Himmet UÇ
Şam'dan dünyaya estetik dersi
Bediüzzaman 1911 senesinin baharında Şam’da bir hutbe okur: Hutbe-i Şamiye. Bu yıllar islam dünyasının özellikle Osmanlının yıkıma doğru gitti yıllardır. 1908'de ikinci meşrutiyet ilan edilmiş. İkinci meşrutiyet hukuki anlamı ile bir çözüm gibi görünürse de Osmanlıyı meydana getiren milletlere meşru çözülme tarihi olarak yorumlanabilir. İkinci meşrutiyetin ilanından Mondros mütarekesine kadar on yıllık süre imparatorluğun yıkılma süresidir. On yılda koca bir devlet-i ebed müddet Anadolu’da birkaç vilayetin milleti hakimeye verilmesiyle tarihin gizliliklerine iltica eder. Osman Gazi, MalHatun ve Şeyh Edebali’nin üçgeninde doğum sancıları yaşayan ve Osmanlı beyliği olarak doğan Devlet-i Aliye-i Osmaniye yine Anadolu’da birkaç vilayete avdet etmiştir. Altıyüz yılı aşkın bir süre geçmiştir.
Bediüzzaman Şam’a giderken rastlantı türü bir seyahata gitmiyordu. İslam dünyası Osmanlının halet-i neze geçtiğini biliyor ama bu millete inanıyordu. Onun millete inanması bir ırka inanmak değildi. Devlet-i Aliyeyi meydana getiren milletin yine kendini toparlayacağına kesin inanmıştı.
"Hakir olduysa milllet şanına noksan gelir sanma
Yere düşmekle cevher sakit olmaz kadr ü kıymetten" diyen Namık Kemal bir ümit adamıydı.
Bedüzzaman da ümit adamdır, sadece kendini kurtarmak isteyen bir ümid adamı değil, İslamı, Osmanlıyı, insanlığı kurtarmak isteyen bir ümid adam. Yeisin, ümitsizliğin durağan çenberinde çırpınıp duran insanlığa alakadar olduğu bütün alanlarda ümit veren bir kişidir. “Elleri bağlı bir adama ordular taarruz ediyor” diyor. Bu çok doğru kendi ifade etmiş bunu. Olağanüstü olaysız bir dönemi yok, sıradan olaylar onun yanından geçemez.
Bediüzzaman’ın maverası var, bize görünen Bediüzzaman’ın bir perde arkası maveray-ı hayatı var. Çocukken bir tepeyi tırmanır dağlara gider, gece gelmez veya geç gelir. Aile onun kırklara karıştığını hükmedecek kadar endişelenir. Hayatı boyunca hayatının saklanan bir yanı var, belli bir zaman diliminde kimse ile görüşmez, nelerle kimlerle görüştüğü hangi mekanlara gittiği sadece kendine malum. Bir gün gecenin yarısında anahtar deliğinden Zübeyir Abi içeri bakar kalabalık bir farklı yaratık grubuna konuşmaktadır. Ertesi gün çağırır “keçeli gece yarısı neden odama bakıyorsun?” diye onu ikaz eder.
Van hayatında Molla Hamid’i bir gün gece yarısı kendisi ile dünyalarından birine götürür. Ben Molla Hamid’i gördüm, ona hizmet ettim. Nasıl anlatsam onun için ne diyebilirim, çocuk saflığında nurani, azameti ruhiyesi sizi kuşatan bir insan. O götürüldüğü yerden alelacele kaçar eve gelir, yeşil cübbeli insanlar görmüştür, boylu poslu, karanlıkla ışığın karışımı arasında onları görmüştür. "Keçeli niye kaçtın. Seni farklı bir dünyaya götürecektim“ der. O da “hayır, ben korkarım Seyda“ der. Onun maverası onunla gitti, varken fiziksel dünyada, ayağı maveradadır, şimdi ise tam maverada ama yine bize bakan pencereleri olduğunu düşünüyorum.
O maksat ve ruh hali ile gidiyordu. Şam'a giderken düşündüğü budur, konuşması bir irticalin değil bir mübremiyetin, bir zorunluğun eseridir. Peygamberimizin (asm) üç defa aynı cümleyi tekrar ederek Şam'ı kutsadığı bilinir. Şam İslam dünyasının mimari anlamda bütünlüğünü dinen ve ilmen sağlayan bir merkezdir. Şam, Bağdat ve İstanbul, batı dünyasının Londra, Paris ve Roma üçlüsüne benzer bir üçlüdür. Medeniyetler bu üçlü şehirlerde müştereken doğmuştur. Bediüzzaman İslam dünyası içinde Şam’ı biliyor ve özellikle Anadolu’dan Şam’a gidiyordu.
Hutbe-i Şamiye’nin belirgin vasfı ümid aşılamaktır, bir sosyolojik tahlildir. Batılı hiçbir teoriye dayanmadan İslam dünyasını etüd etmiş olan yazarının bilmüşahade tahlil ve yorumlarıdır. Klişeleşmiş din yorumları değil tamamen yeni şeyler öne sürer. Burada benim dikkatimi çeken daha yirminci yüzyılın başında yıkılışın bütün sancılarını yaşayan İslam dünyasına çareler taharri ederken, sosyolojik tahlillerin arkasından estetik çareler ortaya koymasıdır. İslam dünyasının ümidini besleyen şeylerin yanında ilimlerin yorumlanmasında, kainatın yorumlanmasında güzelliği teşhis etmiş ve onun teşhisinin İslamın ümid ışıığı ile aydınlanmasına ne faydalar getireceğini ortaya koymasıdır. Şimdi bu estetik ve güzellik metnini yorumlayalım.
Estetik bilimi teorik olarak güzellikten bahseder, güzelin kategorilerini sayar, belki örnekler verir, çok zaman onu da yapmaz. Bediüzzaman burada güzelliğin teorik meseleleri ile uğraşmaz, ilimlerin, fenlerin casus tedkitatından hareketle güzelliğe gider. Bir biyolog, bir matematikçi, bir kimyacı ve fizikçi ve diğer ilimlerin mensupları kendi ilimlerinden hareketle, incelikle araştırmaları ile kainatın nizamında asıl hedefin güzellik olduğunu göremezler, lokal bilimsel meseleler ile meşgul olurlar. İlmin felsefe ve estetik noktasından yorumunu yapmazlar. Ben birçok fen bilimcisi ile konuştum, kendi ilimlerinin felsefesi bir tarafa estetiği konusunda hiç fikirleri yok.
Bediüzzaman, sadece dini alana hapsedilen bu insan, fen adamlarının hiçbirinin görmediğini onları tedkikat ile görmesi ve ondan evrenin asıl maksadının güzellik olduğunu söylemesi ve bunu toplumsal kalkınmanın bir reçetesi olarak görmesi çok yüksek düzeyde bir insan ve alim ve estetikçi olduğunu gösterir. Henüz kırk yaşında olan bir insan İslam dünyasının hutbe makamı olan Şam şehrinde nasıl bu yüksek ilmi perspektife vardı, nasıl ve hangi dönemde, nerede bunları okudu ve sonuçlara vardı, hayret doğrusu.
Marks’ın estetiğinin bir iki sahifeden oluştuğu söylenir, dünyanın ünlü Marksist estetikçileri onun eserinden ciltlerce Marksist estetik kitapları meydana getirmişler. Bediüzzaman’ın estetik metinleri çok sayfalar tutar, ama yüz yıl evvel İslam dünyasının gelişmesinde ve ilerlemesinde estetik bir bilim ve evren yorumu kazanmasını öne sürmesi hayret verici. Aradan geçen yüz yıla rağmen onun bu sosyal-sosyolojik ve felsefi estetik yorumları hala oralarda duruyor.
Markstan başka Kant, Hegel, Schelling, Spinoza, Leibniz ve daha birçok filozofun estetik konularındaki fikirlerine bak hiçbiri bu boyutta evrensel, gözleme dayalı, bilimleri şahit tutan estetik bakışlar sergilemezler. Bediüzzaman nerede baksan gerçekten dünya çapında olağan üstü bir insan. Lukacs üç cilt belki bin sahifeyi bulan Marksist estetik kitabında konuyu öyle genişletir ki üç sahife den bin sahife çıkar, onun o Marks’a sadakatını görünce bizim halimize bakıp üzülmemek elde değil.
“Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor. Meselâ, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi manzume-i şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni-i Zülcelâlin o nevideki nizamında mu’cizât-ı kudretini ve hikmetini ve hakikatini gösteriyor.”
Genel bakış açısından sonra bahsi daha ayrıntılı anlatır. Anatomiden bahseder, yani tıpçıların insan vücudunu öğrenmek için teşrih etmeleri yani vücudu kesip bakmaları, azaların yapısını öğrenmek istemeleri anatomi ilmi, koca koca anatomi atlasları vardır, fakültede okurken ben kitap okurdum tıpçılar anatomi atlaslarını mütalaa ederlerdi. Çok belalı bir dersti. Dünya haritalarından daha ayrıntılı atlaslardı. Bediüzzaman bütün bunlardan haberdar, dünyaca ünlü bir ressam ve heyteltraş ta gider ölülerin vücudunu teşrih eder onların güzelliliğini yaptığı heykellere yansıtırmış. İnsan bedeninin ve hayvan bedenlerinin şerhinden güzeli anlatıyor Bediüzzaman. Hayret hayret, himmet.
Bundan sonra biyoloji, atsronomi, zooloji ve bunlara bağlı ilimler, kaç ilim eder bütün bunların tesbitleri doğrultusunda evrenle beraber herşey güzellikle yapılmış. Demek güzeli görmenin ümitsizlikten kurtarması gelişmenin bir nevi itekleyici gücü oluyor.
"Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksut değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi, beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halk edilmiş.
İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme ile ispat ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır. Elbette beşer, bu cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine girecek.
Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki, mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlâhiyeyi ve muntazam hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini sanatçığıyla yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve sanatlar¨yla anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz’î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef’âl ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor.”
Mesele daha da ayrıntıya girer, güzel ve çirkin gibi bahislere girer. Çirkin estetikte uzun zaman kategoriye girmemiş, ondokuzuncuncu yüzyılda ana bir yer vermişler sen de gel demişler ama Bediüzzaman gibi çirkini önemli bir kategoriye sokmamışlar. Banal telakki edilen çirkin Bediüzzaman’ın elinde şeytan ile beraber yorumlanmış. Güzelin ortaya çıkmasında çirkinin rolünü anlatır. Şeytanın da müsabaka için insanın eylemlerine müdahale eder. Şeytanın tarihinde böyle bir yorum yok demonik edebiyat şeytansıyı çok sonralar bulmuş hâlbuki şeytansız olmaz.
“Şeytanın vücudunda cüzi şerler ile beraber pek çok makasıd-ı Hayriye-i külliye vardır” demesi estetik tarihinin ihtilal gibi bir cümlesi. Hem şeytanı kurtarır ve hem çirkini kurtarır, Bediüzzaman’ın yorumları.
Estetik lügatinde çirkini alalım. “Biçimsiz yada uyumsuz olan. Yapısında tutarsızlıklar bulunan. Yeniçağa kadar çirkin olan herşey estetik dışı sayılmıştır. Bugünkü anlayışa göre çirkin güzelin bir başka görünümü, güzelin tümleyeni gibidir. Çağdaş estetikte ne kadar değişik bir anlam versek de çirkin uyumsuz olan ve değişmeyendir” Bak Bediüzzaman’ın külli yani tümel bakış açısı yok. Ne kadar ilerde yani kıyas unsuru olarak çirkin ne kadar gerekli, ama bilim cüzde kalır külli bakamaz. Gariplik bu ya.
Bediüzzaman sadece yorum yapmakla kalmaz bütün hayatı estetik ve güzele endeksli. Van da ermeni mezaliminin yıktığı vanı görünce üzülür önce daha sonra baharın çiçekler ve ağaçlar üzerindeki güzelikleri görünce birden çirkin den güzele geçer, bütün ilk gördüğü olumsuz levhalardan güzelliğe hemen geçiş yapar. Münacaat güzel tabiat levhaları okumalarıdır, çok zaman okuduğum bu metinde kaotik ama güzellik olan yorumlara hayret eder, her okuduğumda yeni şeyler bulurum, bir sanat mektebi gibi metin. Güzel sanatlar müzesi olan kainatı nasıl tek tek güzel yorumlar. Bu güzellikleri herkes okusun hissetsin değil mi? İmparatorluğun yıkım öncesi durumu islam dünyasının hali perişanisi durumunda güzel görerek güzeli görerek insanları ümide taşır, Hutbe’deki tavrı budur. Ölüm döşeğinde bahtsız hafiyelerin tarassudu karşısında yine güzeli görür ve geleceğin güzel günler getireceğini söyler, büyük talebeleri ellerinde kitaplarla ağlarken o son deminde bile güzel bakış a çıları ile onların ruhlarını tatyib eder.”Biraz sıkıntı çekeceksiniz ama zafer sizin olacak” yollu sözler söyler.
Bu metine kitaplar yazılır…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.