Said Nursi'nin hamiyet ve himmet sırrı
100. Yılında Hutbe-i Şamiye Işığında İslam Dünyası konulu 1. Arama Konferansı Tebliği
Risale Haber-Haber Merkezi
Bestami Said Çiftçi'nin 100. Yılında Hutbe-i Şamiye Işığında İslam Dünyası konulu 1. Arama Konferansında sunduğu Tebliği:
Hamiyet "Ümmeti Ümmeti" Sırrı
Bediüzzaman Hazretleri, bundan tam yüzyıl önce, şiddetli bir hamiyet-i İslamiye ile İslam âleminin hastalıklarını teşhis etmiş ve bu hastalıkları tedavisi için Kur’an eczanesinden aldığı ilaçları farklı zemin ve zamanlarda toplumlara sunmuştur. Onun teşhis ettiği hastalıklardan biri de “Müslümanların himmet ve gayretlerini kişisel menfaatleri elde etmeye odaklamalarıdır.” “Bir şey mâ vudia lehinde istimal edilmezse zulüm olur” kaidesince hamiyetin yanlış kullanılmasıyla, böyle bir davranış ve amaç hem içinde yaşanılan topluma ve hem de insanlığa yapılmış bir zulüm olur.
Bu bağlamda bu araştırma “Hamiyet ve himmet” kavramı üzerinde odaklanmaktadır.
Hamiyet
Sözlükte “bir şeyin ateşte kızması, öfkelenme, himaye etme, kıskanma” anlamlarındaki HAMY kökünden türemiş bir kelimedir. Ahlak terimi olarak, din, namus ve vatan gibi üstün değerleri koruma, bunların saldırıya uğramasından dolayı öfkelenme, savunmak için harekete geçme, utanç verici bir işi yapmaktan kaçınma, aralarında kan bağı bulunan kimselerde bulunan birbirini koruma duygusu demektir.
Hamiyet göstermenin diğer anlamı ise “Himmet” kelimesiyle ifade edilmektedir. Risale-i Nur’un müteferrik yerlerinde “Hamiyet” kelimesi ya da “Himmet” kelimesi kullanılmaktadır. Bu kavram, “Âl-i Himmet, Ulüvv-ü himmet, ehl-i himmet” gibi farklı kalıplarla da ifade edilmektedir.
Hamiyet kelimesi, Kur’anda, Fetih suresinin 26. ayetinde 2 defa geçmektedir. Bu ayette kâfirlerin gösterdiği gayreti “hamiyet” olarak nitelerken, bu gayretin “cahiliyet taassubundan” kaynaklandığını belirtir. Buna “cahiliye hamiyeti” adını verir. Çünkü onların gayreti insanlar tarafından övülmek, alkış almak ve şöhret bulmak için gösterdikleri gayrettir. Oysa mü’minlerdeki gayret, gerçek bir gayrettir ki “Allah’ın resulüne ve mü’minlere bahşettiği bir sükunet ve emniyettir.” Bunun neticesi olarak Allah, resulünü ve mü’minleri “takva ve sözlerine bağlılıkta sebat ettirdi.” şeklinde överek, gerçek hamiyete layık ve ehil olanların resulü ve mü’minler olduğunu bildirmektedir.
Cahiliye hamiyeti
Bu ayete dayanarak Hubab isimli eserinde bir yorum yapan Bediüzzaman şöyle demektedir:
“İ'lem eyyühe'l-aziz! Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in'ikâs edip dalgalanan bir ziyadır.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 205)
Bediüzzaman bu konuda söz konusu ayeti daha da güncelleştiren bir bakış açısıyla Mesnevi-i Nuriye’de bir bahis daha açar:
“İ'lem eyyühe'l-aziz! Fısk çamuruyla mülevves olan medeniyet, insanları da o çamurla telvis ediyor. Ezcümle: Riyâya şan ve şeref namını vermiş; insanları da o pis ahlâka sevk ediyor. Hakikaten insanlar o riyâya öyle alışmışlar ki, şahıslara yaptıkları gibi, milletlere, hattâ unsurlara bile yapıyorlar. Gazeteleri o riyâya dellâl, tarihleri de alkışçı yapmışlardır. Bu yüzden şahsî hayatlar "hamiyet-i cahiliye" ünvanı altında unsurî hayatlara fedâ edilmektedir.” (mesnevi-i Nuriye, Zerre s. 318)
Bediüzzaman’a göre hamiyet, kişinin idealleri ve davası uğruna tüm dünyasını ve hayatını severek feda edebilmesidir (Mektubat, s. 313 - 26 Mektup, Üçüncü Mebhas, Altıncı mesele: “Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir.” Cümlesinden çıkarılan bir tanımdır.)
Hamiyet toplumsal hassasiyettir
Sünuhat isimli eserinin 199. sayfasında ise hamiyeti şu şekilde tanımlar: “Hamiyet ise, muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır. Nefret hamiyetin zıddıdır.”
Kişinin içinde yaşadığı toplumun inançlarına, değer yargılarına ve mefahirine karşı muhabbet duyduğunda, hürmet ettiğinde veya milletine karşı şefkat hissi taşıdığında, o insan için “hamiyetkâr” diyebiliriz.
Hamiyet empatidir
Bediüzzaman’a göre, hamiyet duygusu insanın yaratılışında vardır. Bencillik ve şahsi menfaat düşkünlüğü fıtrata aykırıdır. Ona göre, insan “gayrın elemiyle müteellim” bir varlıktır. Aynı zamanda empatik bir varlıktır. Diğergamdır. O halde hamiyet sahibi olması kaçınılmazdır.
Hamiyet ve yardımlaşma
Bu inanış aynı zamanda ekonomik hayatın da vazgeçilmez bir anlayışıdır. İslam’ın emirleri içinde yer alan zekat, sadaka ve nüzur gibi “vermeye yönelik” İlahi emirler, zengin insanların hamiyet sahibi olmasını gerekli kılmaktadır. Hatta diyebiliriz ki zekat gibi emirler kişsiel hamiyetin kurumsallaşmış şeklidir. Ancak “Ben tok olayım da başkası açlıktan ölsün bana ne!”, “Sen çalış ben yiyeyim!” anlayışları, faiz ve tefecilik de dahil, hamiyet duygusuna zıttır.
İslamlar içinde hamiyet feraizi işlemekle belli olur
Bediüzzaman, TBMM’de Meb’usana yaptığı konuşmada da hamiyet sahibi olmanın yolunun “feraizi yapmakla” mümkün olabileceğini belirtir. (Mesnei-i Nuriye, 191).
Hamiyetkarlık bir zâhitliktir
Hamiyetkâr olmak tasavvuftaki “zühd” kavramıyla da yakından ilgilidir. Bediüzzaman’a göre, “zühdün manası terk-i menafi-i şahsiye”dir (Münazarat s. 277). Yani “Zâhid” kendi şahsi menfaatlerini terk edip, sorumluluğunu üstlendiği insanların, talebelerinin, müridlerinin, kardeşlerinin menfaatlerine öncelik verendir.
Hamiyet bir amel-i salihtir
Bediüzzaman Sünuhat isimli eserinin hemen başında hamiyeti, cesaret ve sahavet gibi bir amel-i salih olarak değerlendirir. Özellikle erkeklerin hamiyet duygusunu fıtraten daha çok üstlenmesi gerektiğini beyan eder (Sünuhat, s. 43).
İhlas Risalesi âl-i himmetin el kitabıdır
Bediüzzaman Hazretleri Nur talebelerinin hamiyette yol haritası olan İhlas Risalesi’nde “hamiyetkâr” olmanın yollarını çizmektedir. Onun şu cümlesi “Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, haya menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz.” (Lem’alar, 224). Buna göre, hakiki bir Nur talebesi iyi bir zâhittir, diyebiliriz.
Hamiyet Müslümanların manevi yükünü taşımaktır
İnsanlık tarihi gösteriyor ki, milletlerin yükseliş dönemlerinde elde edilen zaferler, başarılar, müsbet sonuçlar fedakâr, zahmeti göze alan, çalışkan, işini başkasına havale etmeden kendisi gören yani himmeti yüksek insanlarla gerçekleşmiştir.
“Neme lazım, başkası düşünsün” diyen toplulukların gelecekleri yoktur. Bunlar toprağın emdiği dağınık yağmur damlaları gibi bencilce olduğundan, nesillerinin de yok olması kaçınılmazdır.
Bediüzzaman’ ın o meşhur sözü ile ifade edecek olursa, “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir. Kimin himmeti yalnız nefsi ise o insan değil. Çünkü insanın fıtratı medenidir. Ebna-yı cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir” (Hutbe-i Şamiye, s. 151-152).
Hamiyetkârlığa örneklerden biri: Ermeniler
Bediüzzaman hamiyetin veya himmetin doğru bir şekilde kullanılmasına olumlu örnek olarak Ermeni fedailerini vermektedir. Dünya savaşı yıllarında Doğu Anadolu’da cereyan eden çatışmalarda Ermenilerin gösterdiği hamiyetkârlığı örnek olarak gösterir: “Fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeni’nin himmeti mecmu-u millettir. Güya onun milleti küçülmüş, o olmuş veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir, bin ruhu da olsa feda etmekle iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür.” (Münazarat, s. 239).
Yine aynı eserde “menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan cani bir hayvan olur.” (aynı eser s. 129) demektedir.
İnsan türünün yazdığı tarihlere bakılırsa devletlerin çöküşü, parçalanması veya en azından gerilemesi devrin insanlarının kendi çıkarlarını düşünüp, sadece kendi gelecekleri için gayret göstermeleri olmuştur.
Hamiyet sahibi insanlar kendi devirlerinde gereken saygıyı görmeseler hatta yanlış anlaşılsalar da çağdaşlarının olsun, gelecek kuşakların olsun, insanların kalplerinde, düşünce ve duygu dünyalarında hak ettikleri yeri almışlardır. Onlar dua ile anılmayı hak etmişlerdir.
Hamiyetkârlığa İslam tarihinden iyi örnekler
Bediüzzaman hamiyeti zirvede olan şahısları örnek olarak nazarımıza sunar: Selahaddin-i Eyyubi, Celaleddin Harzemşah, Sultan Selim, Barbaros Hayreddin, Rüstem-i Zal…
Ancak Bediüzzaman saydığı bu iyi örnekler yanında bireysel hamiyet sahibi olmanın günümüzde yer bulmasının zor olduğunu, hamiyet ve gayret duygularına sahip insanların bir araya gelerek İslamiyete hizmet edebileceklerinin altını çizmektedir:
“Hikmet denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme uzanan ve dal budak salan kanun-u nurânî-yi İlâhiyenin müessisi olan hikmet-i İlâhiye, ufk-u ezelden kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile müteferrik su gibi katre katre zâyi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle, yani İslâmiyet milliyetiyle tevhid ve mezc ederek, zerratın câzibe-i cüz'iyeleri gibi bir cazibe-i umumî-i vatanî teşkil ile, kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i İslâmiyenin cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi câzibesine ittibâ ile muvazene ve âheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz.” (Divan-ı Harbi-i Örfi)
“Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyubî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat'î ile emrediyor ki: Tâ herbiriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl-i müşahhası olunuz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.” (Divan-ı Harbi-i Örfi).
Âl-i himmetin özellikleri
Gerek dini kaynaklar ve gerekse tarihi dokümanlar incelendiğinde hamiyet sahibi insanların ortak özellikleri şunlardır:
Ümitvar: İnandığı değerlerin bir gün diğer insanlar tarafından benimseneceğine dair ümidini asla kesmediği gibi, insanların da buna inanmaları konusunda ümidini kesmez.
Eğitimci: Fikirleriniinsanlara dayatmaz, öğreterek, eğiterek benimsetir.
Davetkâr: Davasını herkese pervasızca anlatır.
Sadakat: Davasına ve dava arkadaşlarına karşı inanılmaz sadakatlidir.
Mütevazi: İnsanları kendi parçası hisseder.
Fedakâr: En çok o çalışır ve en zor işleri o takip eder.
Sebatkâr: Hayatında zikzaklar yapmaz, emrolunduğu gibi dosdoğru hizmet eder..
Müşfik ve merhamet: Kendisini dinlemeseler bile insanlara karşışefkatlidir ve merhametlidir. Dava arkadaşlarından ve sahabelerinden önce onun canı yanar.
Çalışkan ve gayretli: Tembellik lügatinde yer almaz
Paylaşımcı: Bilgisini ve sahip olduğu maddi imkanlarını muhtaç olanlara dağıtır
Şecaat sahibi: Himaye ettiği değerler ve insanlar için gerekirse hayatını seve seve feda eder. Allah’tan başka kimseden korkmaz.
Âkil-Hakim: Olayları okur. Geleceği öngörür. Himaye ettiği insanları olası zararlardan himaye eder.
Feragat sahibi: Davası uğruna değil dünyasını ahiretini de feda etmeye razı olur.
Müstağni: Kimseye minnet etmez. Minnet altında kalmaz
Âdil-Hakperest: Tüm duygu ve düşünceleri ifrat ve tefritten uzak, sırat-ı müstakimdedir.Adalet-i mahzayı esas tutar.
Bu sıfatlar yanında hamiyet duygusunu yok eden, insanı bencilliğe, şahsi menfaatini düşünmeye sürükleyen dış faktörler de vardır.
Hamiyet duygusunu yok eden temel etkenler
1-) Kötü Eğitim: Şahsın kendi düşünce yapısından kaynaklanan etkenlerdir. Bu etkenin temel kaynağı kötü eğitimdir. Çocukluktan itibaren kendisine “paylaşma” duygusu öğretilmeyen, bencil davranışların sergilendiği bir aile ortamında yetişen çocukların büyüyünce “ben merkezli” bir hayat tarzını benimsemeleridir.
Nitekim Bediüzzaman “Güzel hasletlerimiz kendi pazarımızda alıcı bulmadığı için bize küsüp gayri Müslimlere gitmiş derken hamiyet duygusunu örnek vermektedir. “Din-i Hakkın muktezası olan ‘Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar’” anlayışının zayıflayan iman duygusunun ve yaygın baskıcı rejimlerin de etkisiyle şu cümleye dönüştüğünü üzülerek ifade eder:
“Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun, isterse tufan olsun.” Böyle bir ahmak düşünce yerine öğretilmesi gereken temel fikir şu olmalıdır:
“Biz ölsek, milletimiz olan İslamiyet haydır, ilelebet bakidir. Milletim sağ olsun; sevab-ı uhrevi bana kafidir, milletimin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşattırır, alem-i ulvide beni mütelezziz eder. ‘Ölüm Nevruz Bayramı günümüzdür.’ Deyi, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber edinmeliyiz.” Münazarat, s. 244-245)
İmanî ve İslami bir terbiye davranışı kazanamamış insanların oluşturduğu bir toplumun ne kadar feci bir ortama sahip olduğunu düşünebiliyor musunuz?
Bediüzzaman böyle kötü bir eğitim yerine çocukluktan itibaren verilmesi gereken eğitimi şu şekilde özetler: “bence bir kalp ve vicdan fezail-i islamiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakiki hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez” buyurmaktadır.
O halde hamiyet duygusu öğretilebilir bir davranıştır. Eğitimcilerin bun konuda “değerler eğitimi” içinde hamiyet duygusunun öğretimini dikkate almalarını önermekteyiz.
Bediüzzaman hazretleri “salahat, fazilet ve nur-u kalp” üçlüsünü “maharet, hamiyet ve nur-u fikir” üçlenmesiyle eşleştirerek ortaya yeni bir değer eğitimi modeli ortaya koymaktadır.
2-) Baskıcı yönetim: Bencillik, siyasi otoritenin dikta yönetimlerle, antidemokratik rejimlerle sürdürüldüğü, muhbirlik ve ispiyonculukla insanların zarar gördüğü, baskıcı rejim insanlarının tipik karakteristiğidir. Bu tür rejimlerde insanların maskelerle dolaşırlar. Olduğu gibi görünmezler. Herkesin fikri gemisini kurtaran kaptan olmaktır. Gördüğü kötülüğe asla karışmazlar. Menfaati gerektiriyorsa el sürer. Yoksa düşene o da bir tekme atar. Alçak ve sefil davranışların egemen olduğu böyle bir toplumda hangi hamiyetten söz edilebilir. Onun için Bediüzzaman Hazretleri “neme lazım, başkası düşünsün” diyerek şahsi menfaatlerini önceleyenlerin bu düşüncesinin “istidat eseri” olduğunu belirtir.
Bediüzzaman özgür toplumların, yönetimleri “meşrutiyet-i meşrua” olan idarelerin her türlü hak ve özgürlüklerde şahane serbest olan toplumların daha kişilikli olduğunu belirtir. Hatta imanın parlamasının sebebinin hürriyet ortamı olduğunu belirtir. Onun için sahabelerin o asr-ı saadette mükemmel bir hürriyet ortamında kazandıkları iman ile ilişkilendirerek, “iman ne kadar parlak olursa hürriyet o kadar parlar” demektedir.
Demek ki özgürlükler imanı, iman da özgürlüğü çekmektedir. Hakiki mü’min şahsi menfaatler gibi cüz’i şeyler için “dinini dünyasına satmaz. “ahreti bildikleri halde, dünyayı bilerek ve severek tercih edenlerden hangi hamiyet beklenebilir. Demek ki hakiki mümin olunarak ve mümin kalınarak gerçek himmet sahibi insanlar olabiliriz.
3-) Irkçılık: Bediüzzaman’a göre, toplumun sağlığını bozan ve insanlardaki hamiyet duygusunu öldüren en önemli etkenlerden birinin de “ırkçılık” olduğunu belirtir. Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde, özelikle 26. Mektubun Üçüncü Mebhasi ve farklı lahikalarda bu tehlikenin bir boyutu olarak “hamiyet duygusunu” yok ettiğini beyan eder. İnsanların “sahte hamiyetfüruş” olmasına yol açar.
Bu hadiseyi açık olarak yazdığı bir makalede (Hutbe-i şamiye, s. 162) II. Abdulhamid’ten sonra tahta oturan Sultan Mehmet Reşad ile şark vilayetlerini temsilen Rumeli’ye yaptığı seyahatte, trende sohbet ettikleri iki “mektepli-mütefennin” insanla bir sohbetinden bahseder. Okumuş-yazmış, bilimleri takip eden bu iki yol arkadaşın Bediüzzaman’a sorular şudur: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lazım?”
Bu soruya Bediüzzaman, şuurlu bir imana sahip bir mü’minin her şeyin dizginini elinde tutan Rabbini tanımasıyla, tüm varlıkların bir nizama tabi olduğunu hiçbir varlığın başıboş bırakılmadığını vurgular. Oysa kalbinde dini hamiyet yerine kuru milliyetçilik olan ve iman zafiyeti içinde bulunan bir insanın hayatı korkularla doludur. Geçmiş asırlarda Müslümanların başarısındaki sır hamiyet-i diniyedir. (Daha geniş bilgi için bakınız Hutbe-i Şamiye, s. 162)
Hamiyetin yanık feryadı: Âh davam!
Hamiyet duygusunu ahirzamanın vazifeli şahsı olmasından dolayı en yüksek noktada hisseden Bediüzzaman Hazretleri bu sorumluluğunu şu ifadelerle belirtmektedir:
“Fıtratımda rikkat-i cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka, binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım. Ve siz ne kadar firak belâsını çekmişseniz, benim kadar o belâya mâruz kalmamışsınız. Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâtlarının, hattâ mâsum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkatle hissediyordum. Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim. Belki bu memleketle ve belki âlem-i İslâmın kıt'asıyla, hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum.” (Lem’alar, s.310)
Yazdığı ölçüleri önce kendi nefsinde gösteren o hamiyet sahibi yüce sultanın kendi cümleleriyle makaleyi bitirelim:
"Bana ıstırap veren yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ıstırabım, yegâne ıstırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!”
“Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”
“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”
….
“Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”