Said Nursi’yi dinleseydik ihtilaf olmazdı

Said Nursi’yi dinleseydik ihtilaf olmazdı

Şerafettin Elçi Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili soruları cevapladı

Röportaj: Dursun Sivri-Nurettin Huyut/Risale haber

 

Şerafettin Elçi’yi 1970 yılların sonlarında öğrenciyken tanıyoruz. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası bilinen cezaevi safhaları başladı. 1960’lı yıllarda hukuk öğrencisiydi. Yarım asır siyasi ve sosyal olayların içinde rol aldı. Kendine özgü duruşu ile biliniyor. Daha makul yaklaşımlara sahip. Daha önce röportaj yaptığımız iş adamı sayın Mehmet Emin Değer Elçi ile röportaj yapmamızı tavsiye etti.

 

ÇOCUKLUĞUMDAN BERİ BEDİÜZZAMAN HAYRANLIK DUYDUĞUM EFSANE BİR İSİMDİR

 

Risale-i Nur ile ilgili neler söylersiniz?

 

Sene 1960 öncesiydi ama kesin yıllarını bilmiyorum. 1958 veya 59 olabilir. PTT’de muhabereciydim.  Telemde çalışıyordum. Yine telemde çalışan Diyarbakırlı Mehmet Durucan vardı. Kendisi de Nur talebesiydi. Biz kendisiyle arada fırsat buldukça görüşüyorduk. Tabii Üstad Bediüzzaman Said Nursi hazretleri benim çocukluğumdan beri saygı duyduğum, hayranlık duyduğum bir Zattı. Yalnız ben değil, bölgede herkesin üzerinde derin bir saygınlığı vardır. Herkesin sevdiği bir Zattı. Adeta efsaneleşmiş biriydi bizim için. Özellikle memleketim Cizre’de onun hakkında menkıbe halinde anlatılan olaylar var.

 

serafettin_elci1.jpgMesela zorba Mustafa Paşa’ya da (Tarihçe-i Hayatta bahsi geçen) Kel Mustafa ile olan namaz meselesi dilden dile anlatılır. Yani bizim açımızdan son derece saygı değer bir âlimdi. Çünkü Cumhuriyetin ilk yıllarında yani dinin tamamen baskı altına alındığı, dindarların tamamen horlandığı, dışlandığı bir dönemde hatta Cumhuriyetin kuruluşu yıllarında; din tamamen ortadan kaldırılmak istenmişti. Halk da sinmişti. Fakat Üstad tüm imkânsızlıklara rağmen, tek başına, büyük bir cesaretle, insan üstü bir cesaretle bu duruma karşı çıkmıştı. İşte bütün bunlar dilden dile dolaşıyordu memlekette.

 

Tabi Mehmet Durucan’ın Üstadın talebesi olması sebebiyle anlattıkları vardı. O sırada Ankara’da Çankırı caddesinde Nur talebelerinin bir bürosu vardı. Öncülüğünü de Said Özdemir ağabey yapıyordu. Orada bir dershane de vardı. Nur talebeleri orada toplanır, kendi ölçülerinde görüşmek istedikleri şeylerin mütalaasını yaparlardı. Bizim bölgeden onlara iletilmek istenen mesajları da Mehmet Durucan bana gönderirdi. Ben de onlara postalardım. Bu şekilde ufak hizmetlerim oldu. Lafı bile olmayacak şeyler. Zaten talebeydim, okuyordum o zaman…

 

ÜSTAD ÜÇ ÖZELLİĞİ İLE FARKLI

 

Bediüzzaman’ı gördünüz mü?

 

Hayır, görmedim. Tabi o büyük bir eksiklik. Ama kısmet olmadı. O vefat ettiğinde ben öğrenciydim. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okuyordum. Tabi Üstad belirttiğim nitelikleriyle istersen Müslüman ol, istersen olma, istersen alevi, ister sünni ol… Fark etmez. O kişiliğine saygı duyulması gereken bir zattır. Ancak bu derecede, bütün güçlük ve zorluklara rağmen kendini inancına vakfeder. Dünya içinde hiçbir şahsi menfaat istemeden kendisini yalnızca davasına feda etmiştir. Ve belki de olağanüstü, çok ender insanın gösterebileceği bir cesaret bu. Şimdi yanlış söylemeyeyim ama kendi ifadesiyle diyor ki, “Ben de korku yok.” Gerçekten doğrudur. Hiçbir şartta korkaklık göstermemiş. Ne Mustafa Kemal’e karşı, ne Sultan Abdülhamit’e karşı, Ne Rus Çarının yakını komutana karşı hiçbir korku emaresi göremezsiniz kendisinde. Yani bu korkusuzluğu müsecceldir.

 

Diğer ikinci meziyeti Üstadın unutma zafiyeti yok. Ki bunlar beşeri zafiyetlerdir. Fakat unutkanlık kendisinde hâsıl olmuyor. Hani “Beşer nisyan ile maluldur” diye bir söz var ya, ama Üstad’da bu yok. Bir defa okuduğu, duyduğu şeyi bir daha asla unutmuyor.

 

serafettin_elci_sivri.jpgÜçüncüsü de, O’nun davasında, hayatında, her şeyinde başarılı olmasını sağlayan şey bence kendisinde şehevi duyguların tesirinden arınmış olması. Başka bir deyimle tam bir nefise hakimiyeti. Çünkü insanları zayıf düşüren, istediğini yapmaktan alıkoyan, hep ona yanlış şeyler yaptıran duygudur bu.

 

Şimdi istersen hiçbir düşüncesini beğenme, istersen Müslüman da olma, bu nitelikleri sebebiyle Üstad takdire şayandır. Ona gıpta etmek en tabii şeydir. Bende de aynı şekilde büyük bir hayranlık uyandırmıştır. Tabi ben onun talebesi olma şansını, fırsatını yakalayamadım. Yani eserlerini yeterince okuma imkânım olmadı. Ama okuduğum kadarıyla Üstadda 20. asırdaki âlimlerde bulunmayacak derecede büyük bir derinlik var. İslamiyet’e hep felsefi derinlik açısından yaklaşmış, sadece bir bilgi aktarımı yapma amacıyla değil, derinlemesine tahliller yapmıştır. Bu son derece önemli…  Zaten Üstadı yücelten ve kalıcı kılan budur. Sözlerinde büyük bir hikmet var. O sözlerde benim bu güne dek duyabildiğim kadarıyla, “Yahu şu söz de yanlıştır. Bunu keşke söylemeseydi” diyebileceğimiz bir şey yok. Bu da kolay kolay her insana nasip olacak bir şey değil.

 

İSLAM’IN ÖZÜNE SADIK KALINSA VE YAŞANSAYDI BUGÜN DOĞUDAKİ SORUNLAR YAŞANMAZDI

 

Doğu meselesi belki yüz yıldır mevcut. Üstad oradaki İslam kardeşliğini öne çıkararak çözüm getiriyor…

 

Üstad biliyorsunuz ki her olaya tamamen İslami açıdan bakmıştır. Ama Üstad bunu yaparken kendi öz milli benliğini de kaybetmeden yapmış. Bütün hayatı boyunca onursal davalar karşısında bir Kürt gibi durmuştur. Ama kendisini Kürtlüğün o dar kalıplarına hapsetmemiştir. Çok geniş boyutlu, bütün İslam camiasına, hatta belki o camianın da ötesinde insanların genel dertleriyle de meşgul olmuştur. İşte bunlar onun üstün taraflarıdır.

 

Şimdi bugün maalesef İslamiyet’e bakışta özden sapmalar vardır. Eğer İslamiyetin özüne sadık kalınsaydı hiçbir insanın diğerine üstünlüğü meselesi olmayacaktı. Üstadın özelliği bu... Üstad İslamiyeti özünden yakalayıp çağımızla bütünleştirmeye çalışıyor. Ve bu öze sadık kalınsaydı bizim bugün Doğu coğrafyasında yaşanan aşırı ırkçılığa, şöven milliyetçiliğe hiç gerek kalmazdı. İnsanlar Allah tarafından yaratılmıştır. Doğarken de herkesin hakları eşittir. Hiçbir insanın, hiçbir kavmin diğerine üstünlüğü yoktur. İslamiyet zaten insanı Kur’an-ı Kerim’de, “Bilenle bilmeyeniniz bir değildir” diye ayırt etmiş. Yani ölçü burada bilgidir, takvadır. Yoksa demiyor ki, “Kürdünüz, Arabınız, Türkünüz, şu şuna üstün, bu bundan aşağı” diye. Ya da zengin, fakir, güçlü, güçsüz, diye de bir ayrım yok. Bunlara dikkat edilse hiçbir ırk diğerine üstünlük taslamaz. Hiçbir ırk diğerini boyunduruk altında bulunduramaz, zulmedemezdi. Zaten zulüm İslamiyetin en çok nefret ettiği şeydir.

 

Bediüzzaman’ın Münazarat adlı bir eseri var. Akademisyenler bununla ilgili bir konferans düzenledi. O eserde bölgenin taleplerini karşılayacak çok güçlü maddeler var. Seneler evvel söylenmiş hem de. Bu konuda sizin bir değerlendirmeniz oldu mu?

 

Zaten o gün Üstadın gösterdiği çizgide yürünseydi bu gün Türk ve Kürt ihtilafı diye bir şey olmazdı. Herkes eşit davranırdı birbirine

 

serafettin_elci3.jpgKÜRTLER VE TÜRKLERİN BİRBİRLERİNDEN YARARLANMALARI VE İSLAM KARDEŞLİĞİNİ HAYATA GEÇİRMELİ

 

Bediüzzaman’ın dikkate vermek istediği mesajı paylaşmak ister misiniz?

 

Üstad hep Kürtler ve Türklerin birlik ve beraberliğinden, onların birbirlerinden yararlanmaları gerektiğinden, onların ittifakıyla İslamın başarısının gerçekleşeceğinden bahsediyor. Bu yönde mesaj veriyor. Bu bize bir rehber, bir ilham kaynağı olabilir. Ama Türkiye’de bu ne kadar uygulanır onu bilmek mümkün değil.

 

Bir de Üstad Hazretleri Kürt milleti içinde doğdu, büyüdü…

 

Zaten her millet kendi içinde büyük insanların doğmasını ister ve onlarla gurur duyar. Kendisi bilmem biliyor musunuz? Aslen Cizrelidir. Cizre’den Nurs’a gelip yerleşen bir ailenin çocuğudur. Şimdi tabii böyle bir Zatın Kürt halkı içinden çıkması, Kürt halkına gurur vesilesidir. Çünkü milletler yetiştirdikleri büyük insanlar ve büyük eserlerle bilinirler. Üstad hazretleri de bölge halkı için büyük bir ışık kaynağı olmuştur. Küçüklüğünden itibaren bu böyle... Bölge içinde çok emek sarf etmiş ve çok hizmet vermiştir. Ta o zaman Sultan Abdülhamit’e gitmiş. Kürtlerin haklı davasını ona iletiyor. Fakat ne yazık ki biliyorsunuz… Abdülhamit çok akıllı bir adam… Bakıyor ki Üstadın istekleri hep haklı istekler. Şimdi bu görüşleri nedeniyle bunu cezalandırsa haksız duruma düşer. İşte kurnazca diyorlar ki “bir deli gelmiş, bu söylenenler bir deli saçması. Bunu tımarhaneye atın.”

 

MEDRESETÜZZEHRA YAPILSAYDI KÜRTLER ANA DİLDE EĞİTİM ALABİLECEKLERDİ

 

Bu gün o Medresettüzzehra, üniversite yapılsaydı…

 

O medrese eğer yapılsaydı ve Kürt diliyle eğitim verilseydi, bu gün devlet ile Kürtler arasında var olan önemli engel ortadan kalkmış olurdu. Aşılması zor olan engel ne? Ana dilde eğitim… Bediüzzaman ta o zaman söylüyor bunu… Eskiden bizim bölge halkı üç dört dili bilirlerdi. Kürtçe ana dil, Arapça ilim dili, Farsça edebiyat dili, Türkçe de resmi dildi. Kürt büyük şairlerine de bakınca, mesela Ahmed-i Hani hazretlerinin eserinde hep dört dille ilgili bölümler var. Bizim medreselerden çıkan insanların hepsinde dört dile de vukufiyet vardı. Şimdi Üstad da bu üç dili, Farsçayı biraz öteye itmiş. Geri kalan üç dile ehemmiyet verilmesini söylemiş. Mesela Arapça gerçekten mükemmel bir dil… Büyük ilim eserleri hep Arapça yazılmış. Ondan kopmak doğru değil. Türkçe ise insanların zaten resmi dili. Ondan kopmak da doğru olmaz.

 

Bediüzzaman yazdığı makalelerde, “Her millete kendi kültürünü yaşatabilme imkânı sağlanmalıdır” diyor…

 

Tamam işte. Onun o zamanki düşüncesi, bugün insan haklarında en ileri saydığımız Avrupa Birliğinin benimsediği bir fikirdir…