Mehmet EVREN
Sonsuzluk Ülkesine Götüren Binek
Bir önceki yazımızda “insanın bir yolcu olduğunu, bu “yolculuğun ise, ruhlar âleminden, ana rahminden, çocukluktan, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçer bir uzun imtihan yolculuğu” olduğunu ifade etmiştik. Ve kâinatın insan için yaratıldığını, insanın ise kâinatın yaratıcısı olan Yüce Allah’a inanmak ve Ona ibadet etmek için yaratıldığını; Yüce Allah’a en yakın, isimlerine şuurlu bir ayna ve sâdık bir dost olma özelliğine sahip olduğunu, onun için baki bir âleme gideceğini ve orada ebedi bir hayat süreceğini ve bütün bunların da ölüm ile gerçekleşeceğini ifade etmeye çalışmıştık.
O Halde Ölüm Nedir?
Ölüm: Sözlükte “hayatın sona ermesi” veya “ruhun bedenden ayrılarak kişinin maddî hayat kaynağını kaybetmesi”[1] şeklinde tanımlanmaktadır.
Terim manası ise “ölüm, inanlar için bir terhis, ecel ise bir terhis tezkeresi, bir mekân değiştirmek, sonsuz bir hayatın başlangıcı, kapısı, dünya zindanından çıkmak ve Cennet bahçelerine bir uçmaktır. Hizmetin ücretini almak için huzur-u Rahmân'a girmeye bir nöbettir ve saadet diyarına gitmeye bir davettir.”[2]
Başka bir ifadeyle ölüm: “Cenâb-ı Hakka ve âhirete inanlar için, dünya zindanından cennet bahçelerine, huzur-u Rahmân'a gitmek için musahhar (emrine verilmiş) bir at ve burâktır.” Onun için ölümün hakikatini gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.”[3] Hazreti Yusuf alehisselam gibi.
İnsana ruh, hayat, akıl, şuur, kalp, vicdan ve hayal gibi verilen nice duygular, insanın bu dünya için değil ebedî kalmak için yaratıldığını göstermektedir. İnsanın; ”ruhânî ulviyyetine ve ebediyete olan derece-i iştiyakına dikkat edilirse, en evvel insan bu âlemden daha lâtif (hoş, güzel, ince) bir âlemde ruhen yaratılmış da teçhizat almak üzere muvakkaten (geçici olarak) bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır.”[4]
Mülk Suresinde; “Hanginizin daha güzel ameller işlediğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur.”[5] ayetiyle ölümün de hayat gibi bir yaratılış olduğunu ve kimin kendi emir ve yasaklarına uyarak daha güzel işler yapacağını ortaya çıkarmak için hayatı ve ölümü yarattığını bildirmektedir.
Yüce Allah Peygamber Efendimize hitaben; “Biz senden önce de hiçbir insana dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar baki mi kalacaklardır?"[6] "Yeryüzünde bulunan her canlı fanidir, ölümlüdür."[7]. "Nerede olursanız olun, tahkim edilmiş ve sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde bile bulunsanız ölüm sizi bulur".[8] ayetiyle, ölüm hakikatini ifade buyurmaktadır.
“Cenab-ı Hak, insan hayatını genel olarak iki dönem halinde yaratmıştır. Birinci dönemi bir eğitim ve sınav, ikinci dönemi ise birinci dönemde elde ettiği sonuçların şekillendirilmesi denilen ebediyet sürecidir. Ölüm hayatın bu iki dönemini birbirine bağlayan ve insanı ebedîleştirmek için yaratıcısıyla buluşturan bir vasıta ve araçtır. Bu sebeple, Kur’an-ı Kerimde ölüm, yaklaşık olarak yirmi âyette “likā” yani Allah’la buluşma kavramıyla ifade edilmiştir.[9]
Ebû Katâde’den rivayet edildiğine göre Peygamber efendimiz (asm) dünyadan âhirete intikal eden insanları mümin ve fâcir (açıktan günah işleyen) diye iki kısma ayırmış. Birincisi için “istirahate çekilen kimse”, ikincisi için ise “ölümü sebebiyle insanların rahata erdiği kimse” ifadesini kullanmış ve şöyle buyurmuştur: “Mümin öldüğü andan itibaren dünyanın meşakkatinden, sıkıntı, elem ve eziyetlerinden kurtulmuş olur. Kâfir veya günahta ısrarcı olan kimsenin ölmesiyle de insanlar, şehirler, memleketler, ağaçlar ve hayvanlar onun şerrinden emin ve kurtulmuş olur.” buyurmaktadır.[10]
Duhân Suresinde; “Ne gök ne yer (inkârda ve günahta ısrarcı) olanların üzerine ağlamadı.” buyrulmaktadır.[11] Bu ayetle ilgili olarak, Bediüzzaman hazretleri: 'Ehl-i dalâletin ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz (yer ve gök), onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani: Onların ölmesiyle memnun oluyorlar.' Ve mefhum-u işarisiyle (işaret edilen mana itibarıyla) ifade ediyor ki: 'Ehl-i hidâyetin ölmesiyle semavat ve arz (yer ve gök), onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını (ayrılmalarını) istemiyorlar.' Çünkü: Ehl-i iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı kâinatı bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip, hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet (aşağılayıcı ve gizli bir düşmanlık) etmezler." diyor.
“Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil. Ehl-i iman için, vazife-i hayat külfetinden (hayatın sıkıntılarından ve zorluklarından) bir terhistir. Hem dünya meydanındaki imtihandan, talim ve talimat (eğitim öğretim) olan ubudiyetten (kulluktan) bir paydostur. Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesile ve araçtır. Hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan (dünya hapsinden), bostan-ı cinâna (cennet bahçelerine) bir davettir. Hem Hâlık-ı Rahîminin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye (ücret almaya) bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilâkis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi (başlangıcı) nazarıyla bakmak gerektir.” [12]
“Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ölüm ya idam-ı ebedîdir (sonsuz bir yokluktur); hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini (yakınlarını) asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferit (yalnız başına bir hapis) ve dipsiz bir kuyudur. Veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nuranî bir ziyafetgâh ve bağistana (ziyafet yeri olan cennete) açılan bir kapıdır.” [13]
Ehl-i iman (inanalar) için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet (inanmayanlar) için zulümat-ı ebediye (sonsuz bir karanlık) kuyusudur. Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek (can çekişmek) üzere iken ve meyusâne (ümitsiz, çaresiz) elîm ebedî firakını (ayrılığını) düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hekîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak (panzehir) gibi bir macun, bir ilaç içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah verir, anlarsın.
İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup (sevdiğin ve sevilen) insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hekîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen (idam yeri zannedilen) mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştanbaşa bütün ölüler dirildiler. Ve "Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz" lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikati öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse (cisim haline getirilse), bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı (cenneteki tuba ağacı) olur.”[14]
Hayat, Allah’ın Hayy yani hayat verici isminden geldiği gibi ölüm dahi O’nun Yümît (ölümü veren) isminin bir eseridir. "Yani, ölümü veren O’dur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder (değiştirir), külfet-i hizmetten (hizmetin zorluklarından) âzâd eder (kurtarır). Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır." Bundandır ki, Kur’ân ehl-i imana der: "Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz (tükenmek) değil, sönmek değil, firak-ı ebedî (sonsuz bir ayrılmak) değil, adem (yok olmak) değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam (kendiliğinden bir yok oluş) değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır (bir yer değiştirmektir). Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı (toplandığı yer) olan âlem-i berzaha bir visal (kabir âlemine bir kavuşma, kavuşturma) kapısıdır." [15]
Ehl-i dalalet (inanmayanlar) için kabir "Bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır."[16] Ölüme yüklenen bu manalar her an ölme ihtimali ile karşı karşıya olan insanın saadetiyle doğrudan alakadardır. Bediüzzaman, ‘ehl-i iman’ ile ‘ehl-i dalaletin’ ölüm kavramalarındaki temel düşünce farklılığını şöyle bir örnekle açıklar: "Bir karyede, yani (kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız bir tek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır. Orayı düşünür, ahbaba, sevdiklerine kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, ‘Oraya git’, sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet (arkadaşlık) edip teselli bulmak ister. Yani ‘bu adamın yüzde doksan dokuz ahbabı kabre göçtüğünden dolayı geriye yüzde biri kalmıştır. Onlar da bu dünyada kalıcı değildirler. Bir süre sonra o yüzde birlik kısmı da onunla birlikte kabre göçecekler.’ Onunla (yani dünyada kalan yüzde birlikle) o elîm âlâm-i firakı (o elem verici ayrılık yarasını) kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habibullah (Allahın en sevgili kulu efendimiz), bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme." [17] diyerek mükemmel bir yaklaşımda bulunur.
Onun için Bediüzzaman hazretleri; "Ey biçareler! Mezaristana göçtüğünüz vakit, ‘Eyvah, malımız harap olup sa’yimiz hebâ oldu. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik’ demeyiniz, feryat edip me’yus olmayınız. Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl sizi celp edip (alıp) yeraltında muvakkaten (geçici olarak) durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz."[18]
"Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllarına dönecekler ve Mevlâ-yı Kerimlerine kavuşacaklar.
Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u Kibriyâya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Maliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.
Peki, herkesin; “Hâlıkı, Mâbudu, Rabbi, Seyyidi ve Malikinin kim olduğunu bilme ve bulma” işi nerede ve nasıl gerçekleşecek? Gelin onu da Peygamber Efendimizden dinleyelim:
“Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mes'udâne hayatı, bir saat hayatına mukàbil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukàbil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazi mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâhı ebedîsi (ebedi ziyafet yeri) olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. [19]
Hem şöyle bir müjde daha veriyor ve diyor ki:
Ey insan! Fenâya, ademe (hiçliğe), zulümata (karanlığa), nisyana (unutulmaya), çürümeye, dağılmaya ve kesrette (çoklukta) boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya (yok olmaya) değil, bekàya (sonsuzluk ülkesine) gidiyorsunuz. Ademe (yokluğa) değil, vücud-u daimîye (ölümün olmadığı bir aleme) sevk olunuyorsunuz. Zulümata (karanlığa) değil, âlem-i nura (hiç karanlığın olmadığı bir âleme) giriyorsunuz. Sahip ve Malik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına (başşehrine) dönüyorsunuz. Kesrette (dünyanın lüzumsuz, can sıkıcı şeylerinde) boğulmaya değil, vahdet (herkesin arzuladığı ve hayal ettiği ve bir olan Allah’a kavuşma ve görüşme) dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka (sevdiklerinizden ayrılmaya) değil, visale, (sevdiklerinizle buluşmaya) müteveccihsiniz (yönelmiş gidiyorsunuz). [20]
Cenab-ı Hak son nefesimizde imanla ruhunu teslim eden ve cemaliyle müşerref kılan kullarından eylesin. Amin!..
[1] İslam Ansiklopedisi
[2] Şuâlar, İkinci Şuâ, Birinci Makam, Üçüncü Meyve, (s:39)
[3] Sözler, Yedinci Söz, (s:59)
[4] Mesnevî-i Nuriye, Zerre, (s:243)
[5] Mülk Sures, 67/2
[6] El-Enbiyâ, 21/34
[7] Er-Rahmân, 55/26
[8] En-Nisâ, 4/78
[9] M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “lḳy” md, TDV İslam Ansiklopedisi.
[10] Nesâî, “Cenâʾiz”, 48-49). Bekir Topaloğlu TDV İslam Ansiklopedisi
[11] Duhân, 44/29
[12] 25. Lem'a, Dokuzuncu Devâ, (s:337)
[13] Şuâlar, On Birinci Şuâ, Meyve Risâlesi, İkinci Mes'el (s:261)
[14] Meyve Risalesi Üçüncü Mesele, s.343
[15] Said Nursi, Mektubat, s. 220, 221
[16] Sözler, s. 128
[17] Sözler, s. 155
[18] Mektubat/Yirminci Mektup/Birinci Makam/Sekizinci Kelime (s:323)
[19] Buhari, Bed'ü'l-Halk 8, Tefsir, Secde 1, Tevhid 35; Müslim, Cennet 2, (2824); Tirmizi, Tefsir, (3195)
[20] Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam, Sekizinci Kelime (s:324)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.