Said Nursi hiçbir zaman partizanlık yapmadı
“Risale-i Nur ve siyaset” ilişkisini uzmanlara sorduk. 13. konuğumuz Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz...
Röportaj: Kemal Benek-Risale Haber
“Risale-i Nur ve siyaset” ilişkisini uzmanlara sorduk. 13. konuğumuz Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz...
İSLAMİYET’LE UYUŞAN NOKTALARINI TAKDİR VE TAHSİN EDİYOR
Risale-i Nur'a göre Demokratlık nedir?
Maalesef bu konuda çok ciddi kavram kargaşaları bulunmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri ister hürriyet kelimesini ve isterse parlamenter idarenin ilk basamağı olan meşrutiyeti müdafaa ederken, ısrarla hürriyet-i şer’iyye ve meşrutiyet-i meşru’a ifadelerini kullanmaktadır. Burada karıştırılmaması gerekenler şunlardır:
1-Demokrasi kökünü Batı medeniyetinde bulan beşeri bir sistem ve ideolojidir. Ancak İslamiyet bir dindir. Din ile beşeri ideolojiler kıyas edilemez. Ancak kurulu düzenler arasında despot rejimler ile mukayese edilince elbette Müslüman fertler olarak tercih edilmelidir. Nitekim Bediüzzaman da meşrutiyet kelimesini de böyle tarif etmektedir:
“Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes'ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer'iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”( Divan-ı Harb-i Örfī, sh. 13.)
“Asıl şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşruadır." Demek meşrutiyeti, delail-i şer'iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi, taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim.( Divan-ı Harb-i Örfī, sh. 14.)
“Meşrutiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ, yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki, ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeraitle takyid ediniz; zira cahil efrat ve avam-ı nâs, kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira; hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâva ettim. (Divan-ı Harb-i Örfī, 4. Cinayet.)
2-Demokrasi ve hukuk devleti adına savunulan prensipler ile elbetteki İslamın düsturları arasında müşterek noktalar bulunmaktadır. Dolayısıyla meşru dairede hürriyeti ve temel hakları savunma noktasında birliktelik mevcuttur. Bunları reddeden de yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki, evrensel insan hakları konusunda bile İslamiyet ile taban tabana zıt hak ve hürriyet anlayışları bulunmaktadır. Zira günümüz demokrasilerinin temelleri Batı’nın değerleri ve normları üzerine kurulmuştur. Mesela gay’lerin evlenme hakkını temel hak ve hürriyetlerden kabul eden Batı zihniyetinin ne İslam’ın prensipleri arasında ve ne de Müslümanların zihinlerinde yeri yoktur.
3-Bediüzzaman’ın eserlerinde övücü ve savunmacı bir şekilde demokrasi ile alakalı bir tesbit bulunmamaktadır. Tam tersine demokrasiyi bile suiistimal edenlere karşı haykırışı bulunmaktadır:
“…bizleri tevkif ve muhakemelere verip işimizi, gücümüzü ayaklar altında bırakmak ve bîçare evlâd ü iyalimizi perişan edip ağlatmak hangi demokrasi kanunlarıyla, hangi yeminli ve yümünlü âdil hâkimlerin vicdanî ve âdilane kararlarıyla kabil-i te'liftir? Mahkemenizden ve vicdanınızdan soruyorum. (Şualar, sh. 570 vd.)
Öteki taraftan demokratik bir idareye karşı olumlu muameleyi, Demokrat Parti Hükümetinin İslam âlemi ile imzaladığı Bağdat Paktı sebebiyle takdir ediyor. Ancak bu takdirini görüp de Bediüzzaman demokrasiyi müdafaa ediyor denilemez. Karışmıyor ve İslamiyet’le uyuşan noktalarını takdir ve tahsin ediyor denilir.
“Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübarek âlem-i İslâm'daki hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyi takdir ve tahsinle karşılıyor.” (Emirdağ Lahikası, 171.)
SAİD NURSİ HİÇBİR ZAMAN PARTİZAN OLMAMIŞTIR
Risale-i Nur’a göre Ahrarlık nedir?
Evvela Bediüzzaman’ın hürriyetten ne anladığını hatırlamamız gerekiyor. Bediüzzaman’a göre Hürriyet odur ki, adlî kanunlar dışında kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hakkı dokunulmaz olsun ve herkes meşru dairede istediği gibi hareket etsin. Yani hürriyet ne başkasına ve ne de nefsine zarar vermemek şartıyla meşru dâirede dilediğini yapmaktır. Bu temel esaslar çerçevesinde Bediüzzaman, İslamın prensiplerine uyan hürriyetperverleri her zaman desteklemiştir.
Mesela, Sultan Abdülhamid Han’ın tek adam idaresine karşı hürriyet-i şer’iye manasını ihtiva ettiği için evvela İttihad ve Terakki Fırkasının bazı fertlerini desteklemiş; hürriyetlerin tamamen askıya alındığı Cumhuriyet döneminde ise Adnan Menderes ve Demokrat Parti’yi Ahrar olarak vasıflandırmış ve desteklemiştir. Ancak bir başka suale vereceğimiz cevapta göreceğimiz gibi İslam’ın yüce siyasetinin düsturlarını da ihlal eylememiş ve hiçbir zaman partizan olmamıştır.
Daha sonra Ahrar vasfı Nur Cemaatinin meşveret kararlarıyla Adalet Partisi mensuplarına verilmiş ve bunu Turgut Özal’ın ANAP’ı takip eylemiştir. Bugün yukarıdaki manada hürriyetleri ve hakları destekleyerek Müslümanları rahatlatan parti Ak Parti olduğu ayan beyan ortadadır. Ancak bu bakış asla partizanca olmamalıdır ve bir sonraki sorunuzda belirttiğiniz İslam’ın ulvi siyasetine aykırı davranılmamalıdır. Yarın şartlar değişir ve Ahrar vasfını bir başka siyasi hareket de kazanabilir.
Bediüzzaman’ın Osmanlı devrinde bir dönem İttihad Terakki’yi ve Cumhuriyet devrinde ise Demokrat Parti’yi desteklemesi asla partizanlık tarzında değildir. Bunu kendi dilinden İttihad Terakki için dinlemk lazımdır:
Dediler:
İttihad'a şedid bir muarız idin. Neden şimdi sükût ediyorsun?
Dedim:
Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azm ü sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.
Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi; birinin hıffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı, Antrik ile beraber Enver'e, Venizelos ile beraber Said Hilmi'ye vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir.
SİYASETÇİLİK VEYA TARAFGİRLİK ASLA NUR’UN MESLEĞİNE UYMAMAKTADIR
Risale-i Nur'a göre siyaset nedir ve nerede durulmalıdır? Risale-i Nur'a göre cemaat-siyaset mesafesi nasıl olmalıdır?
Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatında siyaset ve cemaatin sınırlarını üç noktadan sınırlamış bulunmaktadır.
Birinci Nokta: Bediüzzaman ‘Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım’ derken dindarlık ile siyaset arasında kesin çizgiler çizmiştir. Siyasetçilik veya tarafgirlik asla Nur’un mesleğine uymamaktadır. Maalesef bu düsturu çiğneyenler bazen İslamın azılı düşmanlarını Ahrar diyerek desteklemektedirler.
“Dinsizliği görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.
Evet lâzımdır. Fakat kat'î bir şart ile ki, muharriki aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki ma'fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes'uldür.
Denildi:
Nasıl anlarız?
Dedim:
Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû'-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.
Meselâ: İki adam döğüşürler. Biri, zaîf düşeceğini hissederken, elindeki Kur'an'ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin. Kur'an'a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur'an'ı, Kur'an olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celbeder. Kur'an'ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zaîf bir elde beraber yere düşerse o, Kur'an'ı kendi nefsi için sever demektir.
Evet dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa dinsizsiniz dese, onları tecavüze sevketmektir. Din dâhilde menfî tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfî siyaset namına istifade edildi zannıyla, şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba Şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedid hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır.
NUR TALEBELERİ BÜTÜN SİYASETLERİN ÜSTÜNDE OLMALIDIRLAR
İkinci Nokta: Nur Talebelerinin herhangi bir partiyi Ahrar diyerek destekleseler bile bütün siyasetlerin üstünde olmalıdırlar. Şahıslar kendi adlarına belli ve uygun partilerden aday da olabilirler. Ancak Kur’an’ın elmas gibi hakikatlerinin aynası olan Risale-i Nur asla siyasete alet edilemez.
Bunun açık beyanı yine Bediüzzaman’a aittir.
Kur'an-ı Hakîm'in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men' etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envâr-ı Kur'aniyeden hiç bir taraf ve hiç bir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola...
Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.
Üçüncü Nokta: Din namına siyaset yapılabilmesini Bediüzzaman çok ağır şartlara bağlamıştır. Ölçü gayet açıktır:
Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeğe, belki siyaseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.
BEDIÜZZAMAN’IN ILK DEFA GENIŞ ANLAMDA KULLANDIĞI MANEVI VE MADDI CIHAD
Risale-i Nur'da, Hac bahsinde geçen "Siyaset-i Aliye-i İslamiye" ışığında, Nur talebelerinin siyasete bakışları hangi çerçevede olmalıdır?
Benim Risale-i Nurlardan anladığım "Siyaset-i Aliye-i İslamiye" şimdilik iki noktada özetlenebilir:
Birincisi: Bediüzzaman’ın bütün hayatı boyunca ve özellikle de Yeni Said diye ifade ettiği dönemdeki en önemli hayat düsturu, müsbet harekettir. Bunu vasiyet manasında kaleme aldığı son mektubunda da dile getirmiştir:
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. (Emirdağ Lahikası, 241 vd.)
Ancak bu demek değildir ki, Bediüzzaman her ulûl-emre yahut ulûl-emrin her emrine itaat edip boyun eğmeyi tercih etmiştir. Onun dilinden bunu da dinleyelim:
“Siz "şeriat" dersiniz, hâlbuki şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur'ân’la, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûl-emre itaat farzdır. (Divan-ı Harb-i Örfī, 10. Cinayet.)
Bediüzzaman’ın ilk defa geniş anlamda kullandığı manevi ve maddi cihad kavramı da günümüzde nazara alınması gereken en önemli kavramlardandır. Müslüman fertlerin sorumluluğunun devlet tarafından harici düşmana karşı savaşa davet edilmediği sürece sadece ve sadece manevi cihad olduğunu açıklaması ve maddi cihadın yalnız harice karşı yapılabileceğini izah etmesi, hem Nur hareketinin en mühim özelliği ve imtiyazıdır ve hem Emeviler döneminde aynı yolu takip eden Abdullah ibn-i Ömer, Abdullah ibn-i Abbas ve benzer büyük sahabelerin takip ettikleri en emin yoldur.
“Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir. (Emirdağ Lahikası, 241 vd.)
HZ. MEHDİ’NİN SON VAZİFESİ
İkincisi ise, Hz. Mehdi’nin son vazifesi olan İslam’ın hükümlerinin tatbiki ve hilafetin yeniden ihyasıdır. İslam’ın bu manadaki yüksek siyaseti, seyyidler cemaatinin manevi desteği, ittihad-ı İslam ve de bir Lahika mektubunda belirttiği gibi Müslüman İsevi devlet adamları vesilesiyle daha kolayca tahakkuk ettirilecektir.
“Çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklâliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâm'ın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde; Hind'de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye (Pakistan’ın kasdediyor), Cava'da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye (Endonezya’yı kasdediyor) ve Arabistan'da dört-beş hükûmet (henüz o tarihte var olmayan Suudi Arabistan, Ürdün, Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Mısır ve Körfez Ülkelerini kasdediyor) bir cemahir-i müttefika gibi, Arap birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâm'ın bu büyük bayramının mukaddemesini’’ (Tarihçe-i Hayat, sh. 521.) teşkil etmektedir.
“Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi yeryüzünün yarısında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.’’
Üstad’ın bu sözlerini yorumlayan Zübeyir Ağabey de aynı manayı haykırmaktadır:
“Ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahü Teâlâ, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye (Birleşik İslam Cumhuriyetleri) de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz.’’ (Tarihçe-i Hayat, sh. 521.)