Said Nursi'nin Rüyada bir hitabesini yayınlayan gazete

Said Nursi'nin Rüyada bir hitabesini yayınlayan gazete

Yazıları gazetenin orijinal sayfası ile birlikte yayınlıyoruz

Yayına hazırlayan: Mustafa Duman

RİSALEHABER-Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bir çok gazetede yazı yazmıştı. Bunların bir kısmı Risale-i Nur külliyatında da yer alıyor. Hangi gazetede yazdıklarını tek tek arşivlerden bulup çıkardık. Hangi gazetede, ne zaman neyi yayınladığını tarihleri ile birlikte tespit ettik. Yazıları gazetenin orijinal sayfası ile birlikte yayınlıyoruz.
İlk gazetemiz “Açıkgöz” gazetesi. “Rüyada Bir Hitabe” konusunun yayınlandığı gazeteye dair bilgi ve yazı şöyle:

Açıksöz Gazetesi (×)

Açıksöz Gazetesi 15 Haziran 1919 (1335) yılında yayın hayatına başladı. Sahibi Hamdi Çelen, mes'ul müdürü Hüsnü Açıksöz'dür. Basıldığı yer ise Kastamonu vilâyet matbaasıdır. Açıksöz'ün ilk 12 sayısı 38x41 ebadında dört sütunlu iki sayfadır. 

1919 Temmuzunun ilk haftasında matbaa işçilerinin greve gitmeleri sonucu 4. sayısı teksir makinesinde basılmıştır. 16 Eylül 1919 tarihinden sonra Kastamonu'nun Kuva-yı Milliye ile birleşmesiyle "Zafer Gazetesi" kapanmış ve matbaanın imkânları genişlemiştir. Bu sebeple 21 Eylül tarihli 13. sayıdan sonra Açıksöz, dört sayfa olarak çıkmaya başlamıştır. 1920 yılının kışı çok şiddetli geçtiğinden dolayı o yıl İnebolu yolu kapanmış, İstanbul’a sipariş edilen kağıtlar gelmediği için 14 Şubat 1920 (1336) tarihli 34. sayıdan itibaren Açıksöz, tek yaprak olarak birinci hamur kağıda basılmıştır. Nihayet kış hızını kaybedince yollar açılmış, kâğıt gelmeye başlamıştır. 

Açıksöz 21 Mart 1920 tarih ve 39. sayıdan itibaren tekrar dört sayfa olarak çıkarılmaya başlanmıştır. 49. sayıdan itibaren ise Pazartesi ve Perşembe günleri olmak üzere haftada iki gün olarak çıkarılmaya başlanmıştır. Açıksöz 9 Mart 1921 (1337) tarih ve 128. sayıdan itibaren Cumartesi hariç her gün çıkmaya başlamıştır. Ebadı aynı kalmakla birlikte sayfa adedi dörtten ikiye inmiş, sütun adedi ise dörtten beşe çıkmıştır. 1 Nisan 1921 (1337) tarihinde yayınlanan 149. sayıdan itibaren ebadı 41x57'ye büyütülmüş, sütun adedi ise beş olarak kalmıştır. Açıksöz'ün 261. sayısından itibaren başyazarlığına Hüsnü Açıksöz yerine İsmail Habib Sevük geçmiş ve her gün bir makale yayınlamıştır. 

16 Aralık 1922 (1338) tarihli 609. sayısından itibaren başyazarlığa Dr. Fazıl Berki getirilmiştir. Dr. Fazıl Berki, 12 Aralık 1924 (1340) tarihli 1237. sayısına kadar resmen Açıksöz'ün başyazarlığını yapmıştır. Bu tarihten sonra gazetede başmuharrir kaydı kaldırılmış ve makaleler imzasız olarak yayınlanmıştır. 

19 Eylül 1927 tarihli 2270. sayıdan itibaren Ahmed Hamdi Çelen, Açıksöz'ü tamamen Hüsnü Açıksöz'e devretmiştir. Hüsnü Bey, gazetenin hem sahibi, hem başyazarı ve hem de sorumlu müdürlüğünü yapmıştır. Yeni harflerin kabulü üzerine Açıksöz, 5 Haziran 1928 tarihli 2271. sayısından itibaren bazı tarihleri yeni harflerle yayınlamış, 9 Eylül 1928 tarihli 2341. sayıdan itibaren ilk defa yeni harflerle dizilmiş bir haber yayınlamıştır. Daha sonraları 5 Aralık 1928 tarih ve 2411. sayıdan itibaren tamamen yeni harflerle yayınlanmaya başlanmıştır. Nihayet Açıksöz, 14 Aralık 1931 tarihinde yayın hayatına son vererek kapanmıştır.

(×) Milli Mücadelede Kastamonu Basını, Faruk Söylemez
 

acikgoz1.jpg

Sahife 2

İSLAMIN MUKADDERATI HAKKINDA RÜ’YADA BİR HİTABE

A’zam-ı mütefekkirin-i İslamiyeden Bediüzzaman Said-i Kürdî hazretlerinin İstanbul mahfil-i siyasiye ve ilmiyesinden mühim te’sirler yapan rü’ya-yı hakimânelerinin ahiren elde ettiğimiz bir suretini ehemmiyet-i azimesine mebni bir vech-i âti enzar-ı ibrete arz ediyoruz:

335 senesi eylülünde hâdisat-ı dehrin verdiği ye’s ile şiddetle muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rü’ya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rü’ya-yı sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk ile yalnız bana söylettirilen noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki: Bir Cum’a gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi, dedi:

-Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.
Gittim. Gördüm ki münevver, emsalini dünyada görmediğim selef-i sâlihînden ve her asrın meb’uslarından mürekkeb bir meclis, hicab ettim, kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki:

-Ey felâket, helâket asrının adamı! Senin de re’yin var. Fikrini beyan et.
Ayakta durup dedim: – Sorun, cevab vereyim.
İçlerinden biri dedi: –  Mağlubiyetin neticesi ne olacak? Galibiyet halinde ne olurdu?..

Dedim: – Musibet şerr-i mahz olmadığı için bâzan saadetten felâket doğduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile kendini yek-vücud ad ettiği âlem-i İslâma fedaya vazifedar gören bu alemdar-ı hilafet devlet-i İslâmiyenin felâketi âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafî edilecektir. Zira şu musibet, maye-i ruhumuz, âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde ta’cil etti. Biz incinirken Âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa biraz daha incitse bağıracaktır. Şayet ölsek yirmi öleceğiz, fakat üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i muvakkata kaybettik. Fakat bir saadet-i âcile-i müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î, pek mütehavvil ve mahdud olan hali geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.

Birden meclis tarafından denildi: – İzah et.
Dedim:
– Devletler, milletler muharebesi tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki’ ediyor. Zîrâ beşer esir olmak istemediği gibi  ecîr olmak da istemez. Galib olsaydık, hasmımızın elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şiddetle kapılacak idik. Hâlbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münafî, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa ve parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsaydık âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik. Şu medeniyet-i habise ki biz ondan zarardan başka bir şey görmedik; Eğer o cereyan-ı müstebidaneye kendimizi kaptırsaydık, nazar-ı şeriatta merdud olan seyyiatı hasenata galebe ettiğinden maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşî bir medeniyetin himayesini deruhde  edecekdik.

Meclisten biri dedi: – Neden Şeriat şu medeniyeti reddeder?
Dedimki:
– Çünkü o medeniyet beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir: Nokta-i istinadı (kuvvet) der. Onun şe’ni ise tecavüzdür. Hedef-i kasdı (menfaat) dır. Onun şe’ni ise tezahumdür. Hayatta düsturu (cidal) dir. Onun şe’ni ise tenazu’dur. Kitleler arasındaki rabıtası âheri yutmakla beslenen (unsuriyet ve menfî milliyet) dir. Onun şe’ni ise böyle müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti heva hevesi teşci’,  arzularını tatmin, metalibini teshildir. O hevanın  şe’ni ise insaniyeti derece-i melekiyetden dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i maneviyesine sebeb olmaktır. Bu medenîlerden çoğunun eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. İşte onun için bu medeniyet-i hazıra beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış, onunu mümevveh (sahte) saadete çıkarmış, diğer onu da beyne beyne bırakmış. 

Saadet odur ki külle, ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalildir. Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân ancak umumun, hiç olmazsa ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevanın tahakkümüyle havaic-i gayr-ı zaruriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmişdir. Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y masrafa kâfi gelmediğinden hileye, harama sevketmekle  ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet ve haşmete bedel ferdi fakir, şahsı ahlâksız etmiştir. Kurûn-u ûlânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu. Âlem-i İslâm’ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması, kabulde ıztırab çekmesi cây-ı dikkattir. Zîrâ istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel’ olunmaz. 

Bir asıldan tev’em olarak eski Roma ve Yunan dehaları su ve yağ gibi mürur-u a’sara, medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine rağmen yine istiklallerini muhafaza etmiş, âdeta tenasühle o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyor.  O yağ ,o su gibi şeriatın ruhu olan nur-u hidayet o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiç mezc olunmaz, bel’ olunmaz.

Dediler: – Şeriat-ı Garra’daki medeniyet nasıldır?.
Dedim:
– Şeriat-ı Ahmediye’nin tazammun ettiği ve emir buyurduğu medeniyet ki medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir; ötekinin menfi esasları yerine müsbet esaslar vaz’eder. İşte nokta-i istinadı kuvvete bedel (hak) dır ki şe’ni adalet ve tevazündür. Hedefi menfaat yerine (fazilet) dir. Ki şe’ni muhabbet ve tecazübdür. Cihet-i vahdeti unsuriyet ve milliyet yerine (rabıta-i dinî, rabıta-i vatanî ve sınıfî) dir ki şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet,  haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafü’dür. Hayatta düstur-u cidal yerine (düstur-u teavün) dür, ki şe’ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine (hüda) dır ki şe’ni insaniyeten terakkî ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdid eder. Nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.
Biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlum varsa İslâmdan doksan, belki doksanbeştir. 

Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız bulmakla hem istinadsız; hem bütün emeğini heder, hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise  âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirmek, kendine hâdim kılmaktır. Zîrâ düşmanın düşmanı dosttur. Nasılki düşmanın dostu düşmandır. (min hays).

Şu iki cereyanın hedefleri, menfaatleri zıd olduğundan birisi “Öl!” ise, diğeri “Diril!” diyecek. Birinin menfaatı zararımızı, ihtilaf ve tedennîmizi, zaafımızı, uyumamızı istilzam ettiği gibi ötekinin menfaatı dahi kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarûre iktiza eder.

Şark husumeti İslâm inkişafını boğuyordu.  Zâil oldu ve olmalı. Garb husumeti İslâm’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir. Bakî kalmalı.
Birden o meclisten tasdik emareleri görüldü. Dediler: – Evet, ümidvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek, en gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır.

Tekrar biri sordu: – Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdiniz ki musibetle hükmetti. Musibet-i âmme ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?

Dedim: – Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekât. Zîrâ Hâlık Teâlâ yirmidört saattan yalnız bir saati beş namaz için bizden istedi. Tenbellik ettik, beş sene yirmidört saat talim-i meşakkat ile bir nevi namaz kıldırdı. Senede yalnız bir ay oruç nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, kefareten beş sene oruç tutturdu. İhsan ettiği maldan kırkda bir yani zekât istedi. Buhl ettik. Zulmettik. O da bizden müterakim zekâtı aldı. El ceza-i min cins-il a’mel. Mükâfat-ı hazıramız ise fâsık, günahkâr bir milletten humsu olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı: gâzîlik, şehâdet verdi müşterek hatadan neş’et eden müşterek musibet mazinin günahı sildi.

Yine biri dedi: – Bir âmir, hata ile felâkete atmış ise?...
Dedim:
– Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdârın hasenatı verilecektir, bu ise hiç hükmündedir; veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybdaki mükâfatı ise derece-i şehâdet ve gaziliktir.
Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Kendimi terli, elpençe yatakta oturmuş buldum. Gece böyle geçti.
***
Haşiye. – Rü’yada (Hac) hususunda bir söz cereyan etmedi. Çünkü haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gadab ve kahrı celb etti. Cezası da keffar-ı zunub değil, kesaret-i zunub oldu. Zira haccın bilhassa teârüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaîyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i
İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki düşmana milyonlarla İslâmı İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti. İşte (Hind)! Düşman zannettiği pederini öldürdü. Şimdi başında oturmuş, ağlıyor, feryad ediyor.

İşte (Tatar)! Öldürülmesine yardım ettiği şahsın kardeşi olduğunu ba’de harab-il Basra anlamış,  Ayağı ucunda figan ediyor işte (Arab)! Yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürmüş, şimdi hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte (Afrika) biraderini tanımayarak öldürdü. Şimdi vaveylâ ediyor. İşte âlem-i İslâm! Gafletle bilmeyerek bayraktar oğlunu öldürmesine yardım etti. Şimdi vâlide gibi saçlarını yoluyor. Âh u figan ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi. Fe’ tebiru yâ ulul ebsar. 
***
Aynı gün pür-ümid dünyevî bir meclise gittim. Dünyevîler dedi ki: Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?

Dedim: – Euzubillahi mineşşeytani vessiyaseti. Evet İstanbul siyaseti İspanyol gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırıyor. Biz müteharrik-i bizzât değiliz. Bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor. Biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder. Biz kendimizden hayal edip o telkinatı esammane icra ederiz. Mademki menba’ Avrupadadır. Gelen cereyan ya menfî veya müsbettir  menfîye kapılan  harf gibi  (Delle ale ma’ni fi nefsi gayri), yahut (la ye’dul a’la ma’ani fi nefse)  tarif edilir. Demek bütün harekâtı bizzât haric hesabına geçer iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti faide vermez. Bahusus menfî iki cihet-i za’fla haric cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl olur.

Diğer müsbet cereyan ise ki dâhilden muvafık şeklini giyer. İsim gibi (Delle ale ma’ni fi nefsi)  dir. Hareketi kendinedir. Tebeî haricedir. Lâzım-ı mezheb mezheb olmadığından belki muahez değil bahusus iki cihetle kuvveti haric cereyanın müsbet ve za’fına inzimam etse harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir.

Dediler: – Dinsizliği görmüyormusun meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.
Dedim:
– Evet lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki muharrik aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih siyasetçilik veya tarafgirlik ise tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse mes’uldür.

Denildi: – Nasıl anlarız?
Dedim:
– Kim fâsık siyasetdaşını mütedeyyin muhalifine sû’-i zan bahaneleriyle tercih etse muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini inhisar zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle kavî bir ekseriyete karşı aleyhdarlık meyli uyandırarak nazardan düşürmek

Sahife 3

istese muharriki tarafgirliktir. Meselâ iki adam dövüşürler. Biri zaîf düşeceğini hissedince elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatmakla himayesini davet etmek, Kur’ân’ı kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ ki kendisiyle beraber çamura düşmesin. Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur’ân’ı  Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına Kur’ân’ı siper etse himayet damarını tahrik etmeye bedel hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla zaîf bir elde beraber yere düşerse o, Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demektir. 

Evet, dine imale, onu iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihdar etmekle dine hizmet olur. Yoksa “dinsizsiniz” dese bu, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfî tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât  menfî siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedid hasmıdır, ki hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır.

Dediler: – Evvelce sen İttihada şedid bir muarız idin. Neden şimdi sükût ediyorsun?
Dedim:
– Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu onların hasenesi olan azm ü sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır. Bence yol ikidir. Mizanın iki kefesi gibi. Birinin hıffeti ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı General Antranik ile beraber olarak Enver’e yahut Venizelos ile beraber olarak Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.

Dediler: – Fırkacılık lâzım-ı meşrutiyettir.
Dedim:
– Bizdekilerde hutût-u efkâr telâki için mütemayilen imtidada bedel münharifen gittiğinden nokta-i telâki vatanda değil, belki kürede bile görülmüyor. Vücûd, adem gibi birinin vücûdu ötekinin ademini ister. İnad bâzan müfrit fırka mutaassıblarına  dalâl ve bâtılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse melek der, rahmet okutur. Ötekini melek görse libasını değiştirmiştir, der, lanet eder. Sû’-i zan ve hüsn-ü zan nazariyle dürbinin iki tarafı gibi leh – aleyhdar,  vâhî emareyi bürhan – bürhanı  vâhî emare görür. İşte şu zulümdür (İnnel insane le zalum) sırrını gösterir. Zîrâ hayvanın aksine olarak insanın kuvâ ve meyilleri fıtraten tahdid edilmemiştir. Meyl-i zulüm hadsizdir. Lâsiyyema (ene) nin eşkâl-i habisesi olan hodgamlık, hodfikirlik, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad o meyle inzimam etse öyle ekber-ül kebairi îcad eder ki beşer henüz ona isim bulmamışdır. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi cezası da yalnız Cehennem olabilir. Meselâ birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına, hattâ ehibbasına, hattâ meslekdaşına zulmünü teşmil eder.(la te’ziru vaziratun uhra) ya karşı temerrüd eder.

Meselâ: Muteharris bir intikam veya müntakim bir hilaf ile bir kere demiş ki: “İslâm mağlub olacak, kalbi parçalanacak.” Artık sırf o müraî ruhdan gelen yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü doğru göstermek için İslâmın mağlubiyetini, İslâmın perişanlığını arzu eder, alkışlar. Hasmın darbesinden mütelezziz olur.

İşte şu alkışı, şu gaddar telezzüzdür ki, mecruh İslâm’ı müşkil mevkide bırakıyor. Zîrâ hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım “sükût et” demiyor. Belki “Alkışla, mütelezziz ol, beni sev!” diyor, onları misal gösteriyor.
İşte size dehşetli bir günah ve zulüm ki ancak haşirdeki mizan tartabilir.
…عَلَیْھَا قِسْ وَ (ve buna kıyas et)

Denildi: – Mağlubiyet malûmdu. Biz bilirdik. Bilerek bizi belaya attılar.
Dedim:
– Acaba Hindenburg gibi müthiş mütehassıslar indinde nazarî kalmış olan gaye-i harb sizin gibi acemîlere nasıl malûm ve bedihî olabiliyor?.Sakın fikir dediğiniz şey  - Eliyazü    billah - arzu olmasın. Bâzan zalimane intikam-ı şahsî arzuya fikir suretini giydirir. Mülevves bir çamura düşmüşsünüz. Misk ve anber diye yüzümüze, gözümüze bulaştırmamalıyız.
***
İşte misalîlerin münevver gece meclisinde, dünyevîlerin muzlim gündüz mahfelinde akıldan akma değil, kalbden çıkan beyanatım. İster kabul et, ister etme. Ferîkun fi'l-cenneti ve ferîkun fi's-saîr. Vallahu yehdî men yeşâ’u ilâ sırâtin müstakîm. (Şura suresi, 7. âyet)

İstanbul
Bediüzzaman Said

gazete1.jpg

gazete2.jpg

gazete3.jpg

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum