Himmet UÇ
Sahipsiz ülke
Yahya Kemal’in meşhur bir makalesi var: Ezansız Semtler. Ezan-ı Muhammedi diye bir şiiri var. Bu şiir Osmanlı hattı ile Kırkıncı Hoca’nın Künbet Medresesinde camlı bir şekilde asılı dururdu, her gelen onu görürdü. Kırkıncı Hoca’nın vefası tartışılır ama sanatçı kişiliği, dava adamlığı, tahassüsü, bakmak ve görmek kudreti, mütalaası, müdakkikliği, ihata-i ilmiyesi, daha bir çok şeyi özel bir insan olduğunu gösterir. Risale-i Nur onun dünyasında bütün dünyaya, sanata, edebiyata, felsefeye, mizaha, özellikle bahisleri kısa hikayelerle tıpkı Mevlana gibi anlatması tartışılmaz bir insan olarak onu ortaya koyar. Hiçbir yere bakmadan bu büyük fikir evinin ihatası insan idrakinin dışındaki külliyenin bütün alemlere, sanata açılan pencerelerini görmeden yaşamak çok can sıkıcı, bu yüzden Kırkıncı Hoca Efendi büyük bir deha-yı ilmiyeye sahipti.
Şimdi Yahya Kemal merhumun Ezansız Semtler yazısını alıyorum, şairin imanını ve milliyet anlayışını çok iyi anlatır. Ezan ile milliyet arasındaki bağı kurması ne kadar acaip ve çarpıcı.
Ezansız Semtler
Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocuklarının milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı?
O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?
İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor.
Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler.
Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan şan sahifelerini kokladılar.
İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler.
Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.
Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar.
Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar.
Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.
Ah! Büyük cetlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescit peyda olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hasılı o toprağın o köşesi imana gelirdi.
Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescitlerden ve o türbelerden bir ikisi kaldı da (gördük ki) cetlerimiz o kefere Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi.
Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan ari, çorak ve kurudur.
Bir Üsküdar’a bakınız bir de Kadıköyü’ne, Üsküdar’ın yanında Kadıköyü Tatavla’yı andırır. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peyda olan semtlerle İstanbul içlerini mukayese ediniz.
Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler uzağa değil Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler.
Görürler ki baştan başa yenileşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir, pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir.
Manzara halkın dinini, milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi millî ruhtan ari değildirler.
Artık Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçtu mu? Hayır büyük kitlede yine o ruh var, fakat biz son nesil bir sürü gibi büyük kafileden ayrıldık, uzaklaştık, kaybolduk; fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz.
Yeni tarzda yaşayışla cetlerimizin diyanetini mezcedip bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufunetten kurtaracak mürşitler, şairler, edipler, hatipler yetişmedi, fakat gayet tabii bir revişle büyük kafileyle kendi kendimize döneceğiz.
Dinsizliğin, kayıtsızlığın aksülameli başladı bile. Çocukluktan beri diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücu hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar.
Onlara tamamıyla iltica edeceğimiz zaman da bizi birden tanıyamayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı, çok uzak düştük.
Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum. Bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim.
Fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim.
Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı.
Orada, o saatte toplanan ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim.
Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum.
Kardeşlerim, Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarını hissediyordum.
Vaazdan namazda ve hutbede onların içine karışıp “Muhammed” sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek dil, yekvücut olarak gördüm.
O sabah, o, Müslümanlığa az aşina Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik.
Namazdan çıkarken, kapıda ayandan Reşid Âkif Paşa durdu, bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu.
“Bu bayram namazında iki defa mesudum, hamdolsun sizlerden birinin kendi başına camiye gelmiş gördüm. Berhudar ol oğlum! Gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti.” dedi.
Hem geldiğimi hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hadiseden pek samimi olarak mahzuzdular. O sabah gönlüm her zamandan fazla açıktı.
Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz.
Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar! (23 Nisan 1922 tarihli Tevhid-i Efkár gazetesi, Yahya Kemal Beyatlı)
***
Bu yazıya ne söylenebilir ki? Ne kadar derinden hissetmiş bizim hayatımızı. Benim hayatımı tahrif etmiştir Yahya Kemal. Dicle Üniversitesinde bir Yahya Kemal Sempozyumu yapalım dedim mazül rektör yanaşmadı kovulmuş gibi rektörün odasından çıktım. Dindar ve dava adamı gibi görünen arkadaşlarım hiç kimseden ses çıkmadı ve çıkarken “bunu sen yaptın dinim hakkı için sustum ama bunu bir solcu yapsaydı dünyayı karartırdım başına” dedim.
Din ile milliyet, edebiyatla din arasında bağlantı kuramadığımız için bu kimliksiz günlere geldik. Hala çok yol almış sayılmayız, üniversitede çocukların arasından tek başıma çıkar giderken yüzlerce öğrencinin hiç irkilmeden neşelerini devam ettirdiklerini görürdüm. Üzülmek ne kelime.
Sahipsiz ülkeyiz. Bir gün Sungur Abi yolda giderken kitap okur sesli sesli. Kırkınca Hoca sorar, “Ne yapıyorsun Sungur Abi?” O da “tohum atıyorum hocam“ der.
Elli tane cami bulunan Isparta’da ezan her gün her minareden 33 defa okunuyorsa elli camiden binbeşyüz defa eder. Yahya Kemal Ezan’a “Emr-i Bülendsi” diyor. Çok yüksekten yapılan davet ve çağrı. Ezan okunurken insanların arasından geç camiye git, bak insanlar ne kadar bu büyük çağrıya karşı ilgisiz, kimsenin kılı teprenmez, ne kadar garip ve facia bir durum.
Mehmet Akif; “Ey millet uyan cehline kurban gidiyorsun” diyor.
Şimdi gelelim sahipsiz ülkeye. Üniversitelerde sınav bir garabet. Bir adam tek başına bir bölüme elli tane adam alıyor. Bir doktor ünvanlı kişi altı yılda elli kişiyi ilme hazırlıyor. İşte sahipsiz ülkenin bir tarafı. Diyarbakır’da da böyleydi. Otuz tane kafası basmaz adamı hangi niyetle olursa olsun bedava ilme çağırmak… Ben o zaman çekildim. Velateşteru satmayınız diyor Allah. Her değeri satılan ülke, din, milliyet, ilim, hepsi satılık. Kimsenin kılı deprenmiyor. Konuşursan sen suçlusun. Sahipsiz memleket, denetim yok. İstanbul’da insanlar binlerce insanı yokken seçim sandığında gösteriyor, seçim kağıtları kayıtları tamamen bir sonuca kitlenmiş. “Maksat neyse hüküm ona göredir” diyor Cevdet Paşa. Nereye gidiyoruz, hayır ile şer, ihanet ile hidayet arasındaki mesafe o kadar azalıyor ki bir geçtiğini düşün, bu kadar hain insan nasıl olur, nasıl yetiştirilmiş, herşeyi pazarlayarak alan bir nesilden ne beklersin.
Bediüzzaman “Türk unsurunda kabil-i iltiyam olmayan bir ihtilaf çıkacak“ diyor. Bunu bu kargaşadan görmek zor değil. İşte sahipsiz ezan ve din ve sosyal hayat, siyasi hayat. Allah sonunu hayır etsin,
Şimdi Ezan-ı Muhammedi şiirini okuyalım
Emr-i bülendsin ey Ezan-ı Muhammedî.
Kâfi değil sadâna Cihân-ı Muhammedî.
Sultan Selîm-i Evvel'i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi Şan-ı Muhammedî.
Gök nûra garkolur nice yüzbin minareden
Şehbâl açınca Rûh-u Revan-ı Muhammedî
Ervah cümleten görür Allah-ü Ekber'i
Akseyleyince arşa Lisan-ı Muhammedî
Şu şiiri açıklamak isterdim. Yavuz’u seven Yahya Kemal diyor ki “keşke Yavuz elli yaşında ölmeseydi, bütün dünyayı ezan fethederdi.” Tarihle dini nasıl bir arada anlatmış ne kadar yüksek bir hissetme.
Dinlemek var dinlemek var, ne kadar yüksek bir hissediş, büyük şaire Allah rahmet etsin, bize de merhamet.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.