Metin KARABAŞOĞLU
Söylem-eylem tutarsızlığı üzerine notlar
Bilenler bilir, bu satırların yazarının yüreğini en ziyade dağdar eden meselelerden biri İslâm’ın doğruluğunu ve güzelliğini bilfiil temsil durumundaki mü’minlerin sergilediği söylem-eylem tutarsızlığıdır.
Yine bilenler bilir, bu yüzdendir ki, bu satırların yazarı Muhakemat’ta yer alan bir Arapça beyiti Bediüzzaman’ın enfes tercümesiyle kimbilir kaç yazısında tekrarlamış; “Vefa gavr-ı in’idama çekildi... Tufan-ı gadr feverana başladı. Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı” diye feryad edip durmuştur.
Yine bilenler bilir, sevgili dostu, arkadaşı, kardeşi Ahmet Yıldız’dan şu cümleleri nakletmek de bu satırların yazarının bir itiyadıdır: “Bediüzzaman’ın Şam Hutbesindeki vurgu ahlâk alanına ait. Müslümanların fikrî problemleri ahlâkî problemleri kadar öncelik arzetmiyor. Tam ihlası yansıtan bir ahlâkî bütünlük ortaya koymadıkça, ne mütehayyirlere, ne de muannidlere emniyet vermemiz mümkün değil. Emniyet duygusu olmadan da diyalog, dolayısıyla da tebliğ zemininin oluşması mümkün değil.” (Bkz. Ahmet Yıldız, İktidar Herşey Değildir, kitap hakkında bilgi için bkz. http://kitabevi.karakalem.net)
Yine bilenler bilir, şu satırların yazarı “Kol kırılır yen içinde kalır” sözünü çok duymuştur ve yirmi küsur yıldır yen içinde sallanan kırık kolları görmekten yüreği ziyadesiyle muzdariptir.
O yüzden, bu satırların yazarı, dünyayı kurtaran yazılar yazmaz. Dünyanın kurtulması diye birşey mukadder ise dahi, bunun ‘merkezden muhite’ olacağının farkındadır. Bir mü’minin en başta mü’minin kendi iç dünyasının dengelerini ahlâkîlik temelinde kurması gerektiğinden; peşisıra aile, arkadaş, iş ve cemaat çevresinde de ‘güç’ değil ‘hak’ temelinde bir vaziyet alışla ahlâkîliği tesis etmesi gerektiğinden emindir. Ahlâkîlik temeline oturmayan, söylem-eylem tutarsızlığından yakasını sıyıramamış her türlü başarının hem “Başarı eşine az rastlanır bir boyadır; bütün çirkinlikleri gizler” sözüne mâsadak olduğunu, hem de TV’lerin yahut sinema filmlerinin görkemli dekor malzemesleri yahut karton kuleler kadar dayanıksız olduğunu görmektedir.
Bu satırların yazarı, bizzat müellifinin ‘adalet-i mahzâ’ cihetiyle ‘Hz. Hasan’ın yarım kalan hilâfetinin mütemmimi ve manevî veledi’ dediği Risale-i Nur’a ve müellifine bîat etmiş biridir ve bu bîatı dolayısıyla Emevîlik onun semtine giremez. Onun dünyasında, “Ama İslâm’a hizmetleri de olmuştu” diyerek hilâfete karşı saltanat, hakka karşı kuvvet, iman kardeşliğine karşı ırkî/millî/cemaatî asabiyet, savunulur türden birşey değildir. O, “Ama İslâm’a hizmetleri de olmuştu” düşüncesi yerine, varsa hizmetlerini inkâr etmeden, “Peki ya saltanata karşı hilâfete, iktidar mantığına karşı hak ve adalet mantığına, asabiyete karşı uhuvvet-i İslâmiyeye dayanabilseler, asıl o zaman ne olurdu?” diye düşünmeyi tercih eder. (Hemen bir not düşelim ki, Emevîlerin içinde Ömer b. Abdülaziz ve Yezid b. Muaviye gibi, ‘adalet-i mahzâ’yı esas aldığı için ‘halife’ ünvanına lâyık mümtaz sultanlar da çıkmıştır; ama onların bu mümtaziyetleri ‘Emevî’ mantığı içinde kalmalarıyla değil, bu mantığı aşabilmeleriyle ilgilidir.)
Bu satırların yazarı, Bediüzzaman’ın “Ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren ‘müsavat-ı hukuk’ mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim” diye ortaya koyduğu kişilik profilini ve tarz-ı hayatı esas almıştır. Bu yüzdendir ki, ‘sağcı’ tavır alışlar, hele ‘kapitalizm’i ve araçlarını ‘din adına’ meşrulaştıran duruşlar, hele ki zulüm ve tagallüb ve tahakküm ve istibdada “Kol kırılır, yen içinde kalır” türünden seyircilikler onun kanına dokunmaktadır.
Bu satırların yazarı, işçisi tıkış tıkış otobüslerde, yeri geldiğinde iki-üç vasıta değiştirip işe gelip giderken en son model Mercedes’in içinde “Kudüs’e kölesiyle nöbetleşe giden halife Ömer” edebiyatının ele verdiği söylem-eylem çelişkisinden ziyadesiyle rahatsızdır. Halife Hz. Ömer’in “Ben yanlış yaparsam siz ne yaparsınız?” diye sorması üzerine bir sahabi “Seni kılıçlarımızla doğrulturuz” demesi üzerine Allah’a şükrettiğini her yerde anlatan ehl-i imanın, değil kılıçla, birkaç münasip sözle bir yanlışı düzeltmeye çalışan mü’min kardeşine gıybetin, ayak oyunlarının, safdışı etmelerin bin türlüsünü reva gören yaman çelişkiden de ziyadesiyle rahatsızdır.
Bu satırların yazarı, Bediüzzaman’ın “İhlas Risalesi”nin bu hizmetin zayıflarının güçlüler tarafından ‘kontrol edilmek’ üzere kullanıldığı durumlardan da rahatsızdır. Meselâ, “Bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânî’den süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, biz buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içinde atıp eritendir” sözünün ‘zayıflar’a karşı kullanılmasından ama ‘güçlüler’in buz parçası gibi kalma özgürlüğünü kendilerinde görebilmelerinden de rahatsızdır; uhuvvet havuzunu soğutan en temelli unsur olarak da bu çelişkiyi görmektedir. Hem de “Mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz” kaydına rağmen...
Bediüzzaman’ın Münazarat’tan Tuluat’a, oradan İhlas Risalesi’ne ve Lâhikalara kadar uzanan, ‘farklılığa tahammül’ ve ‘eleştirel düşünce’ terbiyesi yüklü satırlara rağmen, getirilen herhangi bir eleştirinin hemen ‘ihlas’ vurgusu ve ‘ihlassızlık’ ithamı yahut iması ile karşılaşmasından da rahatsızdır.
Bu satırların yazarı mütecessis bir ruh halini sevmediği gibi, hem ortalıkta işgörüp hem de eleştirilmekten rahatsız olunmasından da rahatsızdır ve “Serçeden korkan göl kenarına darı ekmesin” atasözündeki hikmetin niye bu noktaya uyarlanamadığına akıl sır erdirememektedir.
Bu ve benzeri yaman çelişkilerdir ki, bu satırların aklını meşgul, yüreğini dağdar etmektedir ve ‘yen içinde kırık kollar’ gördüğü yirmibeş yılın tecrübesi ona “Aleniyet şart!” diye düşündürmektedir.
O yüzden, gördüğü yanlışları yazacaktır.
Yanlışını gördüğü doğru insanları gerçekten seviyor olduğu için yapacaktır bunu.
Yanlışları görmeden veya görse de görmezden gelerek gördüğü doğruları yazıp her taraftan itibar toplamak, zoru gördüğü ilk anda ise ‘satışa geçmek’ onun kârı değildir.
İhtilâl zamanı ihtilâlcilere, Özal zamanı Özal’a, Refahyol zamanı Erbakan’a gülücükler yollayan; her hal ve şartta ‘iktidar partisi’nden yana olan; hamaset modayken hamasî, ‘light İslâm’ modayken ‘light’ yazıp konuşan bir tarz ve üslup da onun kârı değildir.
Bilakis, o, ümitler dengesiz ölçüde şişkin iken sorunlara dikkat çekmenin, ye’s alıp başını gidiyorken de ümide sevketmenin gereğine inanmaktadır. Nitekim, meselâ Refahyol rüzgârı baş döndürürken ‘Camide Dans Var’ diye haykırırken, 28 Şubat hengâmında ‘Peygamberin Kardeşleri’ olma imkânına dikkat çekmesi bu sebeptendir.
O, bir mü’minin güçlü zamanında yanında durup düştüğünde ona vuranlardan değildir. Güçlü zamanında yanlışını görüp söyleyebilecek kadar uzağında durup düşmemesine çalışmak, düştüğünde ise mü’min kardeşinin yanında durabilmek ona daha doğru ve ahlâkî gelmektedir.
‘Eleştiri ahlâkı’nın gelişmesini mü’minler topluluğu için elzem gören biri olarak kendisi, kendi duruşunun yanlış olduğunu düşünenlerin eleştirisine de açıktır.
Ama iki şartı vardır:
Eleştiri arkadan laf dolaştırma suretinde değil, açıkça yapılabilsin, bir.
“Biz ehl-i haliz. Namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea zihnimizi işba etmiyor. Bürhan isteriz” (Muhakemat, Birinci Makale, Sekizinci Muhaddeme) ölçüsüne denk düşsün, iki...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.