Said Nursi: Alem-i İslâmı uyandıracak yine o histir
“Bidayet-i Hürriyette şu fikri Jöntürklere teklif ettim, kabul etmediler. Oniki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin...
Mustafa Duman-Risale Haber
Sahife: 218
ŞÛRÂ-YI MEŞÎHAT-İ İSLÂMİYYE
(Dergide bu başlık altında yayınlanmıştır.)
وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ
(İlk Dönem eserlerinde bu başlık kullanılmıştır.)
Eazım-ı ulema-yı İslamiyeden fâzıl-ı şehîr Bedîüzzamân Saîd-i Kürdî Efendi hazretleri pek mühim bir teklifde bulunuyorlar. Esâs müşârü’n-ileyh ibtidâ-yı meşrutiyetden beri bu fikrin taraftarıdırlar. Daha o zamanlar böyle bir şûrânın teşkîli lüzûmunu ileri sürmüşlerse de bazı kasîrü’l-basar kimseler tarafından bu fikrin ehemmiyeti idrak olunamayarak mümânaat edilmişdi. Fakat cereyân-ı hâdisât böyle bir şûrânın ne kadar lüzumu olduğunu ranâ gösterdi. Âtiyen bu ihtiyâcın dahâ ziyâde tezâyüd edeceğini ulü’l-elbâb elbette takdir ederler. Ümid ederiz ki bu mühim teklif gerek hükümetçe, gerek Meclis-i Millîce kemâl-i ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınacak, bir an evvel teşekkülüne himmet buyurulacakdır.
(İlk Dönem eserlerinde bu takdim yazısı yoktur.)
***
“Bidayet-i Hürriyette şu fikri Jöntürklere teklif ettim, kabul etmediler. Oniki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekraren arz ediyorum!”
–Müellif–
(Bu not dergide yer almamıştır.)
Târih bize gösteriyor ki İslâm ne derece dine temessük etmiş ise terakki etmiş, ne vakit dinde zaaf göstermiş ise tedennî etmişdir. Başka dinde, bilâkis, kuvveti zamanında vahşet, zaafı zamanında temeddün hâsıl olmuşdur.
Cumhûr-i enbiyanın şarkda bi’seti kader-i ezelînin bir remzidir ki şarkın hissiyâtına hâkim dindir. Bugün âlem-i İslâmdaki tezâhürât da gösteriyor ki âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletden kurtaracak yine o hisdir.
(ma’badi 120 nci sahifededir) (sehven 120 yazılmış doğrusu 220 olacak)
Sahife:220
Hem de sâbit oldu ki bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsâdemâta rağmen yine o his muhâfaza etmişdir. Bu hususda garba nisbetle ayrı bir husûsiyete mâlikiz. Onlara kıyas edilemeyiz. Saltanat ve hilâfet gayr-ı münfek, müttehid-i bizzatdır. Cihet muhtelifdir. Binâenaleyh bizim Pâdişâhımız, hem sultandır, hem halîfedir ve âlem-i İslâm’ın bayrağıdır.
Saltanat i‘tibârıyle otuz milyona nezâret etdiği gibi hilâfet i‘tibârıyle üçyüz milyonun mâbeynindeki râbıta-i nuraniyenin ma‘kesi, istinadgâh ve mededkârı olmak gerekdir. Saltanatı sadâret, hilâfeti meşîhat temsil eder. Sadâret üç mühim şûrâya bizzat istinâd ediyor, yine kifâyet etmiyor. Hâlbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münâsebat içinde, içtihâdâtdaki müdhiş fevzâ, efkâr-ı İslâmiye’deki teşettüt, fâsid medeniyetin tedâhülüyle ahlâkdaki müdhiş tedenniyle berâber meşîhat cenâhı bir şahsın ictihâdına terk edilmiş.
Ferd te’sîrât-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Te’sirât-ı hâriciyeye kapılmakla çok ahkâm-ı diniye fedâ edildi. Hem nasıl oluyor ki umûrun besâteti ve taklid ve teslim câri olduğu zamanda, velevki intizamsız olsun, yine meşîhat bir şûrâya, lâakal kazaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinâd ederdi. Şimdi iş besâtetden çıkmış, taklid ve ittibâ gevşemiş olduğu hâlde bir şahıs nasıl kifâyet eder?
Zaman gösterdi ki hilâfeti temsil eden şu meşîhat-i İslâmiye yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâm’a şâmil bir müessese-i celîledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâm’ın, belki yalnız İstanbul'un irşâdına da kâfi gelmiyor. Öyle ise bu mevki‘ öyle bir vaziyete getirilmelidir ki âlem-i İslâm ona i‘timad edebilsin. Hem menba‘, hem ma‘kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâm’a karşı vazîfe-i dîniyesini hakkıyla îfâ edebilsin. Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftîsi de onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta‘dil ederdi. Şimdi ise zaman cemâat zamânıdır. Hâkim, o ruh-u cemâatden çıkmış, az mütehassıs, sağırca, metin bir şahs-ı ma‘nevîdir ki şûrâlar o rûhu temsil eder.
Şöyle bir hâkimin müftîsi de ona mücânis olup bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden (ilmîden) tevellüd eden bir şahs-ı ma‘nevî olmak gerekdir. Tâ ki sözünü ona işitdirebilsin. Dîne taalluk eden noktalardan sırât-ı müstakime sevk edebilsin. Yoksa ferd, dâhî de olsa, cemâatin ferd-i ma‘nevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki‘ böyle sönük kalmakla İslâm’ın akide-i hayâtiyesini tehlikeye ma‘ruz bırakıyor. Hattâ, diyebiliriz, şimdiki vaziyet-i diyânet ve şeâir-i İslâmiyet’deki lâkaydlık ve içtihâdâtdaki fevzâ meşîhatın za‘fından ve sönük olmasından meydan almışdır. Çünkü hâricde bir adam re’yini ferdiyetine (ferdiyete) istinad eden meşihata karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûrâya istinâd eden bir şeyhülislâmın sözü en büyük bir dâhîyi de yâ içtihâdından vazgeçirir, yâ o ictihâdı ona münhasır bırakır. Her müstaid çendan ictihad edebilir. Lâkin içtihâdı o vakit düstûrü'l-amel olur ki bir nev‘î icmâ‘ veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir şeyhülislâm ma‘nen bu sırra mazhar olur. Şerîat-i Garrâ’da dâimâ icmâ‘ ve re’y-i cumhur medâr-ı fetvâ olduğu gibi şimdi de fevzâ-i ârâ için böyle bir faysala lüzûm-i kat‘î vardır.
Sadâret, meşîhat iki cenahdır. Şu devlet-i İslâmiye’nin bu iki cenâhı mütesâvî olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de böyle bir medeniyet-i fâside için mukaddesâtından insilâh eder. İhtiyâc her işin üstâdıdır. Şöyle bir şûrâya ihtiyaç şedîddir. Merkez-i Hilâfet’de te’sis olunmazsa bizzarûre başka yerde teşekkül edecekdir. Bu şûranın ba‘zı mukaddemâtı olan cemâat-i İslâmiye teşkilâtı ve evkafın meşîhata ilhâkı gibi umûrun dahâ evvel tahakkuku münâsib ise de başdan başlansa, sonra mukaddemât ihzar edilse yine maksad hâsıl olur. Dâire-i intihâbiyeleri hem mahdûd, hem muhtelit olan a‘yân ve meb‘ûsânın vazîfe-i resmiyeleri i‘tibârıyle bilvâsıta ve dolayısıyla bu işe te’sîri olabilir. Hâlbuki vâsıtasız doğrudan doğruya bu vazîfe-i uzmâyı der‘uhde edecek hâlis İslâm bir şûra lâzımdır. Birşey mâvudia lehinde istihdâm edilmezse atâlete uğrar, matlub eseri göstermez. Binâenaleyh mühim bir maksad için te’sîs edilen Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye’yi şimdiki âdî bir komisyon derecesinden çıkarıp meşîhatdaki devâirin rüesâsıyle berâber şûrânın a‘zâ-yı tabîiyesi addetmek ve hâricdeki âlem-i İslâm’dan şimdilik onbeş yirmi kadar İslâm’ın dînen, ahlâken i‘timâdını kazanmış müntehab ulemâsını celb eylemek bu mes’ele-i uzmânın esâsını teşkîl eder. Vehhâm olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Dînin za‘fiyeti bahanesine olan müzahraf medeniyete la‘net. Havf ve zaaf te’sîrât-ı hâriciyeyi teşcî‘ eder. Muhakkak maslahat mevhum mazarrata fedâ edilmez. Ve minallahi tevfik
Bedîüzzamân
Saîd
(Üstad Bediüzzaman’ın yıllar önce yayınlanan bu makalesinin tekraren Sebilürreşad’da yayınlanmasında Eşref Edip Bey’in aşağıdaki teşebbüs fikrinin etkili olduğu kanaatindeyim. Mustafa Duman)
"Eşref Edip Bey’in 472 sayılı Sebilürresad’da (21 Mayıs 1921) yayımlanan “Anadolu’da İslam Kongresi” başlıklı, Anadolu’da İslam dünyasının ileri gelen fikir adamları ve kanaat önderlerinin toplanmasının İslam dünyası ve Milli Mücadeleye muhtemel katkılarından bahseden yazısı Ankara’da geniş yankı bulur. Mustafa Kemal Paşa da böyle bir kongrenin toplanması için gerekli hazırlıkların başlatılmasını emir verip, bu işi Eşref Edip’in yanı sıra Akif Bey, Şer’iyye Vekili Mustafa Fehmi Efendi, Başkâtip Recep (Peker) Bey’den oluşan dört kişilik ekibin üstlenmesini ister. Tam hazırlıklara başlanmışken Eskişehir’den gelen bozgun haberi, bu kongrenin toplanmasına engel olur."
(Hayreddin Karan, “Milli Mücadele’de Sebilürresad –Mehmed Akif ve Esref Edip”, Yeni Sebilürresad, C.11, S.255, s. 73.)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.