Metin KARABAŞOĞLU
Sözün amelindendir
Belki bütün zamanların özelliğiydi, bilmiyoruz. Ama birşeyden eminiz; yaşadığımız zamanın bir özelliği bu: sözü amelinden saymamak.
Bu zamanın insanları, sözü çoğaltıyor. Konuştukları arasında üstüne farz olmayan nice konu olduğu gibi, ondan da önemlisi, konuştukları arasında üstüne haram olan konular var. O öyle dedi, bu şöyle yapmış, bunun böyle yaptığını söylediler, berikinden şöyle duydum diyor insanlar. ‘-mış’lardan ‘-dır’ üretiliyor, söylentiden ‘gerçek’ türetiliyor. Niyet okuyor insanlar; “Ben öyle zannediyorsam öyledir” diye biliyor ve o yüzden akıllarına gelen herşeyi diyebiliyorlar.
Böyle diye diye, dostluklar yıkılıyor, kardeşlikler aşınıyor. Güven bunalımı yaşıyor insanlar; kimileri kimseye güvenemiyor, güvenenler ise güvendiği dağlara yağan karları hayretle seyrediyor.
Gelin görün ki, bu yüzden bozulan bir beraberliğin, yıkılan bir dostluğun, biten bir evliliğin, dağılan bir ortaklığın sorumluları, kendilerine savunmakta hiç mi hiç zorluk çekmiyorlar: “Ben birşey yapmadım ki!”
‘Yapmak,’ yani ‘amel etmek,’ yani bir eylemde, bir fiilde bulunmak insanın eliyle, ayağıyla yaptığı şeye işaret ediyor ise eğer; doğru, yaptıkları birşey yok. Karşıdakine ne yumruk salladılar, ne uygun yerine tekmeyi vurup kapı dışarı ettiler. Ne elleri birşey yaptı, ne ayakları.
Ama ‘yapmak’ denilen şeyin içine dudakların kıpırtısı, ‘dil’in kıvrılışı, ses tellerinin titreyişi de giriyorsa eğer, o kadar çok şey yaptılar, o kadar ağır fiiller işlediler, öylesine yıkıcı bir şiddet uyguladılar ki!...
Ses telleri titredi, dilleri kıvrıldı, dudakları kıpırdadı ve ağızlarından ‘söz’ denilen şey çıktı. Birbiri ardısıra birleşip ‘cümle’ haline gelen kelimeler çıktı.
Ki çıkan bu kelimelerin bir kısmı ‘geldikleri gibi gidiyor’du. Kulaklardan girmişti bu sözler; ‘dinlemek’ denilen bir ‘eylem’ ve bir ‘amel’ sonucu içimize girmişlerdi: şöyle olmuş, böyle diyorlar, filan şöyle söylüyor.
Bir kısmı da, ‘kendi üretimimiz’di: sanırım öyle, öyle zannediyorum, muhakkak şundan dolayıdır...
Sözün kısası, şu zamanda, yapılan haksızlıkların, uygulanan şiddetin, sergilenen zulmün asıl büyük kısmı, ellerden ve ayaklardan gelmiyor. Evet, bir düğmeye basıp binlerce insanı öldürecek kadar zalimler de var aramızda; ve bu hepimize zalimlik olarak gözüküyor. Ama, bir sözü ağzından çıkarıp binlerce insanı manen öldürecek kadar zalimler hem çok daha fazla, hem de yaptıkları zalimlik olarak görülmüyor.
Nice diller var ki, bir makineli tüfekten daha seri atışlar yapıyor.
Nice ağızlar var ki, bir atom bombasından daha etkili radyoaktif serpintiler bırakıyor.
Bu raddeye varmamış ağızlar bile tekin değil. Bu ağızlarda bile, kuytularda bir yerde, ilk fırsatta söylenmek üzere birçok söylenti, pek çok zan, bir miktar iftira yedekte bekletiliyor.
Çıkarları dün birlikteliği gerektiren siyasîlerin, işadamlarının, gazetecilerin çıkar çatışmasına düştüklerinde ortalığa saçılan sözlerine bakın. ‘Dünya tatlısı’ bir dile sahip ‘şeker gibi adam’ların, çıkarına veya damarına dokunulduğunda dilinde ve tadında gerçekleşen müthiş değişime bakın. Elleri birşey yapmıyor gerçi. Ama dilleri, bir makineli tüfekten daha zalimce yaylım ateşine tutuyor karşısındakini; ve yine ağızları, bir atom bombasından daha vahşi bir şekilde, geride hiçbir hatıra ve hiçbir yâdigâr bırakmadan bir birlikteliği mutlak surette öldürüyor.
Bana en ağır geleni, ‘canının istediği’nden başka ölçüsü olmayan ve elinde bu dünyadan başkası bulunmayan ‘tek-hayatlı’ dünyevîlerin dilleriyle yapıp ettikleri değil.
Evet, o da ağır geliyor bana. Ama bana en ağır geleni bu değil.
Bana en ağır geleni, ‘rıza-yı ilâhî’ diye bir esastan haberdar olan ve bu dünyanın ‘konulur göçülür bir han’ ve bir ‘dâr-ı imtihan’ olduğunu bilen uhrevîlerin, yani dindarların, yani mütedeyyin insanların da bu girdaba girmesi.
En ağırın da ağırı ise, mütedeyyin insanlar içinde, önder, yol gösterici, mürşid, nokta-i istinad, örnek, nümune-i imtisal konumunda olan gruplar ve kişiler arasında dahi bu duruma rastlanabilmesi.
İnandığın Rab, “Zandan sakının. Zannın çoğu, büyük günahtır!” diyor; sen zannet ve zannettiğine göre hükmet!
İnandığın Rab, “Tecessüs etme!” diyor; sen özel hayatları dikizle ve dikizlediğin kadarıyla hükmedip, mü’min kardeşin hakkında söylenti üret!
İnandığın Rab, “Gıybet etme!” diyor; sen gıybeti ‘ölü kardeşinin etini yeme’ zorluğunda ve kerihliğinde değil, ‘fındık fıstık yeme’ kolaylığında ve lezzetinde gerçekleştir!
İnandığın Rab, “İftira atma!” diyor ve atıp da dört adil şahitle isbatını yapamadığın her iftira için seksen sopa yemene hükmediyor; sen bu dünyada bu şartlarda sopa yemeyecek olmanın rahatlığıyla ve öte dünyada yiyeceğin sopaları asla akla getirmeden “çamur at, izi kalsın!” vahşiliğine giriş!
Üç kuruşluk para, iki kuruşluk makam, bir kuruşluk hürmet, beş para etmez bir şöhret için kimi mü’minlerin kimi mü’minler için söyledikleri sözler; kimi mü’minlerin kimi mü’minler ettiği yaydığı söylentiler, ettiği iftiralar, sarfettiği ‘-mış, -mış’lar, hükmettiği ‘-dır, -dır’lar gözüme, kulağıma, gönlümü iliştikçe, içim sıkılıyor, ruhum daralıyor, yüreğim yaralanıyor.
Hem de ne beter bir sıkılma, ne beter bir daralma, ne beter bir yaralanma!
‘Güzel ahlâk’a dair o kadar onca hadisi hatırlayın.
“Ahlâk dinin kabıdır” hadisini ise unutmayın.
Ve dikkat edin: Kabımız kırılmasın. Kalblerimiz de.
Ben bunun sırrını ve yolunu, eşkiyâlıktan geçip evliyalığa ermiş bir büyük insandan; “İman edenler için o zaman gelmedi mi ki, Allah’ın zikrine ve hak olarak indirilen Kur’ân’a karşı kalbleri yumuşasın” (Hadîd, 16) âyeti yüreğine iner inmez eşkiyalığı ve her türlü kötü ahlâkı bırakıp evliyalığa terfi eden bir nümune-i imtisalden; Fudayl b. İyaz’dan öğrendim.
İşin sırrı şu: “Sözünü amelinden bil.”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.