Mustafa ULUSOY
Said Nursi'nin yüz yıllık uyarısı
Ele avuca sığmayan bir kişilik. Dur durak bilmeyen bir enerji. Geniş bir muhayyile. Keskin ve asrını aşan bir kavrayış. Üst düzey bir farkındalık. Dağları ve zirveleri seviyor.
Klasik medrese eğitimi ile uzlaşamıyor. Kâinatı, kâinatın içinde öğreniyor. Düşünüyor, sorguluyor, tefekkür ediyor, gözlemliyor. Her türlü acıyı yaşıyor. Hiç şikâyet etmiyor. Anlaşılmıyor. Tam olarak anlaşılamayacağını biliyor.
Çok sevdiği dağlarının zifiri karanlığına alışık gözleri, karanlıkta yürümesini kolaylaştırıyor. Kötü bir şeylerin olacağını seziyor. Henüz otuz yaşında. 1907'de kendini İstanbul'da buluyor. Van, Bitlis ve Diyarbakır'da Medresetü'z-Zehrâ ismini koyduğu, Türkçe, Arapça ve Kürtçe eğitim verecek bir üniversite kurma çalışmaları yapıyor. "Ben Kürdistan dağlarında büyümüş idim. Merkez-i hilafeti (hilafet merkezini) güzel tahayyül (hayal) ediyordum." derken İstanbul'a binbir umutla geldiğinin altını çiziyor. Ancak karşılaştığı şehri "tevahhuş ve tenafur-u kulûb (kalplerin birbirinden korkması ve nefret etmesi) sebebiyle medeni libası (elbisesi) giymiş vahşi bir adam"a[1] benzetiyor.
Medeni elbisesini giymiş vahşi adam ona rahat vermiyor. Özgürlükçü ve idealist kişiliğe sahip insanların başına gelen onun da başına geliyor. Akıl hastanesine ve hapishaneye konuluyor. Hapishanede Zaptiye Nazırı Şefik Paşa, "Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da maaşını yirmi-otuz lira yapacak." deyince "Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim, milletim için geldim. Hem de bu, bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakk-ı sükûttur (sus payı)" diye yanıtlıyor. Tam ona layık bir cevap. Başka türlüsünü yapmaz, yapamaz. Kişiliği kaldırmaz. Çünkü o, ölümü ve özgürlüğü hep yanında taşıyor. Paşa, hiddet ederek padişahın emrini dinlemediği suçlamasında bulunuyor. İşte bu, ona yapılmamalı. "Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın (tam bir hürriyetin) meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fayda vermez, nafile yorulmayınız"[2] diyor. Paşa, baltayı taşa vuruyor.
1908'de Meşrutiyet'in ilanına sevinip coşkuya kapılıyor. Zulümden nefret eden ruhu istibdattan hiç hoşlanmıyor. Meşrutiyetin ilanının üçüncü günü ünlü "Hürriyete Hitap" nutkunu okuyor: "Ey hürriyet-i Şer'i! (Şeriat dairesindeki hürriyet) Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sada (sesleniş) ile çağırıyorsun. Benim gibi bir Kürd'ü tabakat-ı gaflet (gaflet örtüleri) altında yatmışken utandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet zindan-esarette (esirlik zindanında) kalacaktık. Seni, ömr-ü ebedi (ebedi hayat) ile tebşir ediyorum (müjdeliyorum)."[3]
1909'da, 31 Mart olaylarına karıştığı iddiasıyla askerî mahkemede yargılanıyor, meydan okuyucu bir savunma yapıyor ve beraat ediyor. Savunmasını "Divan-ı Harbi Örfi" adı altında yayınlıyor. Mahkeme çıkışında o ünlü sözünü söylüyor: "Yaşasın zalimler için cehennem." Ona göre zulmün yurdu cehennem.
İstanbul'u, "gelin libasını (elbisesi) giymiş âcuze-i şemtâ (saçı ağarmış kocakarı)"sı onu yoruyor. Sevgili Van'ına dönüyor. Bundan yüz yıl önce. 1910'da. Milletine borçlu hissediyor kendini. Ele avuca sığmayan enerjisi, coşkusu, imanından kaynaklanan ümidi ile Kürt aşiretlerine "Dağ ve sahrayı (çölü) medrese ederek meşrutiyet dersi"[4] vermek üzere yollara koyuluyor. Belli başlı Kürt aşiretlerini dolaşıyor. Çünkü meşrutiyetin aşiretler arasında "yanlış bir surette" anlaşıldığını fark ediyor. Onları ikna edebilmek için sorular sormalarını istiyor. Bu soru ve cevapları 1913 yılında "Münâzarat" adıyla Türkçe olarak yayınlıyor.
"siz kısa yolu uzun yapıyorsunuz"
Soruyorlar: "İstibdat nedir?" İstibdadın tahakküm ve keyfî muamele olduğunu söylüyor. Kuvvete dayanarak cebr ve zorlama olduğunu, suiistimallere gayet müsait bir zemin ve zulmün temeli olduğunun altını çiziyor. Yaşamı boyunca nefret ettiği hallerden biri zulüm oldu hep. İnsanın insana yaptığı zulmün sebebi neyse, ondan da hep nefret etti. Bu yüzden istibdattan hiç hoşlanmadı. Ona göre istibdat, insaniyeti mahveden şeydi.
Soruyorlar: "Meşrutiyet nedir?" Cevaplıyor: Meşrutiyet "Onların işleri aralarında şûra iledir" (Şûra; 38) ve "Yapılacak işlerde onlarla istişare et" (Ali İmran; 159) ayet-i kerimelerin tecellisidir. Ve meşveret-i şer'iyedir (Şeriat'a göre danışmadır). O vücud-u nuraninin (nurlu vücudu olanın) kuvvete bedel hayatı hakdır. Kalbi ma'rifettir (Cenab-ı Allah'ı tanıma). Lisan-ı muhabbettir. Akl-ı kanundur, şahıs değildir. Evet, meşrutiyet hakimiyet-i millettir (milletin hakimiyeti)."[5]
Soruyorlar: "...Demek tarif ettiğin meşrutiyet daha bize selam etmemiş, ta ki biz de "ehlen ve sehlen" (hoş geldin) desek."[6] Gür sesi, yüzyıl öncesinden Doğu'nun dağlarında, ovalarında yankılanıyor. Daha o dönemde Kürtleri uyarıyor. Uyarmaktan öte yüzleştiriyor, eleştiriyor. İnsan merak ediyor. Neden meşrutiyet Kürtlere kadar gelmemiştir? Ve hâlâ da neden gelmez? Cevaplıyor: "... Sizin divaneliğinizden korkup gelememiş. Zulüm, meşrutiyetin hatası değil. Belki kafanızdaki cehaletin zulmetindendir (karanlığından). Siz divanelikle kısa yolu uzun yapıyorsunuz... Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti (gayret ehli) dahi müstebit (baskıcı) eder."
Cevabı ilginç ayrıntılar içeriyor. Meşrutiyet Kürtlere gelmemiş değildir, gelememiştir. Cevabı Kürt aşiretlerini tatmin etmiyor.
Yine soruyorlar: "Tarif ettiğin meşrutiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?" Cevaplıyor: "Ancak on kısmından bir kısmı size gelebilmiş." Neden ancak onda bir oranında meşrutiyet o zamanki adıyla Kürdistan'a gelebilmiştir? Çünkü "biçare meşrutiyet" korkmaktadır. "Kolaylıkla gelmeye cesaret edemez." Karşısına vahşetengiz, cehalet ve düşmanlık dolu sarp dağ ve derin derelerde "vahşet ayıları, cehalet ejderhası, husumet kurtları" çıkmaktadır.
Böylelikle meşrutiyetin önündeki üç önemli engelin altını çizmiş oluyor: cehalet, fakr ve husumet. "O nazik meşrutiyet İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa" bile "cehalet gibi müdhiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş (korku salan) kıraçları, husumet gibi gayet keyşer (sarp) dağları kat'etmekle beraber eşkıyaya rast gelecektir" diyerek endişelerini dile getiriyor. Ona göre meşrutiyet "yol üzerinde gasp ve garet (yağmalanma)" ediliyor. Yol üstündeki "gasp ve yağmacıların öte tarafında da bir kısım gevezeler"in bazı bahanelerle meşrutiyeti parça parça etmek istediklerini yazıyor.
Peki, meşrutiyet Kürtlere nasıl ulaşacak? Kürt aşiretlerinden beklentisi çok nettir Nursi'nin: "Ona bir yol veyahut bir balon yapınız." Yüz yıl önce insanı şaşırtan bir öngörüde daha bulunuyor Nursi: "Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmasanız, tembellik etseniz yüz sene sonra tamamen cemalini göreceksiniz. Zira sizinle İstanbul arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zira eski zamanın adamlarına benzersiniz."[7]
biçare talihinize siz de yardım etmelisiniz
Şimdilerin ufunetli umutsuzluğu yüz yıl öncesinde de kaplamıştır ruhları. Aşiret reisleri soruyorlar: "Biz me'yus (umutsuz) olduk. Daha ne vakit bize gelecektir?" Şimdi soluğumuzu tutup dinlemeliyiz bu asrın adamını. Dinlemeliyiz ki; umutsuzluğumuzu dağıtsın ve her zaman yaptığı gibi karanlığın içindeki aydınlığı göstersin. Cevaplıyor: Umutsuzluk acizlikten, kendini yetersiz hissetmekten gelir. Umutsuzluk her kemalin engelidir. Hamiyet nedir peki, hamiyet! Milletini düşünmek nedir, kendini adamak bir ideale. Şiddetli manilere, engellere şiddetle metanet etmek, dayanmak, direnmek ve vazgeçmemektir. Çabuk umutsuzluğa inkılap eden hamiyet, hamiyet değildir ona göre! "Ben" diyor gür sesiyle "sizi tembellikten kurtarmak için kabahatlerinizi gösteriyorum. Ona (meşrutiyete) çabuk gelmek/kavuşmak istiyorsanız, işte marifet ve faziletten demir yolunu yapınız."
Kürtlere sinmiş umutsuzluk onu sinirlendiriyor. Soruyorlar: "İnşallah talihimiz varsa biz de göreceğiz, bize tevekkül kâfi değil midir?"[8]
"Bağdat yankesicileri gibi olmayınız" diyor kaşlarını çatarak. "Biçare talihinize siz de yardım etmelisiniz." Teşebbüs etmeksizin tevekkül sahibi olmayı atalet içinde olmanın bahanesi olarak kabul ediyor. Esbaba teşebbüsü reddetmek kâinatı tanzim eden İlahi İradeye inatla karşı koymaktır, diye açıklıyor.
Sanki şimdilerde olan biteni anlatıyor. Dedim ya, o asırları aşan bir idrake sahip. Yine soruyorlar Kürtler, hafif mızmızlık kokan bir ses tonuyla: "Şu hükümet ve Türkler nasıl olsalar biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temaşa etmek ve ellerimizi onlarla beraber safi suya uzatmak, bizim de bir kavim olduğumuzu göstermek nasıldır?"
Bir kere daha açıklıyor, bin kere daha açıklayabilir. Meşrutiyet milletin hâkimiyetidir. "Hükümet, hadim ve hizmetkârdır. Öyle ise kendinizden teşekki (şikâyet) ediniz; her kabahati hükümet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız."
Bir yüzyıl içinde Nursi'nin çizdiği yolda ilerleyip meşrutiyetin yolunu yapabildi mi Kürtler? Kim rahatlıkla bu soruya evet diyebilir? Bu yol öncelikle Kürtlerin iradesiyle yapılacak. Türk kardeşlerinin yardımı da şart ama. İmece usulüyle yapılacaksa yapılacak bu yol artık. Kürtlerin öncelikle karar vermesi gerekiyor: Gerçekten meşrutiyeti istiyorlar mı? Meşrutiyetin yolunu öncelikle kendilerinin açması gerektiğini kabul edecekler mi? Türk kardeşleriyle bu konuda yardımlaşacaklar mı?
Ataleti ve şikâyeti bırakıp can havliyle sahici bir talebi barındıran, acabalardan, şüphelerden, kaygılardan ve en önemlisi kendine güvensizlikten arınmış ve tam bir sorumluluğu üstlenerek alınacak bir karardan söz ediyorum. Şiddete başvurmamanın her türlü kefaretini ödeyebilmeye inanan bir varoluşsal sorumluluktan. Said Nursî'nin ve sonrasında takipçilerinin bizzat yaptığı gibi. Onun Kürtler için (hepimiz için) her türlü eza ve cefaya rağmen asla şiddete başvurmamanın binbir türlü kefaretini ödeyerek yazdığı Risalelerden daha güzel model olduğunu da sanmıyorum.
Not: Kürt meselesini de ele aldığı Siyasetin Şerrinden kitabının yazarı sevgili Murat Çiftkaya'ya bu yazıya katkısından dolayı teşekkür ediyorum.
Kaynakça:
[1] Said Nursi, İçtimâi Reçeteler-I, Tenvir Neşriyat, s. 91.
[2] Said Nursi, İçtimâi Reçeteler-I, Tenvir Neşriyat, s. 74.
[3] Said Nursi, İçtimâi Reçeteler-I, Tenvir Neşriyat, s. 82.
[4] Said Nursi, İçtimâi Reçeteler-II, Tenvir Neşriyat, s. 19.
[5] Said Nursi, İçtimâi Reçeteler-II, Tenvir Neşriyat, s. 24.
[6] Said Nursi, İçtimâi Reçeteler-II, Tenvir Neşriyat, s. 24.
[7] Said Nursi, İçtimâi Reçeteler-II, Tenvir Neşriyat, s. 25
[8] Said Nursi, İçtimâi Reçeteler-II, Tenvir Neşriyat, s. 26
Zaman
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.