Said Nursi'nin 'Sıddık' ünvanı verdiği talebesi

Said Nursi'nin 'Sıddık' ünvanı verdiği talebesi

Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden olan Sıddık Süleyman Kervancı, 1898 yılında Barla’da dünyaya geldi.

Sıddık Süleyman (1898-1965)

Barla’ya sürgün edildiğinde, Said Nursî’nin hizmetine koşan ilk kahramanlardandır. İsmi Risâle-i Nur’da “Sıddık Süleyman”, “Barlalı Süleyman”, “Süleyman Efendi” ve “Süleyman” olarak geçer. Bediüzzaman’ın hizmetine girdiğinde otuz yaşında ve iki kız çocuk babası idi. Geçimini, tarlasında yetiştirdiği sebzeleri satarak sağlıyordu. Dürüstlüğüyle tanınan ve herkes tarafından güvenilen bir kimseydi. Sekiz yıl boyunca Bediüzzaman’a ve Risâle-i Nur’a fedakârca hizmetlerde bulundu. Bediüzzaman ona “Sıddık” unvanını verdi. Ömrü boyunca iman hizmetini devam ettiren Sıddık Süleyman, 6 Mayıs 1965 tarihinde Ankara’da vefat etti. Cenazesi buradan alınarak Barla’ya götürüldü ve kasabanın kabristanına defnedildi.

Barla’ya geldiği yazın ilk günlerinde Bediüzzaman yalnız, garip, kimsesiz, tek başına Barla dağlarında dolaşmakta ve kâinat kitabını okuyarak Kur’ân’dan aldığı dersleri yazmaktadır. Böyle bir günde aniden bastıran yağmur altında dağlarda sığınacak bir yer bulamaz. Sırıl sıklam yağmurun altında kalır ve ıslanır. Yağmur ve çamurdan parçalanan siyah lastik ayakkabısını eline alır, çamurları çiğneyerek ağır ağır evine gelir.

Bu sırada Yokuşbaşı çeşmesinin yanında köylüler toplanıp sohbet etmektedirler. Bediüzzaman’ın bu garip ve hazin halini gören Süleyman isimli bir genç, topluluktan ayrılıp onun peşine takılır. Çeşmeye yaklaşan Bediüzzaman, arkasından birinin gelmekte olduğunu hisseder. Dönüp arkasına bakar ve “Gel kardeşim” diye Süleyman’ı çağırır. Hızla gelen Süleyman, Bediüzzaman’ın elinden yırtık ve çamurlu lastiği alır ve çeşmede yıkar. Sonra birlikte Bediüzzaman’ın evine çıkarlar. İşte bu Süleyman o günden itibaren hiç gücendirmeden sekiz yıl sebat ve sadakatla Bediüzzaman’a hizmet edecektir.

O günleri Sıddık Süleyman daha sonra şöyle anlatacaktır:

“Bir bahar günü ikindiden sonra idi. Barlalı bir kısım gençlerle birlikte köyün aşağı dere kısmından gelip köyün içinden geçen yolun kenarında toplanmış konuşuyorduk. O güne kadar kendisiyle tanışıp konuşamamıştım. Çünkü henüz çok gençtim. Fakat Üstadın hemen her gün sabah evinden çıkıp kırlara gittiğini ve akşama doğru eve döndüğünü görüyordum. O günü yağmur yağmış, yerler çamurdu. Hz. Üstad, bizim toplanıp konuştuğumuz yerin on beş metre kadar ötesinden geçiyordu. Eliyle bize selâm işaretini verdi. Selâmını aldık. Baktım ki, mübareğin bir ayağında ayakkabısı var, ötekisinde yok. Ayakkabısı yırtılmış elinde. Dayanamadım, ‘Gideyim bu muhtereme bir yardım edeyim’ dedim. Arkasından yürüdüm. O, evine taraf gidiyordu. Kendisine arkadan yaklaştım. Yürürken bir ara başını çevirdi ve bana ‘Gel kardeşim!’ dedi.

Beraber evine çıktık. Çeşmeden su getirdim. Ayakkabılarını yıkadım. Ellerine su döktüm. İsmimi sordu. ‘Süleyman’ dedim. Sonra bana: ‘İşin olmadığı zaman gel!’ dedi.” 1

Barla’ya gelen Bediüzzaman’a yakınlık gösterip yardım eden Sıddık Süleyman hem yardımcı, hem de talebe oldu. Sekiz yıl boyunca sadakat ve hizmetini devam ettirdi. Bahçesini Üstadına tahsis etti. Cennet konusunu işleyen Yirmi Sekizinci Söz onun bahçesinde bir iki saat zarfında yazıldı. Bu risâlenin yazılmasından sonra Süleyman’ın bahçesinin adı “Cennet Bahçesi” oldu. Böylece hem bahçenin, hem de sahibinin adı unutulmazlar arasına dâhil oldu.

Bediüzzaman, Sıddık Süleyman’ın yazdığı bir mektubun başına şu notu düşer:

“Altı sene bana kemal-i sadakatle, hasbî olarak hizmet eden ve harika olarak benim gibi bir asabî adamı hiçbir vakit gücendirmeyen ve müsvedde kâtipliğini daima yapan Süleyman Efendinin fıkrasıdır.” 2

Sırf Allah rızası için kendisine büyük bir hizmette bulunan ve Risâle-i Nur’un neşrinde katkılarıyla hisse sahibi olan Sıddık Süleyman, Bediüzzaman’ın övgüsüne mazhar oldu. Her vesile ile hatırı soruldu. Ayrılıktan sonra da unutulmadı ve daima ismi duâya dâhil edilenlerden olma bahtiyarlığına erdi. İşte Santral Sabri Efendiye yazdığı mektuptan onunla ilgili bir bölüm:
“… Senle Sıddık Süleyman, benim nazarımda ve fikrimde ve duâmda daima beraber bulunduğunuzdan, seninle konuştuğum vakit, omuz omuza ikinizi beraber görüyorum. Mâsum ve mübarek çocuklarınız duâdan hissedardırlar.” 3

Sıddık Süleyman aleyhinde Barla’da bazı kişiler tarafından dedikodu çıkarılınca Bediüzzaman onu savunmak zorunda kalır. Şöyle ki:

“Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memuru, çok adamlar onu tenkid ediyorlar. ‘Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, adeta münafıklık ediyor’ derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor; mahiyeti nedir, bildir” sorusuna Bediüzzaman şöyle cevap verecektir:

“Süleyman sekiz sene benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-i maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp, kemâl-i sadakatle lillâh için hizmeti bu köyce malûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil, belki bu vilâyet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk, bu zamanda bulunması, medâr-ı ibrettir. Ben hem garip, hem misafirim. Benim istirahatimi temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenâb-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş’u ve Muhacir Hafız Ahmed’i ve Abdullah Çavuş’u bana ihsan etti. Ben de Cenâb-ı Hakk’a şükrediyorum. Bunlar, bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. (…)

“Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemâl-i şevkle, minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemâl-i sadakatle yapmış. Hattâ o derece hizmeti sâfi ve hâlis, lillâh için yapıyordu, belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümit edilmediği bir tarzda geliyor; ‘Fesübhânallah’ diyordum. ‘Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?’ Anladım ki o, istihdam olunuyor; sadakatinin kerâmetidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatinin bir ikram-ı İlâhî olarak, o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi, sütten, memeden bile kesilmedi. (…)

“Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet, bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işâalar izhar ettikleri zaman, ona tesellî nevinden dedim ki: ‘Sana bu sû-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.’ O da kemâl-i sürur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.

“Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zat, bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için, mümkün olduğu kadar—cevaz da olsa—söylemiyor. Ve bilhassa Ramazan’da, bütün bütün içtinab eder. Zaten ahlâkında başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işâasına sebep, bu kadar olmuş: Birisi sormuş, ‘Hoca Efendi filân adama şöyle demiş mi?’ O da geldi, bana aynı sözü söyledi ki, o adama cevap versin. Hâlbuki o sözde ne gıybet var, ne de bir şey. Her neyse...

“Ben bu köyde ümit etmiyordum ki, benim en ziyade itimad ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkit etsinler. Zannederdim ki, ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki, köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkit ededursunlar, o tenkidlerden ne çıkar? Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir.

“Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilâkis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman’a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat’iyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhâhıma karşı istinkâf ediyordu. ‘Niçin böyle yapıyorsun?’ derdim. ‘Hizmetimize maddî fayda girmeyip, fîsebîlillâh, ihlâslı olmak istiyoruz’ derdi.
 
“Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zata bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman’ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman—bildiğime göre—birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun, hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.  (…)

“İşte bu zatın hakikî hali bu sûrette iken, insafsız insanlar bunun hakkında işâa ediyorlar ki, ‘Said’in sayesinde yaşıyor.’ O da kemâl-i iftiharla dedi: ‘Evet, Üstadımın sayesinde kanaati ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlâsa sevk eder’ dedi.” 4

Bediüzzaman maddî ve manevî sıkıntılar içinde yaşarken özellikle bazı talebelerinin kendisini ziyaret etmesinden büyük bir mutluluk duymuş ve mektuplarına kaydettirmiştir. Bu kayda geçenlerden birisi de yine Süleyman’dır; “Bu şiddetli maddî ve mânevî kışın, sıkıntılı maddî ve mânevî hastalığı vaktinde dünyadan mufarakat ve pek çok alâkadar olduğum Nurcu kardeşlerimden iftirak ihtimalinden gelen elemler beni sıkarken, birden Sıddık Süleyman, Nur Santralı Sabri, umum o havalideki kardeşlerim namına ve nesebi akrabalarımın da hesabına, Abdülmecid ve Abdurrahman mânâsında buraya geldiler. Cenâb-ı Hakk’a şükrediyorum, onların gelmesi, bir panzehir hükmünde bana ilâç oldu. Ben de buradaki âdetime muhalif olarak ne olursa olsun yanıma dâvet ettim, geldiler. İki üç saat kadar tam bütün meraklarımı, hususan Barla’daki dostlarımın hallerini anlamakla, Barla’daki eski zamanıma mesrurane bir seyahat-ı maneviye-i hayali yaptık. Ondan bir ferah, bir inşirahla elîm sıkıntılarım zâil oldu. Onları bir iki gün burada bırakmak isterdim. Fakat bu fena zaman ve buranın evhamlı vaziyeti müsaade etmedi. Bu iki kardeşimizi, umumunuzun hesabına kabul ettim. Ve kendime bedel, umumunuza iki canlı mektup olarak gönderdim.” 5

Sıddık Süleyman’ın hizmetini muhtelif vesilelerle öven, hizmetini takdir eden ve bunu diğer talebelerine yazdığı mektuplarda da dile getiren Bediüzzaman, daima kendisine duâcı olduğunu da ilâve etti. “Mektuplarınızda ara sıra Sıddık Süleyman’ın, eski zamanda hararetli sadakati ve alâkadarlığı ve kuvvetli şakirtliğiyle bahsi geçiyor. O zat, ben ölünceye kadar onun sadakati ve selâmet-i kalbini ve bana ve Risâle-i Nur’a halisane hizmetini unutamıyorum.” 6
Barla ile ismi birlikte anılan ve Barla denince ilk akla gelen simalardan bir tanesi kuşkusuz “Sıddık” unvanlı Süleyman’dır. Yok edilmeye çalışılan bir fikir ve düşünce âliminin, yok edilemeyeceğini sadakatiyle gösteren Sıddık Süleyman…

Bediüzzaman Said Nursî’nin Barla’ya sürgün edilmesinin belki de en büyük sebebi; onu tamamen toplumun dışına atmak, insanlarla irtibatını kesmek, unutturmak ve böylece vefatına kadar silik bir hayat sürmesini sağlamaktı. Özellikle Barla gibi ıssız ve ulaşımı zor bir beldenin seçilmesi bunu açıkça göstermektedir. Bu dönemde böyle sürgün hayatı yaşatma ve insanları muhtelif yollarla tehdit edip uzaklaştırma, sık sık başvurulan yöntemlerin başında gelmekte idi.

Çoğu insanın korkusundan yanaşamadığı ve uzak durduğu bir dönemde Süleyman, Bediüzzaman’a dost ve talebe olmuştur. Sekiz yıl boyunca yaptığı samîmî hizmeti ve arkadaşlığından dolayı Üstadından “Sıddık” unvanını almıştır. Cennet bahsinin konu edildiği Yirmi Sekizinci Söz onun bahçesinde yazılmıştır. Bundan sonra bahçesinin adı da “Cennet Bahçesi” olmuştur. Orası bugün Barla’da en çok ziyaret edilen yerlerden birisi olmuştur.

Dipnotlar:
1- Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 2, s. 604-605.
2- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 113.
3- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 33.
4- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 324-328.
5- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 167.
6- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 259.
7- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, 330.
8- N. Şahiner, Son Şahitler, c.3. s. 74-75.

Risale-i Nur Enstitüsü