Said Nursi bu batı ile mi diyalog istedi?

Said Nursi bu batı ile mi diyalog istedi?

İslam ülkelerini fiilen işgal etmekte olan Batı güçleriyle nasıl diyalog içinde olunacak?

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Musa K. Yılmaz, Risale Haber’de yayınlanan “Hür Adam'daki Yahudi diyaloguna itiraz!” başlıklı yazısına gelen “diyalog” sorularını cevapladı.

 

Prof. Yılmaz, “on yıldan beridir İslam ülkelerini fiilen işgal etmekte olan Batı güçleriyle nasıl diyalog içinde olunabileceği” şeklindeki soruyu şöyle yanıtladı.

 

Risale-i Nur’da Diyalog üzerine bir tahlil

 

Diyalogla ilgili yazımı okuyan bir arkadaşımız, on yıldan beridir İslam ülkelerini fiilen işgal etmekte olan Batı güçleriyle nasıl diyalog içinde olunabileceğini soruyor. Kuşkusuz şu andaki durum ne olursa olsun Müslümanlar, Batılı güçleri İslam ülkelerinden püskürtme gücüne sahip değillerdir. Ne var ki, Bediüzzaman Risale-i Nurun muhtelif yerlerinde Hıristiyanlarla Müslümanların yakınlaşmasından söz ederek açıkça şöyle der: “Hattâ, hadis-i sahihle, ahir zamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”(1)

 

Yukarıdaki ifadede geçen “Medar-i ihtlaf”tan maksat, bizimle Hıristiyanlar arasında mevcut olan ihtilaflı tüm konulardır. Demek istiyor ki, öncelikle Müslümanlarla Hıristiyanların ittifak edebilecekleri noktaları tespit etmek gerekiyor. Bunu şu şekilde anlayabiliriz: Eğer Hıristiyanlar da Allah’a, ahiret gününe, vahye ve genel ahlakın gerekliliğine inanıyorlarsa, Müslümanlarla Hıristiyanlar kendi aralarında konuşurlarken ittifak edebilecekleri noktalar üzerinde konuşmaları gerekir. Diyalogu oluşturmanın temel şartı da budur. Nitekim Allah (c.c) bizimle ehl-i kitap arasında “müşterek” kabul edilen “Allah’tan başkasına ibadet etmemek, Allah’a ortak koşmamak ve Allah’ı bırakıp birbirilerini tanrı edinmemek” gibi üç hususta onları doğru yola davet etmemizi istiyor.(2) Bu durumda medar-ı ihtilaf noktalar bu konuların dışında kalan şeylerdir.

 

Bediüzzaman’ın ifadesinde yer alan “müşterek düşman”dan maksat, temelde hem Müslümanlığa hem de Hıristiyanlığa karşı husumet besleyen, ahlaksızlığı ve fuhşu teşvik ve terviç eden gizli zındıka komiteleridir. Bu müşterek düşman dün komünistlikti, bugün dine karşı lakayt davranan, kadın özgürlüğü ve feminizm adı altında ahlaksızlığı ve zinayı yaygınlaştırmaya çalışan, böylece toplumun aile yapısını bozmaya çalışan mason teşkilatlarıdır. Müslümanlarla Hıristiyanların bu teşkilatlara karşı mutlaka ittifak etmeleri gerekir ki, iki din mensupları arasında ciddi bir diyalogdan bahsedilebilsin. Ancak bu kolay değildir.

 

Hakikate bakılırsa Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yapılacak diyalogun bir numaralı gündemi ahlaksızlığı ve dinsizliği teşvik eden bu tür uluslararası teşkilatlara karşı işbirliği yapmak olmalıdır. İster istemez diyalog çağrılarını yapan Hıristiyanların gündeminde, Müslümanları İslam’ın bazı temel prensiplerinden vazgeçirmek, başka bir deyimle, Müslümanları ılımlaştırmak fikri sezilince, diyalog çağrılarının samimiyetinden kuşku duyulmaktadır. İşte Müslüman-Hıristiyan diyaloguna kuşkuyla bakanların temel endişeleri budur.

 

Bediüzzaman’ın yukarıdaki ifadesinde yer alan “Muvakkaten” sözcüğü, Müslümanların maddi yönden güçlenecekleri zamana işaret ediyor. Elbette ki, Müslümanlar maddi yönden güçlü oldukları zaman Hıristiyanlarla yapacakları diyaloglarında Müslümanları rahatsız eden konuları tartışmaya başlayacaklardır. Bu yüzden Müslümanlarla Hıristiyanların bazı konularda ittifak edip ihtilaflı konuları medar-ı münakaşa yapmamaları muvakkat bir zaman için söz konusu olabilir.

 

Bugün ülkemizde Hıristiyanlara karşı zaman zaman gösterilen tepkilerin aşırı olduğunu söylemek mümkündür. Eğer bizler Batıda istediğimiz yerde cami açabiliyor fakat onlar bizde bir kilise açtıkları zaman fazla tepki gösteriyorsak diyalogdaki samimiyetimiz sorgulanacaktır. Esasen onların misyonerlik faaliyetlerine karşı gösterdiğimiz tepkinin sebebi, Batılıların tarih boyunca dini siyasete alet etmeleri ve kiliseyi siyasi emellerine araç olarak kullanmalarıdır. Bu yüzden bizler, konumumuzun güçlü olması ölçüsünde onların siyasi amaçlar için yaptıkları misyonerlik faaliyetlerini engelleme hakkına sahibiz. Tarih boyunca, siyasi amaçlı olmayan mabetlere Müslümanlar kadar saygı gösteren ikinci bir millet gösterilemez.

 

Birisi çıkıp diyebilir ki, “Efendim, Risale-i Nur müellifi Avrupa’yı sefih, muzır, küfür ve küfranı dağıtan bedbaht bir ruh kabul ediyor.  Avrupa medeniyeti için de “muzır, sefih, dalaletli, sakim ve pis” ifadelerini kullanıyor. Avrupa’yı bu şekilde tavsif eden bir İslam âliminin Batı medeniyetinin temsilcileri olan Hıristiyanlarla diyalogu ve iş birliğini nasıl tavsiye edebilir?”

 

Aslında Risale-i Nur müellifinin Batı medeniyetinin temsilcileri olan Hıristiyanlarla diyalog içinde bulunmaktan ve onlarla işbirliği yapmaktan maksadı Müslümanların, günümüzde “Batı değerleri” olarak bilinen dinsiz değerleri kabul etmeleri ve bu değerlere tabi olmaları değildir. Çünkü ona göre kaynağını ilahi vahiyden alan İslam uygarlığının, Yunan ve Roma felsefelerinin kalıntılarından ortaya çıkmış olan Batı uygarlığına tabi olması ya da içinde erimesi söz konusu bile değildir.(3) O halde diyalogdan maksat, Müslümanların kendi değerlerine sahip çıkarak sefahati silah olarak kullanan zındıklara karşı Hıristiyanlarla işbirliğine gitmeleridir. Bu diyalogun hayra vesile olacağı açıktır.

 

Kaldı ki, İslam medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında, resmen ilan edilmemişse bile,  fiili bir diyalogdan ve bir işbirliğinden söz etmek de mümkündür. Bediüzzaman birinci dünya savaşında iki cereyanın çarpıştığından söz eder. Bunlardan birisi mazlumların ve cumhurun cereyanıdır; diğeri ise zalim ve müstebitlerin cereyanıdır. Osmanlı devletinin mağlupların sınıfında yer almasıyla mazlumların cereyanında yer aldığını ifade ederek şöyle der: “Âlem-i İslam şu ikinci cereyana (mazlumların ve cumhurun cereyanına) karşı lakayt veya muarız kalmakla hem önemli bir dayanaktan mahrum kalır hem de bütün emeğini heder eder. Ayrıca galip gelen cereyanın istilasıyla tamamen ortadan kaldırılmaktansa, akıllı davranıp o cereyanı İslami bir tarza çevirip kendine hizmetkâr yapmak gerekir. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu dost kaldıkça düşmandır.”(4)

 

Bu ifadeler, Müslümanların diyaloga açık olmaları gerektiğini, bu yolu kapatmaları halinde büyük çapta zarar edeceklerini vurgulamaktadır.

 

DİPNOTLAR:

1-Lem’alar, s. 155.

2-Ali İmran, 3/64.

3-Sünuhat, s. 60.

4-Sünuhat,. S. 61.