Said Nursi'nin sözüyle irkildim
Bir akşamüstü, Bediüzzaman Said Nursî'nin sözüyle irkildim. Ah nasıl da bilememişim!... Senai Demirci gıybeti bakın nasıl yorumladı?
Senai Demirci'nin yazısı:
"Onur süvarileri..."
Son iki yılımı gıybeti düşünmeye ayırdım. Okudum, okudum. Yazdım. Hani, denir ya, "elinde çekiç olan çivileri görür"müş... Ben de her sözde, her yüzde, her bahiste "gıybet"i okudum. Bir gün, bir dostum, öylesine "Ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lâzım cancağızım" deyince hoplayıverdim:
Mevlânâ, bu sözü, gıybet için söylemiş olmalıydı. Doğru ya, bütün gıybet sözleri "düne ait"ti. "Yeni şeyler söyleme"yi dert edinseydik, hiç gıybet etme fırsatımız olmazdı. Gıybetler geçmişi anlatır, dedikoduların hepsi "dün"den, "olup bitmiş"lerden söz açar. Kimse "şimdi"nin dedikodusunu yapamaz ki...
Bir akşamüstü, Bediüzzaman Said Nursî'nin "her söylediğin doğru olsun ama her doğruyu söylemen doğru değil!" mealli sözüyle irkildim. Ah nasıl da bilememişim! Söylenmesi doğru olmayan bir doğruydu gıybet... Doğru söylemek bile "kardeşinin ölü etini seve seve dişlemek" gibi tiksindirici bir eylemden uzak etmiyordu beni. "Doğru"nun bunca eğrildiği bir başka yer yoktu!
Derken, Hucûrat'ın 12. ayetinin, tam da kitabın son sayfalarını bağlarken fısıldadığı Rabbânî nezaket çıkageldi. Ayet, gıybeti, "kardeşinin ölü etini seve seve dişlemek" açıklığında tanımlarken, hemen ardından "İğrendiniz değil mi?" diye bir iç dökümüne çağırıyordu. "Hoşlandınız değil mi?" deseydi eğer, tam da gıybetini ederek kardeşimize yaptığımızı bize yapmış olacaktı Rabb'imiz. Bizi gözden çıkarmış olacaktı. Yaptığımız hatayı bize yakıştırmış olacaktı! Ne güzel ki, ettiğimizden tiksinmemizi bekliyor. Tiksindiğimizi biliyor. Tiksindiğimizi bildiğini de bildiriyor. Ne kadar da rahatlatıcı bir anlayışlılık haberi. "Size yakıştırmam bu günahı!" demeye getiriyor. "Sizden çıkmış olsa da, siz tiksinirsiniz bu eylemden!" "Aslını bilseydiniz, yapmazdınız aslında!" diyerek, bizi bulaştığımız çamurdan temizliyor. Oysa, bir insanı, kendisini savunamadığı yerde bir kusuru ile andığımızda, sanki o kusuru seve seve yapıyormuş gibi, sanki o kusurdan hiç pişman olmayacakmış gibi, sanki her yaptığı o kusurdan ibaretmiş gibi resmediyoruz. Kusuru kardeşimize hem yakıştırıyoruz, hem yapıştırıyoruz! Ne garip, bizim kardeşimize reva gördüğümüzü, Rabb'imiz, kimse hesap soramayacağı halde, bize reva görmüyor.
Ayrıca, insanı "kul" olarak sonsuzca onurlandıran bir sırrın kapısı da sürpriz biçimde aralandı. Meğer ki ne kadar kıymetliymişiz biz Rabb'imizin katında. Öyle ellerin insafına bırakmazmış bizi! Öyle dillerin ucuyla lime lime edilmemize izin vermezmiş! Biz vazgeçsek bile hakkımızdan, O işin ucunu bırakmazmış! Çünkü, bir insan kendini "mümin" olarak tanımladığında, kendisini Allah'la ilişkilendirirmiş. Kimliğini Allah'la tanımlamaya başlarmış. Deyim yerindeyse, Allah'la markalanırmış. "Allah'ın kulu." "Allah'ın mahluku." "Allah'ın hayat verdiği." "Allah'ın var ettiği." "Allah'ın rızıklandırdığı." Şu halde, o kişi, üzerinde taşıdığı markanın önemince dokunulmazmış. Kendisini Allah'la ilişkilendireni Allah dokunulmaz kılarmış. Onurunun arkasında dururmuş. Şerefini kollarmış. Hatası olsa da, günahı olsa da, özünde onu kıymetli bilirmiş. Dokunulmazlığını kulunun kendisinden de çok önemsermiş. Böyle olunca, kulunun işitmediği, olmadığı, kendini savunamadığı yerlerde, Allah kulunun bütünlüğünü korur, dokundurmazmış...
"Gıybet bahsi de yetti artık!" diyorsanız, insafınızı uyandıracak son notum: İslam dışında, hiçbir medeniyette bir kişinin onuru, gıyabında bu kadar açıkça korunmuyor, öncelenmiyor. Elini kaldırmaz, diliyle itiraz edemez bir "ölü"ye saygıya davet ediliyor insanlar. Sorun "ölü"ye saygı değil sadece. Bir "ölü"ye saygısızlık yaparak saygınlığını kaybedebilecek diriler sorun ediliyor. Gıybeti edilenin onuru değil sadece, gıybet edecekler, arkadan çekiştirecekler, dedikodu yapacaklar da şerefsiz bir eylemden korunuyor, kollanıyor. Kendilerine yakıştırmayacakları, kendi gözlerinin içine bakmaktan utanacakları o bozguncu eylemden uzak tutuluyorlar. Hoyrat sözlere karşı bir onur savaşı ilan ediliyor. Vicdanla sıcak temasını kaybetmeyen bir toplum inşa ediliyor böylece. Sessizce. Ama sadece burada, bu topraklarda, "mümin"lerin olduğu yerde... Başka bir yerde değil! Burada! Zaman