
Prof. Dr. Şadi EREN
Geçmişin ve Geleceğin İnsanları
Bediüzzaman Muhakemat eserinin 8. Mukaddemesinde ebnâ-yı mâzi ile ebnâ-yı müstakbeli muvazene eder.
Geçmişin insanlarıyla geleceğin insanlarının hayata ve meselelere bakışları aynı değildir. İnsanlık, elbette belli bir tekâmül seyrinden geçmektedir.
Burada nazara verilen mazi ve müstakbel bir yönüyle “hâkim zihniyet” olarak değerlendirilebilir. Çünkü geçmişin evlatlarında istikbal evlatlarının özelliklerini taşıyanlar olduğu gibi, istikbalin evlatlarında da geçmişin evlatlarının özelliklerini taşıyanlar bulunmaktadır.
Beşerin fikrî tekâmülü
İlkokul bire giden öğrencilere alfabe öğretilir, ama üniversiteye gidenlere üst düzey dersler verilir. Mesela Matematik gibi bir ders hem ilkokulda hem de üniversitede okunur. Ama ilkokulda rakamlar ve dört işlem gibi basit konular öğretilirken, üniversitede bunun mühendisliğe tatbiki gibi ileri konular ders verilir. Geçmiş zaman, insanlarda daha çok hislerin hâkim olduğu bir ilkokul dönemidir. Gelecek ise, fikirlerin ön planda olacağı bir üniversitedir.
Geçmişin hissiyat mektebi ve geleceğin fikir medresesi
Bediüzzaman konuya giriş olarak şunu nazara verir: “Mâzi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir.”
Zamanın üç dilimi vardır: Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman. Geçmiş, ibretle bakmak için, gelecek hazırlanmak için, şimdiki zaman ise değerlendirmek içindir. Zamanın ruhunu okuyamayan biri, bedeniyle şimdiki zamanda yaşarken fikirleriyle zamanın çok gerilerinde kalabilir. Bu açıdan zamanın ilcaatını ve gereklerini iyi bilmek ve gereğini yapmak son derece önem arzetmektedir. Mazide hissiyat ön plandaydı, ama müstakbelde fikirler etkili olacaktır.
Bediüzzaman’a göre gayr-ı Müslimler için mazi 17. yüzyıl ve öncesidir. Müslümanlar ise, İslâm’ın ilk üç asrında mümtaz ve başı diktir. İlk üç asrın rüzgârıyla bu hal iki yüzyıl daha kısmen devam etmiştir. Ama bu beş asırdan sonra yedi yüzyıllık bir dönemde Müslümanlar maziyi yaşamışlardır. Hicri 12. asırdan sonra ise yeniden bir diriliş ve uyanış dönemi başlamış, en azından Müslümanların bir kısmı zamanın ilcaatına uygun değerlendirmeler yapabilmişler, tabir yerindeyse “günümüze gelebilmişlerdir.”
İnsana hükmeden durumlar
Bediüzzaman, insana hükmeden durumları şöyle ifade eder:
“İnsanda müdebbir-i galip,
-ya akıl veya basardır.
-Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır.
-Veyahut ya haktır veya kuvvettir.
-Veyahut ya hikmet veya hükûmettir.
-Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir.
-Veyahut ya hevâ veya hüdâdır.”
Bunları ana hatlarıyla şöyle değerlendirebiliriz:
İnsanda hükmeden ya akıl veya gözdür. Mesela göz, gökteki güneşi bir tepsi kadar görür. Akıl ise, dünyamızdan bir milyon dört yüz bin defa daha büyük olan güneşin küçük görülmesinin, aradaki 150 milyon km. uzaklık sebebiyle olduğunu anlar. İşte günümüzde güneşin bir tepsi kadar olduğunu düşünen biri, aslında fikren hala mazide yaşıyor demektir.
Veya insanda hükmeden ya efkâr veya hissiyattır. Mehteri dinledikten sonra coşan birisi, elinde kılıçla dünyayı fethetmeye çıkmak isteyebilir. Ama “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” manasını bilen biri, sırf bir heyecanla bunun mümkün olmadığını bilir. İlimle, teknoloji ile cihadını yapar. Hissiyatıyla değil, fikirleriyle hareket eder.
Veya insanda hükmeden ya hak veya kuvvettir. Bazı insanlar kuvvete dayanarak hükmetmeye, otorite kurmaya çalışır. Ama esas olan kuvvete dayanmak değil, hakka dayanmak olmalıdır. “Ben kuvvetliyim, öyleyse haklıyım” denilemez ve denilmemesi gerekir. Bunun yerine “Haklıyım, öyleyse kuvvetliyim” denilmelidir. Hak kuvvette değil, kuvvet haktadır.
Veya insanda hükmeden ya hikmet veya hükümettir. Bir aile reisinden ta devlet başkanlığına kadar idarî birimler vardır. İnsanların bazısı diğerlerine amir konumunda olur. “Ben amirim, öyleyse dilediğimi yaparım” zihniyeti, çok ilkel bir zihniyettir. Bu amiriyet, hikmeti esas alan bir amiriyet olmalıdır. Yani hükmedenler hikmetle hükmetmeli, yetkilerini yerinde kullanmalıdır.
Veya insanda hükmeden ya kalbî meyiller veya aklî temayüllerdir. İnsanın kalbi, meyillerin merkezidir. Mesela kış içinde baharın gelmesini arzularız. Aklımız ise bunun arzuyla olmayacağını, sabretmemiz gerektiğini bize söyler.
Veya insanda hükmeden ya hevâ veya hüdâdır. Hevâ, nefsin kötü arzularıdır. Hüda ise, Allah’ın hidayetine tabi olmaktır. Mesela bir memur hevâ ile hareket etse, hevâ onu rüşvet gibi haram yollara sevk eder. Ama hüda’ya tabi olsa, dinin ölçülerini esas alır, “Rüşveti veren de alan da ateştedir”[1] hadisini düşünür, kötü arzularına gem vurur.
[1] Süyûti, Cami’us- Sağir, Âlemü'l-Kütüb, Beyrut, 4490. hadis.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.