların şerhe, açıklamaya, birisinden talim edilmeye ihtiyaçları olacaktır. Okullardaki edebî metinleri düşünün. Öğrenci bütün bilmediği kelimelerin manaları verildiği, hatta günümüz Türkçesiyle sadeleştirilip nesre çevrildiği halde şiiri anlayamamakta, yorumlamakta sıkıntı çekmektedir, yanlış şeyler söyleyip zayıf almaktadır. Hatta kompozisyon derslerinde bütün kelimelerini bildiği bir cümlecik vecizeyi bile anlayıp anlatamamaktadır. Bununla ilgili doğru bir kompozisyon yazamamaktadır.
Risalelerin anlaşılmaması sözü bir vesvesedir, insanın en büyük düşmanı olan nefsin bir bahanesidir, bu muazzam hakikatlerden istifade edilmemesi, insanın bunu eline alıp okumaması için şeytanın bir hilesidir. Ey nefsim ben sana tabi değilim deyip bu durumdan kurtulunmalıdır. Sen bu eserleri okumamı istemiyorsan demek ki bunlar bana faydalı eserlerdir denmelidir.
10. SÖZ, ON BİRİNCİ SURET
Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye... ya şarka veya garba, yâni; mâzi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mu’cizekâr zâtın, sâir yerlerde ne çeşit mu’cizeler gösterdiğini görelim. İşte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acâibler, her tarafta bulunuyor.
(Burada üstad hazretleri tenasüp sanatını ve tezat sanatlarını kullanıyor. Şark-garp; mazi-müstakbel kelimeleri arasında Tezat sanatı; bakmak, görmek ve göstermek fiilleri tenasüp sanatı ile bir arada kullanmıştır. (Tekrir de sayılabilir.) Yine Menzil, meydan ve meşher gibi ifadelerde bir başka tenasüp sanatı ayrıca bunların me harfleriyle başlaması da bir ahenk sağlıyor; mucizekâr ve mucize kelimeleri arasında ise İştikak sanatı yapmıştır. Tayyare ve şimendifer kelimelerini de tenasüp sanatına dâhil edebiliriz. Ayrıca m, y, l, g, r, t; i, e, ö, ü a gibi sesli ve sessiz harflerin tekrarıyla, asonans ve aliterasyon sanatı yapıyor.)
Lâkin san’atça, sûretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat, buna iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âlî bir adâletin emârâtı, ne derece vâsi’ bir merhametin semeratı görünüyor.
(Burada Üstad hazretleri, seci dediğimiz nesirde cümle içinde kafiyeler kullanıyor, ancak bu öyle bir seci ki Murassâ seci denilen ve Sanatkârâne bir secî çeşididir. Ayrıca müellifin kelimelerin hece ve bazı sesler bakımından paralel oluşunu gözettiği fark ediliyor.
san’atça menzillerde sebatsız bâhir âlî hikmetin intizâmâtı
sûretçe meydanlarda devamsız zâhir vâsi’ inâyetin işârâtı
meşherlerde bekasız
adâletin emârâtı
merhametin semeratı
(Yine burada pek çok sesli ve sessiz harf tekrarıyla aliterasyon ve asonans sanatları yaptığına şahit olmaktayız. Sebatsız, devamsız, bekasız kelimelerini aynı anlamda fakat farklı kelimeler kullanıyor, kelime ve dil zenginliği gösteriyor. Derece-mertebe; işarat-emarat, yine-hakeza, menzil-meydan-meşher, âlî-vâsî ve sanat- suret gibi kelimelerle birbirine yakın ifadeleri bir arada kullanıyor. İnayet, adalet, merhamet de buna dâhil edilebilir, birbirlerini çağrıştırıyorlar.)
Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki: (bu cümleye de dikkatlerinizi çekiyorum. Bu 11. Surette sürekli olarak, bakmak, görmek, kalp gözüyle görmek de buna girer, yani ilk etapta değil de biraz dikkatlice bakılırsa anlaşılacağı gibi gözle ilgili kelimeler kullanıyor. Ve gözün önündeki eşyaları örnek veriyor. Üşenmedim saydım tam 18 tane. Koyu italik ve altı çizili olan kelimeler) Adeta Üstad Hazretleri bize diyor ki dikkat edin göze de hitap var burada. Ona hususi önem verdim bu paragrafta.)
Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adâletinden daha ecell bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez.
(Burada da Üstad hazretleri aynı Murassâ (Süslü, sanatlı) secilere devam ediyor.
hikmetinden daha ekmel bir hikmet
inâyetinden daha ecmel bir inâyet
merhametinden daha eşmel bir merhamet
adâletinden daha ecell bir adâlet
Ayrıca hikmetinden hikmet; inayetinden, inayet; merhametinden, merhamet; adaletinden, adalet kelime tekrarları da var. Ekmel, Ecmel, eşmel ecell aynı manaları çağrıştıran farklı kelimeler, ifade zenginliği için. İsm-i tafdil vezni olan ef’al kalıbıyla yapılmış; şeklen benzerlik gösteriyor; İnayet merhamet, adalet yukarıda olduğu gibi birbirlerini çağrıştıran yakın kelimeler kullanıyor.)
Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde
daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mûkîm ahali, mes’ud raiyyeti bulunmazsa; şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakîkatlarına şu bekasız memleket mazhar olamadığı mâlûm ve onlara mazhar olacak,
(daimî menziller sâbit hikmet
âlî mekânlar mes’ud inâyet
bâki makamlar merhamet
ahali meskenler adâletin
hakîkat
memleket
makam-mekan-menzil-mesken-memleket ve daimi-sabit-bâki-mukim kelimeleri arasında tenasüp sanatı var. Aynı manaya gelen birkaç kelime kullanıyor, bunların karşılığında bekasız kelimesini getirerek tezat sanatı yapıyor ve hakeza. Ayrıca m, l, k, t; i, e gibi sesli ve sessiz harflerin tekrarıyla, asonans ve aliterasyon sanatı yapıyor. İnayet merhamet, adalet yukarıda olduğu gibi birbirlerini çağrıştıran yakın kelimeler kullanıyor)
Başka yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla,
şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adâleti inkâr etmek lâzımgelir. Hem bu gördüğümüz icrâat-ı hakîmane ve ef’âl-i kerîmane ve ihsânât-ı rahîmanenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir. Bu ise, hakîkatlerin zıtlarına inkılabıdır.
(hikmeti inkâr etmek emârâtı icrâat-ı hakîmane
inâyeti inkâr etmek işârâtı ihsânât-ı kerîmane
merhameti inkâr etmek rahîmane
adâleti inkâr etmek
(Yine burada da göz-müşahede-görmek-görünmek-gördüğümüz kelimeleri arasında tenasüp ve Tekrîr sanatı bulunmaktadır. Emârât, işârât birbirine yakın kelimeler, icraat ve efal de öyle ve dolayısıyla bunları da tenasüp sanatı olarak kabul etmek mümkündür. Ayrıca asonans ve aliterasyon burada da var.)
Halbuki inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, her şeyin vücûdunu inkâr eden Sofestâî eblehler hariçtir.
(Bu cümle de asonans ve aliterasyona en güzel örnek. Hemen hemen bütün kelimelerinde bu sanatlar kullanılmış. h, l, ka, ke, i, a, ü, e sesli ve sessiz harfleri tekrarlanmış.)
Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir Mahkeme-i Kübrâ, bir ma’dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezahür etsinler
(Burada da kalın sesli harfleri kullanıyor. Asonans ve aliterasyon burada da var. Mahkeme, ma’dele, mekreme, birbirine yakın, birbirini çağrıştıran ve aynı manaya gelen kelimeler olmasının yanında vezin olarak da aynı vezinde olmaları Secî sanatında ayrı bir maharet olarak kabul edilir. Yine merhamet, hikmet, inayet, adalet gibi birbirini çağrıştıran, birbirlerine yakın, aynı mana etrafında dönen kelimeler kullanarak bir üslup zenginliği harikalığını gösteriyor.
Yine seci denilen, cümle içindeki kafiyeleri burada da kullanıyor.
Kübrâ Mahkeme-i merhamet
ulyâ ma’dele-i hikmet
uzmâ mekreme-i inâyet
adâlet